14.5.07

BİNDİĞİ DALI KESENLER



Uydur-kaydır konu kıvamında olsa da, mizah edebiyatına hizmetim olsun istedim.

Olayın aslı 80'li ya da 90'lı yıllarda ABD’de geçer. Ülkemizdeki benzer parçalarla bir araya getirdiğimizde, mizaha giden bir yol haritası çıkabilir düşüncesindeyim.

Lorel Badbit (yanlış yazmış olabilirim), kocasının çapkınlığından, sapıklığından ve saplantılarını engelleyememekten dolayı krize girmiş. Bu adamı kendime nasıl bağlarım da uslandırırım diye  günlerce, aylarca bir çözüm düşünmüş.
Kocasını bir şekilde ikna etmiş olacak ki, doktora gitmişler; kontrolde adamın hormonal kapasitesinin üst beyin kontrolünden çıktığı tespit edilmiş. Durum öyle olsa da, adam tedaviyi reddetmiş.

 Bir gece yine kadıncağızın uykusu kaçtığında sabaha kadar çözüm düşünmüş. Zor adamı hiçbir tedavi ve telkinin ikna edemediğine inandığından, o günün akşamında bir uyku hapıyla adamı komaya sokup, erkeklik organını kökünden kesmeye karar vermiş. Ve dediğini yapmış.

Böyle bir olayın kamuoyuna ilk kez taşmış olması, hukuksal, psikolojik, sosyolojik, edebiyat, ahlaksal, etik, metik… ne varsa yaşam kurallarına dair, her konuya vurulmuş, sınır ötesi tartışma konusu olmuş.




Bizde de çok şey yazılıp söylense de, Aziz Nesin’in bu konuda ne düşündüğünü merak edip sormuşlar:

"Üstad, herkes bir şeyler diyor, sen ne diyorsun bu işe?  Türk erkekleri karısını aldattığında, sapıttığında, Türk kadınları böyle mücadele ve cesaret örneği verebilirler mi?


Aziz Nesin cevap vermiş, "Türk kadınları hoca fetvası üzerine yaşarlar. Bu yüzden benim gibi ateyizleri değil, Nasreddin gibi Hoca'ları dinlerler, 2.3. ve 4.lüğü kabullenir, yine de bindiği dalı kesmezler"



Zihni Örer

not:itü sözlükçüler 6. şıktaki ni buradan koparmışlar yine. evde kalasıca aysigma!

1.4.07

toplumların talep-dönüşümü süreçleri

ÖZET OLARAK

1-Geleneksel Toplumda:

İŞLEM MANTIĞI:1+1=1 insan eder

İŞLEM SONUÇ NEDENLERİ: Egemen olan krallar ve derebeyler, insan topluluğunu bir sürü gibi görürler. Emretmenin ve itaatın dışında bir iletişim şekli geçerli değildir. İŞ YOK İNSAN ÇOK, az ile yetinme kaygısızlığı ve örgütsüz toplum.

BEYİN HAREKETİ : Beyin hareketine ihtiyaç yok. Sadece bedensel itaat için koşullanmak var. “iman” bu toprağın ürünü olsa gerek.

SONUÇ: Geleceğe, sorumsuz, isteksiz ve yoksul bir toplum devreder.


2-Sanayi toplumunda:

İŞLEM MANTIĞI :1+1=2 insan eder

İŞLEM SONUÇ NEDENLERİ: Sanayi toplumunda çoğulculuk önemlidir. Ağır sanayide büyük işler çok sayıda insan gücüyle yapılabilir. Belki de “birlikten kuvvet doğar” sözü ve “beygir gücü kavramı” daha çok, bu dönem için geçerlidir. İş ağır, insan çok, ücret düşük, makineye köle gerek.

BEYİN HAREKETİ:Yönetici, beyninin sol lob komutuyla para hesabı yaparken, çalışanlar, beynin sağ lob komutuyla duygusal-romantik dünya ile yetinirler. Güncel ihtiyaçların karşılanması yeterlidir.
Zamanla, artan ihtiyaçların farkına varırlar, yeni talepler ve örgütlenme düşünceleri gelişir.

SONUÇ: Zengin-yoksul ikileminde süren bir hayat ve sınıfların egemenlik savaşları politik arenada sürer. Çalışanların sosyal güvenlik talepleri artmaya başlar. Örgütlenmenin önemi fark edilir.

3-Bilgi toplumunda:

İŞLEM MANTIĞI: 1+1=3 …ya da, 4,5, 6 insan eder

İŞLEM SONUÇ NEDENLERİ: Teknolojinin milenyum hızıyla geliştiği günümüzde, yaratıcılığın ortaya çıkarılması için beygir gücü yerine beyin gücü daha fazla önemsenir. BİLGİ VE ÜSTÜN PERFORMANSA GEREKSİNİM VARdır.
Örgütlü çalışanlar ile başa çıkmak zordur ve masraflıdır.
Verimi 3, direnme ve isteme gücü 1 olan daha karlıdır.
Benim karım (param) çoğalsın, altta kalanın canı çıksın anlayışı egemendir.


BEYİN HAREKETİ: Beyindeki duygusal zeka (EQ)’yı çalıştıran sağ lob’uyla, mantıksal zeka (IQ)’yı çalıştıran sol lob’unun fonksiyonlarının bütünleşmesiyle, sayısal-sözel yetenekleri taşıyan multi fonksiyonlu uzmanlık oluşur.

SONUÇ: Çalışma yaşamında sosyalleştirmenin hilesi bulunmuştur. Süpermen modeli yönetici-uzman insan modeli peşine koşturulur. Empatik ve sinerjik ilişkiyi “az”a razı etmekte ve ürününü ytturabilmekte kullanabilen yani,
Psikolog-Mühendis-pazarlamacı özelliğinde bir insan ortaya çıkar.

açıklama devam edecek






18.3.07

SOBELENDİM

SOBELENDİM, GÖREVİMİ YAPTIM
Bende Zihni Beyi sobeliyorum o zaman.Zihni Bey , eger kabul ederseniz, siz hangi esyalarinizi kullanmayi daha cok seviyormussunuz ögrenelim bakalim...
denmişti,

BURAYA TIK DE zaman ayırdığım konular resimlensin (söz ile değil, maus ile:))

Taşı kime atsam?
En esrarengiz olan kimler var listemde?

XSİ
eleştiri uzmanı, daha sonra "kritize"ye daveyt edeceğim. İyi bir i,nsan.

KNZ Mekanına sık uğramasa da bir şans? Knz yüreği en iyi için çarpan iyi bir dost.

MİSAL konuksever ve dostcanlısı cici bir kız.

yeterli sanırım. neverland 3 demişti.

Sobelendiniz bay ve bayanlar.
Beklemekteyim.

16.3.07

"BLOG" VE GÜNÜN YAZISI

"Blog",  günlük tutma anlamına gelirmiş. Günlük tutmak bir anlamda kişinin kendinde olup biteni topluma yansıtmasına ve kişiliklerin en özgün yanıyla sunulmasına yarayan, toplumsal orkestranın melodik ritmini belirleyen bir fırsatlar teknolojisi.

Kağıt ve daha ötesinde ağaç katline giden yolun önemli oranda kapanmasını sağlayacak bir elektronik devrim gibi... profesyıonel yazarlığa atılacak adımların ilk basamağı ve kitap basımevi lobilerinin de bir anlamda kaprislerinin kırılmasına yarayan fırsaltlar bütünü.

Günlük hayata dair sosyal paylaşım, haberleşme,  amatörce ve maliyeti en düşük çapta topluma kendinden birşeyler katma fırsatı... velhasıl blog kısaca var olmanın  mikro fırsatı olarak topluma kendinden birşeyler katmayı kışkırtan bir araç olarak bakabiliriz.


günün yazısı

Duygularımın refleksine gün ışığı düştü bu gün.

Yaşamın canlı kalma kılıfına iç yaptığım anlam, yörüngemde turlar atmaya başladı.
Kuantumun kulakları çınlarcasına, güneşin fotonlarına çarpan mağnetizmam, miktarı bilinmedik enerjilere boğdu beni.
Saksıdaki sardunyalarımın cilvesine "nü" çeken, penceremde sevişen kumruların şahitliğine sığınmanın rahatlığındaki kıvancım, duygularımın bileşkesini kurmaya yetti.

Ertelemişim sanki ciğerimi yakan ve sağ duyuma sol çakan çirkinliklerin görüntüsünü! Mantığımın arada bir bahar uykusuna tatil çekmesi elimden çıkabilmekte.
Duygularımın ılık-ataklığı, yağmur öncesi sisin yarı saydamlığına çanak tuttu sanki.
Yoksa, gerçeklerin süzmesiz görüş alanını miyoplaştırma fark edişsizliğine dalmışlık mı?...

Ne ise, bir tad, bir uçukluk, bir melankoli sıcaklığının örtbas ettiği dinginlik….
Müzikler bir başka çalıyor bu gün.
Bütün renkler, 301’den yargılanmaya gönüllü...

Enflasyon ve sevgisizlerin tansiyonu, Evangeline Lilly’nin mayosunda
Ama no money nobody’de
Kedilerin ibadeti “Mart”tın, ozon canavarına yenik düşmesiydi belki de yitirme korkusunu aşka çeviren.
Vuralım gitarın tellerine bu gün, bir günlüğüne “serseri” olmaktan ne çıkar.

5.3.07

TOPRAKTAN BETONARMEYE YOLUM




.........Başka dünyaların da varlığını görebildiğimiz tek pencere, pilli radyomuzun hoperlörüydü. Çocuk aklımzla, radyodan gelen seslerin, kasanın içinde mekan tutmuş, cin-peri olduğunu düşünmek kaçınılmazdı.  Cin-peri, çocuk aklını zapt etmenin en ucuz araçlarından biri olarak, daha öncelerden yüreğimizin taze köşegenlerine  monte edilmişti . Hep karanlıklarda, gizli yerlerde saklanan cellatlarımızdı onlar. Özellikle kadın ve çocukları "hızaya getirebilme"nin dini şantajlarından biriydi. Büyüklerin hayatını, değerlerini, inançlarını dayatmanın alternatif sopalarındandı "cin-peri-şeytan" üçlüsü. Gelenek kelepçesinde kıvranan büyüklerimizin tarzını taklit etmek, hayatımızın en katlanılabilir çerçevesi sayılırdı......

  İlk Okul sevdamızı "vatan sevgisine" ittiren güçler "başka dünya" varlığına hayal kurmamızı engellemeye bir araç icat edemiyorlardı.  Bu fırsatı ganimet bilerek, uygarlık yolculuğunun işaret taşlarını böyle döşeyebilmemi kışkırtıyorlardı adeta.
....................
On yaşımda köyün gelinlik kızlarının çeyizlik işleme bezlerine resimler çizerken, kabımın darlığının farkına varıyor, yörenin kapanıklığına ve karanlığına inat, farka koşmanın güdüsüyle coşuyordum.

Tükenmez kalemle beyaz işleme bez üzerine çizdiğim resimler daha çok, hız ve emeği simgeleyen at resmiydi. Sonra sevgiyi, aşkı, temiz duyguları, sıcakkanlılığı, çiçek ve tomurcukları bağrında taşıyan baharın renklerini… daha başka, özgürlüğü, masumluğu, toplumculuk ritmini ve geniş çaplı gözlemciliği simgeleyen kuş resmini….

Çizdiğim resimlerin sıfatları çocukça öngörünün işaretleri değil, içime yansıyan uygarlık ışığının dürtüsü olsa gerekti.
Gelinlik kızların, çeyiz bezlerindeki çizgi üzerine iplikle işlediği nakışlar, dar bölgede içine gömülmüşlüğün, aşkın ve duygusal açılımın, erkeklerinin kör tarafından uzatılmış, bez üzerine düşen hayalleriydi. Baba tarafından başlık parasına satılacağının çelişkisine aldırmayacak kadar mutlu kızlar.
Bu sanat dayanışmasıyla genç kızların bir çeşit sırdaşlıklarını kazanmanın ödülünü, iplikten boşalan makaranın sahibi olmakla kazanıyordum. Bu makaralar ileri yıllarda zorlanacak bir kapının habercisi gibiydi.
Makarayı duvarda yürütmek projesi…..
Çelişkilerin ve yoklukların hayallere ket vurduğu bulanıklık kamçı mıydı, yoksa sürtünme mi bilemiyordum.
Kağnı arabalarına koşulan, sırtı nodurdan yaralanmış öküzlerin isminden önce “..afedersiniz..”ifadesi ve ağır yükün altında düştüğü zaman, kesilip etinin yendiği ve kent yaşamına girdikten sonra göreceğim, “aslan, kurt ve tilki” gibi asalak karakterlerin egemenliği ve benzer bir sürü şeyler?

Dinamizm, ilerleme, yenilik, yaşamda ne varsa kavrama, ona dokunma ve yenisini yaratma güdüsü, ham hayallerimin işlenmesine istekliliğim, ardımdan esen yelin itkisiydi.
O bir teknoloji büyüsüydü, o bir hız ve özgürlük müydü? Yoksa kırmızı atımın toprak yollardaki rahfan gidişinden daha fazlası mı?
Okuma sevdası böyle doğdu içimde. Tarlanın beden gücüne bağımlılığıyla, bedenimin okuma sevdasına bağımlılığında, aşığın platonik tutkunluğundan habersiz olan sevgiliyi oynamak kalıyordu bana.

Makara resim öyküsü bu yola çoktan itmişti beni. Yerin yedi kat dibinden, yer yüzüne kaç milim çıkabileceğimin de gururu....
Toprak ve Betonarme arasındaki yol, bize reva görülen, dayanacağımız hayat diye elimize tutuşturulan, iki ucu boklu değnek değil miydi!

Topraktan fırlayıp betonarmeye savrulan hayat kütlem aklımı şüphe, itiraz, isyan ve yeni arayışlara yoruyordu.
Kültürel ve siyasal gelenek, din ve bunların öznesi olan zenginliğin gücü sopa gibi tepemizde duruyorken...

O kültürün hayattan tad alma kompleksine etkisini törpüledi. Paylaşılanlar ile paylaşılamayanlar arasındaki farkın şifresine çomak sokabilmeyi çoktan tetikledi.
"Acıları bal eylemeye" katlanma sabrının, platonik aşkların ve arabesk hayatların kökü üzerindeki toprak kalkmalıydı; yerine beton kütleler dökülmeliydi.
..........................
Sürekliliğini boşvermişlik ile boşbulmuşluk arasındaki kör döngüden alan baskın kültürün gizine mum ışığı yakabilmek için, aşk ve kan testine vurduğumuz bir başın tansiyonu olacak bu öykü....

Kaderden düşünceye, düşünceden eyleme, eylemden güvenlik gereksinimine uzanan bir yolun hikayesi...

Küçük ayrıntılar:

BURADA ve BURADA
daha küçükleri-genel:burada

24.1.07

MİLLİYETÇİLİK

Milliyetçilik:"Kendi ulusuna bağlılığının uluslararası ilkelere bağlılıktan ya da bireysel çıkarlardan daha önemli olduğunu ileri süren görüş"
ve
"kendi milletini sevmek" diye özetlenebilirse, bu sözcüğün üzerinde felsefe yapmaya değer ve kelimenin önündeki yaldızlı perdenin ardındakileri de görmek, yaldızlı perdenin "önyargıya çanak tutmasını engelleyebilir.

Öncelikle, karargahı dışarda olan emperyalizmin sivri dişlerine karşı ilk dikilecek tavır, MİLLİYETÇİLİKtir.
(Geleneksel (doğmatik) milliyetçilikte bunun tersi olması daha olasıdır. Kör milliyetçiliği emperyalizmin avlama olanağı daha yüksektir. Örnekleri de yaşanmıştır bu durumun.)

Miliyetçilik ancak oraya kadar. Çünkü, insanlar artık bulunduğu coğrafyalara sığmayacak kadar artma doğrultusundadır. Doğaya yayılma ve egemen olma iddiasını milliyetçilikle sürdüremez. Milliyetçiliğin buradan sonrası, sınır engellerinin yükseltilmesiyse, ki başka şey olamaz, başka ulusların iyilerinin farkında olamamak büyük kayıptır.
Bu anlamda, kendi milletimin kötüsünden, başka milletlerin iyisi benim için iyidir. Daha açıkçası, kendi milletimin insanlığa zararlı olanlarından, başka milletlerin insanlığa yararlı olanlarını yeğlerim.

Siyasal, geleneksel, liberal, yayılmacı milliyetçiliğin birbirine dönüşme olasılığı çok fazla olduğu düşünülür. Bireyi tamamen devlet karşısında yok sayar.
Oysa sosyalizmin kollektifçiliği böyle değildir. O özgürlüğü her şeyin önünde tutan " özgür bireylerin oluşturduğu bir topluluktur."

Milliyetçilik kuruntunun bataklığını besleyemeye elverişli bir anlayıştır.
Milliyetçilik, evrensel değerlerin önemini kıskanmaya, kendi içinde doğmayan üstün değerlere değer vermemeye elverişli bir anlayıştır.
Milliyetçilik, işbirliği değil, kıskançlık ve nefret üzerine kurulu rekabetin ruhunu taşır bağrında.

Bunlara rağmen, ANTİ MİLLİYETÇİLİK, kendi milletinin insanlarından nefret etme anlayışı ASLA DEĞİLDİR.
Nasıl ki göle atılan bir taş düştüğü yerden kenara doğru yayılan halkalar yapar, göl kenarına kadar halkalar büyüyerek genişler; milliyetçiliğin hareket alanı bu kadar sınırlı ve yereldir.
Bir okyanusa atılan taş için de geçerli olmaz milliyetçiliğin bakış açısı.
Dedim ya yukarıda, milliyetçiliğin doyum noktasından sonra hedef büyültülmezse, kısırlaşmaya başlar.
Hedefin büyültülmesi ise, enternasyonalizmi zorunlu kılar.
z.ö.

8.1.07

demokraside seçmen akordu

bir teori


Bir odacılık mesleğinde tahsil aranırken,
Bir şirket, çalıştıracağı insanda eğitim ararken,
Hayatın bir çok alanında eğitim zorunlu tutulurken,
Toplumu yönetecek ve yaşamsal geleceğini güvenceye alacak bir hükümetin çıkarılması neden cahil çoğunluğun kararına terk edilsin?
Neden cahillik ödüllendirilsin?
Cahillik kişinin elinde değil, sistemin çarkında yuvalanmıştır diyebilirsiniz.
Öyleyse, bu sistemin çarkına çomak sokmanın da bir ateşleyicisi olsun bu teori.

Bu kadar sıradan bir iş midir hükümet belirleme işi?
Bilgisiz-kaygısız insanların, kendine yararı olamayanların, hakkını aramayı bilmeyenlerin bu ülkeye yararı olacakları seçmede nasıl doğru karar verebilir?

Ehliyet eğitimini almamış bir insana nasıl araba kullanma yetki ve hakkını vermiyorsanız,
Eğitim düzeyine de seçme hakkını “orantılı” vermelisiniz.
Çünkü, biri bilgisizlikten dolayı kendi canı ve birkaç canı yok etme riski taşıdığı halde,
ikincisi, bir neslin geleceğini yok etme riski taşımaktadır.

Bu önerinin, temel insan haklarını zedeleyeceğini asla düşünmüyorum. Kaldı ki mevcut durum, temel toplum haklarını ve dolayısıyla insan haklarını arama mekanizması olan bilgi edinmeyi fazlasıyla ihlal etmektedir.
Ehliyetli insanların toplumu yönetmesi, ayrıca cahilliğin de ortadan kalkmasına,
toplumun her zaman daha ehliyetli insanlar tarafından yönetilmesine, kalkınmanın ve genel yararın daha hızlı kazanılmasına katkı sağlayacaktır. Oyunun oranını beğenmeyen kişi kendini bilgililer havuzuna atmak için azıcık çaba sarf edecektir.
 Bir şirket ya da kamu yöneticisi çalışanını terfi ettirmek ve daha kaliteli sonuç almak  için iş bilgisinin geliştirilmesini isteyebiliyorsa, demokrasinin asgari kültürünü edinmek için de bir müeyyidesi, kışkırtıcısı olmalıdır.

.................
Bu yazının bu sayfaya yazılış tarihi (yukarıda görüldüğü gibi):
 8/1/2007
Manken Aysun Kayacı'nın NTV'de konuştuğu tarik ve sözleri, benim yazımdan yaklaşık 1 yıl sonra:

27 Mart 2008 tarihinde NTV'de yayınlanan Haydi Gel Bizimle Ol adlı programda Kayacı, “Ben demokrasiyi de sorguluyorum vergi veriyorum niye vergisini vermeyen, çok özür dilerim herkes üstüme gelecek ama kalıp olarak söylüyorum, 'dağdaki çobanla' benim oyum eşit mesela, niye?

https://tr.wikipedia.org/wiki/Aysun_Kayac%C4%B1#:~:text=27%20Mart%202008%20tarihinde%20NTV,benim%20oyum%20e%C5%9Fit%20mesela%2C%20niye%3F

Bekir Coşkun ise "göbeğini kaşıyan adam" başlığıyla Hürriyet'te yazdığı makale tarhi:Mayıs 03, 2007 00:31 (benden 4 ay sonra yazmıştır.
https://www.hurriyet.com.tr/gobegini-kasiyan-adam-6449176

***
Görüldüğü gibi, yazılanların içeriği bire bir aynı olmasa da, benzer konuya dokunan ilk yazı bu sayfada yazılmıştır./Araştırma tarihi:16/10/2023

not:bir yıl sonra aynı konu: BURADA
tartışılıyor.

16.12.06

bir AŞK kritiği


sevgililer gününde, Haberalanya Gazetesi'nde yayınlandı











14 Şubat’ın “sevgililer günü ilan edilmesinin özel nedenini bilmiyorum ama, neden bir kış ayına rastladığı, “ya ocak ısıtır ya kucak” özdeyişine götürüyor insanı.
Hani,
KEDİLERİN “Mart sevdası”ndan esinlenilse?...
Damardan akan kanın fıkıf fıkır kaynadığı iki sevgili, yine kucak muhabbetinde farklı keyif çatarlardı.
İki sevgili
KEDİNİN damdan dama uzun atlama rekorunun ve yüksekten düşme riskinin, aşka doğru orantısından başka ne olabilirdi bu ay?
Çiçek özlerinin, arıların hortumlarına çektiği cilvenin esprisi, Mart ile Güneşin ittifakına bağlanabilir ancak. Bu ittifak protokolü, arı-çiçek-insan arasındaki “afro-dizayn” problemi de çözer aynı zamanda. Ve sonra, temel içgüdüyü gıdıklayan sihirli bir maddenin ortaya çıkmasını sağlar. O “kara kovan balıdır”. Muz liginde bir afrodizyak..
İşte sevgi ve sevgili kavramına giden başka yol.
Sokrates’e sormuşlar,
-Hocam, erkekler kadınların ellerini neden öperler?
-Eee, bir yerlerden başlamak gerekir, demiş.
Sevgili olmanın icraatları bunlarla sınırlı değil elbette.
“Gülü soluncaya, seni ölünceye kadar..” sevme ilhamı yine bahar müjdesinden alınmış olunmalı. “Güller ve dudaklar” adına yazılmış olan romanlar da öyle. Sokrates’in fetvası ise olayın bir turunun finali olabilir belki.
Demek istiyorum ki, “aşk” gibi kutsal bir dinamitin patlatılabileceği zaman-mekan ve diğer koşullar da önemlidir.


Antrenmansız sevgililerin yalnızca sevgililer gününde “seni seviyorum” demesi, dilin hamlamasına neden olabilir; ama çiçek satıcıların sevgilileri hariç.
Aşk ilhamı- sevmek bilmeyi, bu iki eylemi sürdürebilmek de sanatsal yeteneği gerektirir.
Bir sağlıklı insan sevme yeteneğine sahip olabilir; iki sağlıklı insan ise sevgili olabilir.
Gençliğinde aşk vurgununa yenilenler, yaşlılıkta kalp krizini yenerler (bu reçete de benden).
“Bir gün sevgili olmak yerine, her gün sevgili kalabilmenin” örgütsel politikasını kadınlar yapmalıdır. Çünkü erkekler bu sırada dünyayı kurmakla meşguldürler.
Alman Yeşiller Partisi yöneticileri bir seçim propagandasında bir afiş hazırlamışlar:
-İki sevgili, gözleri kapalı olarak öpüşürlerken çekilmiş bir fotoğraf ve altında iri harflerle şunlar yazılıymış,
-Ey sevgililer, öpüşürken odaklanmak için gözlerinizi böyle kapatın, ama oy verirken asla!!!
Belki o zaman dört mevsim sevgili kalmanın yolu bulunur.
Zihni örer

7.12.06

ÖZGÜRLÜK HAKKINDA

İÇ ÖZGÜRLÜK, BİR İNSANIN KENDİ GELİŞMESİNDE SÖZ SAHİBİ OLABİLME KAPASİTESİ.
DIŞ ÖZGÜRLÜK İSE, BİR İNSANIN KENDİ GELİŞMESİNDE SÖZ SAHİBİ OLABİLME KAPASİTESİNE AÇABİLDİĞİ FIRSAT.
İÇ ÖZGÜRLÜK KİŞİNİN KENDİ “ÇAPIYLA” İLGİLİ,
DIŞ ÖZGÜRLÜK, TOPLUMSAL İTTİFAKIN OLANAKLARIYLA…

Motoru: beyin,
yakıtı: bilgi,
yolu: kolektif yaşam alanı,
hızı:kültürel cesaret ve estetetiği

olan "özgürlüğü" herhangibir yol aracına benzetirsek,

ONU VERİMLİ KULLANABİLMEK İÇİN:?

EHLİYET GEREKLİDİR.
Ancak, ehliyet verilmez,
alınır.

Özgür bireyi martıya benzetenler de var. “Martılar yüksek uçar”.
Ne kadar yüksekten uçarsa, o kadar geniş görür” anlamında…
Oysa yüksekten uçmak özgürlük değil, yalnızlıktır.

23.11.06

SİGARAYLA ERKEN ÖLÜM











Sigara içmediğimden, “hava” atıyorum içenlere;
çünkü oksijen artığı, fazlası var ciğerimde.


Beyazı fark etmek için siyahı sevmeliyim.
Ama o yalnızca gecelerimde,
sevgili rüyasına kapanacağım zamanda kalmalı…

Dumanın siyahı, gözlerimi ömürlük uykuya kapattırma hasretinde.
Acilen kursağına gömmeliyim hevesini.

“Gözümde tütmek” sevdiğime özlemin deyimi olmuştu.
Gözümün önünde tüten sigara “zamansız ölümün özlemiyse” kalsın!

Sigara içmemeyi bir rastlantı kolaycılığına bağlamadım hiçbir zaman.
Çünkü sigaraya başlamamak bırakmaktan daha kolaydı da ondan.
Kolay olanı seçerek, zor olanı başardım.

14 yaşlarımın çocuksu tarafına çeken mıknatısıyla,
erginliğe ittiren gücün, sigara dumanı saydamsızlığında sürmesine izin vermedim.

Sigara nikotini moralimdeki bir boşluğu doldurmayacaktı ki
bulduğu boşluğun duvarlarına ölümün resmini asacaktı.
Ve ömrümün oksijen yolunu sım sıkı daraltacaktı.

Ölümden korktuğumdan değil,
pisi pisine ölmek ne acı be annem!

Ölümü hızlandırmak için idam kendiri soluk borusunun dışına takılırken,
Nikotin kendirinin soluk borusuna içerden takılması ne fark ederdi ki?
Birinci idamda yedi ceddim ağlayacakken,
ikinci idamda neden susacaktı herkes?

Hiçbir neden bana,
“enayilik plaketi”ni sigara isinden çizilmiş kara tablo olarak sunamadı.
Müzik aletlerinin oktavlarındaki stressavar melodilerle,
kitaplığımdaki her soruya cevabı olan bilgilerle
onu duvardan düşüreceğimi anladı.

Sigara, hırsız sevgiliyi oynayacaktı sahnemde;
öpüşürken keyfe odaklanabilmem için gözlerimi kapatacaktı,
sonra göğsümün sol cebindeki ömrümün altın yıllarını çalacaktı.
Hiçbir zaman pas vermedim, peşimde pas tuttu her zaman.
Zihni örer

20.11.06

hayat


Düşünün ki bir ağaçtır insan,
kökleri DÜN,
gövdesi BUGÜN,
dalları YARIN olsun.

İnsan ki
en az bir ağaç kadar PANİKSİZ olsun.
z.ö.

27.10.06

EŞİTLİK ÜZERİNE

iş tutan-şefkatli el
sille vuran faşist el

Eşitlik istiyoruz” diyenlere, “beş parmağın beşi bir mi” diyorlar. Devam ediyorlar eşitlik isteğinin çürütülmesine; şiirselliğin estetiğine sığınarak:“Sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa”

Kısaca “eşitlik eyi bir şey değildir” demeye getiriyorlar.

Oysa düşünmüyorlar ki eşitlik isteyenler, “eli iş tutanlardır”.

Oysa bilmiyorlar ki, iş tutarken iş aleti avuç içine alınır.

İş aleti avuç içine alınırken beş parmağın beşi de yumulur.

Yumulan parmakların boyuna bir bakın hele? Eşit olduğunu göreceksiniz

Hadi bir deneyin, görün, iş tutar gibi yapın parmaklarınızı; ya da bir kalem tutun.

Göreceksiniz kalemin çapında kenetlendiğini beş parmağınızın.

Ve düşünce ürünlerinin mürekkep biçiminde aktığını... ya da aletin sapını...

alın terinin toprağı suladığını... parmak uçlarınızın birbiriyle koklaştığını...

Oysa iş tutmayan parmaklar, tokat atan, tokat atar gibi duran, tokat atma hastalığına yakalanan, açık ve düz parmaklardır.

Asalaklarla çalışan parmaklar eşit olamazlar elbette.

Eşit olmayan parmaklar onlarla bunların parmaklarıdır. Onların parmakları kendi aralarında da eşit değildir şekilde gördüğünüz gibi.

Açın parmaklarınızı, sille vurur gibi yapın, göreceksiniz iş aletinin ya da bir kalemin elinizden düştüğünü ve ölçün de görün beş parmağınızın eşit olmadığını ve eşitsizliğin ne işe yaradığını...

Asalaklar geçim derdi için avuç içlerini kullanmazlar bilirsiniz. Onlar, “armut piş, ağzıma düş” biçiminde yatarlar, onu da bilirsiniz.

Onlar düzenlerini hep sağlama almak isterler; aynı zamanda meşruluk gömleği giydirirler demokrasilerine.

Onlar seçilmek için “vatandaşım OY” derler. Oysa “oyulan” hep vatandaşı olur.

“Düzen bozuktur” dese de vatandaş, onlar hiç değişmezler. Onlar oySA, buySA “düzülenler” hep vatandaş olur.

Her şey böyle akıp giderken, Eşitliğin, insanların fırsat ve temel haklarını kullanabilme kapsamından,

parmak uçlarına taşınması Bu düzenin sürdürülmesine yetiyorsa, ben yazımı (sözümü) geri alıyorum!

ZİHNİ

7.8.06

periler ülkesinde-haber kaynağı

(resim açılışı ağırlaştırdığından, kaldırıldı)


Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek’in ‘Böyle sanatın içine tükürürüm’ diyerek kaldırdığı heykel, 11 yıl sonra yargı kararıyla yerine dikildi.
Aksoy, eserin, yerine sessiz sedasız konulduğu haberini Altınparkın önünden geçerken heykeli gören arkadaşının haber vermesi üzerine öğrendi.

İŞTE İÇİNE TÜKÜRÜLEN HEYKEL

Heykeltraş, Gökçek için ise, "Gelir gelmez yaptığı ilk eylem, şahmeran masalından etkilenerek yaptığım müstehcenlikle alakası olmayan melek heykelini parçalayarak kaldırmak oldu. Kendisine göre mermer kısımlarını aldı, kanatları kaldı" açıklamasını yaptı.

6.8.06

sanatın tükürüldüğü yer

Tutku
Ece Sibel,
ECEMİCE de
Başbakan R.T. Erdoğan’ın mizah sevmezliğiyle, M. Gökçek’in heykel sevmezliğini yan yana getirince, ilginç bir kompozisyon çıkmış ortaya.









Avrupa topluluğuna girebilmemiz(!) için kılavuzluk yapan kadroya bakın! Elebaşıların en önde gidenlerinden biri mizahı mahkum ettirme çabasında, diğeri heykelin, tükürüldüğünde büyüme ihtimali olan en hassas yerine tükürme gafleti içerisinde.

Bir heykelin önüne koyulan anma ve saygı çelenklerini “ot” olarak anlamlandırıp, “ye bilmem kim ye, işte önünde ot” diyerek, ÇELENKLERİ OT, HEYKELLERİ PUT sanma devrinde patinaj yapanların bu topluma kılavuzluğu ne ola ki!

Hayata, 4 farklı bakış paradigması olan insan vardır:

İki buçuk kuruşun deliğinden bakanlar (erdemliliğin bile ölçüsünü para olarak görenler)
Bacak arasından bakanlar (sexomanyaklar)
Renkli camdan bakanlar (hayalperest ve yoksul milliyetçiler)
Sade göz ile bakanlar (gerçekçiler, doğalcılar)

Ankara’daki “periler ülkesinde” heykeline tükürmek için heykelde görmeye çalıştığı “ahlaksız nokta”yı bulma gayreti içerisinde olanlar...

Siz olsaydınız, bir heykelde ilk olarak ne görürdünüz? Elbette bakış paradigmanız ne görmenizi emrediyorsa onu...

Kocaman heykelde tükürmek için “müstehcen bir yer bulabilmek herkesin harcı olamaz. Ama bulduğunuz yere tükürebilip de tam isabet yapabildiyseniz, özellikle eliniz nasırlı değilse, onu küçülttüğünüzü sanmayın; tam tersine o büyüyecektir. Belediye başkanımız bütün olacakların farkına varmadı ki, 11 yıl sonra, tekrar yerinde ve dim dik ayakta olarak görüldü.

Demek ki neymiş, her tükürük her düştüğü yeri küçültmezmiş./ zihin örer