28.6.07

KADIN - ERKEK EŞİT OLSAYDI?

Eşitlik Üzerine bir yazı


Terazinin kefelerinde insan bedeni değil, onuru vardır. Biyolojik, geometrik görüntüleri farklı olsa da, insanlık tarihinde kadın-erkek eşitsizliğini sona erdirecek olan değer tek başına maddi güç değil, asıl olarak insan onurudur. Temel yaşamsal haklar, "insan" olmanın gereğiyle dengede olmalıdır ki, aşk da dayanışma da anlamlı, kaliteli ve sürekli olsun.
Farklı cinslerin ilk karşılaşmalarındaki reflekssel dürtüleri, libidonun etkisini öne çıkarır. “Yabancı”  kadınların erkekten ürkme refleksleri "atak hakkının" erkeğe ait sayıldığının kanıtıdır.

Kölelik devrinden günümüze -kısa süren anaerkil dönemi çıktığımızda- pazu gücünün egemenliği, aynı zamanda maddi servet egemenliğini de sağlamış olduğundan, erkek gücü, zaman içinde kendiliğinden “cinsiyet egemenliğini” de içinde büyütmüştür.
Doğanın ve sistemlerin biçimlendirilmesinde kadına rol düşmediğinden, kadınların kişiliği “itaatkarlık” kalıbıyla donup kaldığı gibi, emek değerini direk yoldan sahiplenemek yerine, gizli stratejileri deneyerek kazanmak zorunda kalmıştır.
Karl Marks'ın "alt yapı üst yapıyı belirler" tezine göre,  pazu gücüne sahip olmayan kadın aşkını da beden tutsaklığına kurban edebilmiştir. Tarihimizin aşk kahramanları olan Ferhat, Kamber, Mecnun duygularını dışa vurarak geleneksel tabuları aşmaya zorlamasaydı, Şirin,  Arzu ve Leyla aşkını haykırmak için ilk hamleyi yapabilecekler miydi? Ve yasaklar olmasaydı, aşıklar  aşkları yüzünden dağları mekan tutacaklar mıydı?

Uygar dünyada mızrak çuvala sığmıyor ama, İslam dünyasında minareye kılıf hazırlanabiliyor!

-Erkekler kaburgasından "yaratılan" kadına neden aşık olurlar?
“Libidonun itkisi başrolü oynar” diyor Freud. Ona “erişilmez bir değer biçmesi, erkeğin “köşeye sıkışması”yla…
- Erkeğin kadına aşkı neden kısa sürer ?
 Umduğu ile bulduğu arasındaki farkın, kaburgasına yansıyan ağırlığından olabilir.
-Öyleyse Adem’in Havva’ya aşık olması caiz midir?
 Bu durumda “değildir” gibi görülüyor.
 -Kadının erkeğe aşkı neden uzun sürer?
 Ona eşitlenme ve egemenlik paylaşma umudu uzun süreceği için.
-Kadın-erkek eşitliği durumunda genel ilişkiler ne olacak?
“Bir erkek olarak sana mı kaldı kadını erkeğe eşitleme kaygısı!” diyecekler çıkabilir.Desinler, isterlerse tırnağını yesinler:)

Bir çok erkeğe ahmak, nankör ve yorgun savaşçı olarak rol üstlendiren şey, bu ego'tik egemenlik tutkusudur.
Zincirleri kıralım, çünkü yaşamanın tadı heycan, adı mutluluktur da ondan.....

  Erkeklerle kadınların temel haklarda eşit olacağı bir toplum hayalini kurmakla işe başladığımızda, heyecanın boyutlarının bile büyüyeceğini hissedebiliriz.
Erkekler gibi eğitilip yetiştirilen kadınların aynı koşullarda çalışıp, aynı ücreti alacağını, "cinsel özgürlük kadın için ne sorunlarla bağlanacaksa, erkekler için de aynısı olacağını, kadınlar için konulan davranış sınırlarının erkekler için de koyulduğunu düşünelim. Sevişme artık başlık parası, nafaka, mehir, vizite kılıfında, "ücreti ödenen" bir hizmet olmamalı. Erkek kadını nikah altında bile cinsel ihtiyaç kapsamında, “çocuklarının anası” ve iki elmanın yarısı gibi değil, iki tamın özgür iradelerinin buluştuğu  birliktelik olabileceğini düşünelim.
Düşünmenin bile içimizdeki egoyu "cızz" ettirebildiğini fark edebiliyor muyuz? Çünkü, bilinç altımıza kök saldırılan öğretilerin kaynakları insan doğasının ta ötelerinde olduğunu bile anlamak çok zor!
 Geleneklerle özgürlüğün içimizdeki çatışması değil midir bizi kör mutsuzlığa iten gizli neden?
***
Kadının varlığı "erkek bilinci" aracılığıyla kendi bedenini ve dünyayla arasındaki ilintiyi yakalayışıyla belirlenmektedir; genç kızla delikanlıyı birbirinden ayıran uçurum, daha küçük yaşta yaratılmıştır; ondan sonra artık kadın o geçmişini, bir kuyruk gibi, ölene dek ardında sürüyecektir”

 Evlilik, kadınla erkeğin dilediği zaman ve alabildiğine uygarca bozabilecekleri karşılıklı ve özgür bir bağlanma olmalıdır.
Kadınla erkeğin gerçekten eşit olabilmeleri için yasaları, kurumları, töreleri, toplumun görüşünü değiştirmek yeterli midir?"
İnsan topluluğunda bütün öbür varlıklar gibi, kadın da uygarlığın ortaya çıkardığı bir ürün değil midir?
Kadının pratikte ekonomik özgürlüğünü elde etmesi tek başına yetmiyor. Bunun yanında kadın fizyolojisine uyum sağlayacak iş koşullarının da doğru sağlanmış olması gerekiyor.
"Kadının kendine yeni bir deri yaratması, sonra da oturup buna göre bir giysi dikmesi gerekmektedir.  Erkek gibi yetiştirilen bir genç kız kendini benzerlerinden ayrı hissetmekte dolayısıyla yine toplumun dışında kendine özgü bir varlık halinde kalmaktadır"

"Eğer bir kız çocuğu, çok küçük yaştan başlayarak erkek kardeşinin yetiştirildiği ortamda, aynı istekler ve onurla, aynı ciddilik ve özgürlük içinde, aynı eğitimi alarak, aynı oyunları oynayarak yetiştirilse, aynı geleceğe sahip bulunursa, çevresinde iki anlama yer bırakmayacak biçimde eşit kadınlarla erkekler bulunursa, “Oidipus karmaşası”nın anlamları tepeden tırnağa değişebilir."

"Yuvanın maddi manevi sorumluluğunu baba kadar yüklenen ana, aynı sürekli saygınlığa kavuşacaktı; kız çocuğu çevresinde yalnız erkeklerin değil, her iki cinsin malı olan bir dünya bulacaktı; duygu yönünden babasına eğilim duysa bile ona duyacağı sevgiye bir güçsüzlük duygusu değil, bir yarışma isteği karışacaktı:; çalışma ve sporla değerini göstermesine izin verileceği için, oğlan çocuklarıyla etkin olarak yarışabileceği için elindeki vaatlerle ödünlenen erkeklik organı yokluğu “aşağılık duygusu” yaratmayacaktı; nitekim, kafasına böyle bir fikir sokulmasa ve erkekler kadar kadınlara da saygı duyması gerektiği öğretilse, oğlan çocuğunda da "büyüklük duygusu" olmayacaktı. Böylece, küçük kız, kendine hayranlık ve düş gibi kısır yollardan aşağılık duygusunu ödünlenmeye çalışmayacak, yaptığı işle ilgilenecek, her işe canla başla sarılacaktı".
Eğer özgür bir yetişkin insan geleceğine açık olsaydı, genç kızın erginlik çağının da tıpkı oğlanınki gibi kolayca aşılacaktı;
"Kız erkek bir arada okutulsaydı, o zaman, o yüce erkek efsanesi doğamayacaktı: günlük yaşamın içli dışlılığı ve hilesiz yarışlar ve cinsiyet şifresinin çözülmüş olması bu efsaneyi yıkmaya yetecekti. Karma öğretime yöneltilen suçlamaların, altında hep cinsel tabular yatmaktadır; oysa çocuktaki merak ve zevki yasaklamaya, bilinçaltına itmeye çalışmak boşunadır; böyle bir tutumla, olsa olsa birtakım doyurulmamış arzular, musallat fikirler, sinir bozuklukları doğurulur; genç kızların o aşırı duygululuğu kendi cinslerine duydukları ateşli sevgi, düşsel kara sevdalar ve bunların yanlarında getirdikleri bütün o saçmalıklar ve dağılmalar çok yaşanmayabilirdi. Erkeğe bir yarı tanrı değil de, yalnızca bir arkadaş, bir dost, bir eş gözüyle baktığı zaman, genç kızın en büyük kazancı, kendi varlığının sorumluluğunu yüklenmekten kaçmamak olacaktı."

Kadınlar «yapışkan»dırlar, erkeğin sırtına binerler ve bundan en çok kendileri acı duyarlar; çünkü yazgıları, yabancı bir organizmaya yapışıp onun iliğini kemiğini sömüren bir asalağınkine benzemektedir; onları da özerk bir organizmaya sahip kıldığımız, dünyayla boğuşacak, ondan kendi özlerini çıkaracak duruma geldikleri an, bağımlı olmaktan kurtulacaklardır: onlarla birlikte erkekler de tabi. Ve hiç kuşkusuz, o zaman, iki cins de daha sağlıklı olacaktır.

***

İnsanoğlu-kızı birbirlerinin gözlerinin içine ancak eşit seviyedeyken bakabilir ve onun göz bebeğini kendi şavkında görebilir.
zihni örer
---------------------------------------------------------
Yararlanılan eserler:
"kadın bağımsızlığa doğru/Simone de Beauvoir
değişimin diyalektiği ve devrim/Server Tanilli
------------------------------------------------
Ece Arı'nın  (Ak Parti'nin Fikir Kulübü gibi çalışan, Liberalizm-İslam ittifakı bir yapılanma olan)
beni davet ederek tartıştırdığı yorumlarımı, konuya yakınlığı nedeniyle,
buraya taşımayı uygun buldum.

Yazının ilgili bölümü:
KADINLAR HALK FIRKASI..
Evet, belki çoğumuzun zaman zaman aklımıza geldiği halde, “olmaz öyle şey” diyerek, dile getirmediğimiz, yada feminist damgası yiyerek horlanmasını muhtemel gördüğümüz, bir parti isminden bahsediyorum. 16 Haziran 1923 de kurulan, Mustafa Kemal’ i bile şaşırtan bu oluşuma, valilik tarafından kadınların siyasi temsili mümkün olmadığı gerekçesiyle, faaliyet izni verilmemiş..
Bizim gibi, demokrasiyi henüz tam manasıyla özümseyememiş ülkelerde, sadece kadınlardan müteşekkil bir partiye, ne kadar ihtiyaç vardır, tartışılabilir.
Fakat o yıllarda, böyle bir oluşuma liderlik edebilmiş, cesur yürek Nezihe Muhittin’i, allayıp pullayıp reklam edecek, destek olacak medya patronları da yokken, ve toplum olarak çok daha mutahassıp bir sosyal yapı mevcut iken, isim olarak da olsa, ortaya çıkabilmiş olması, insanı ister istemez şaşkına çeviriyor..
Hasılı, kendi adıma, muzip hayaller kurmadan edemiyorum..
Nezihe Muhittin, 2007 Türkiye’sinde yaşasaydı, ve 22 Temmuz seçimlerinde böyle bir parti ile yarışa girip, meclisteki sandalyelerin yarısını kapsaydı, hele bir de kabineyi kurup, Çankaya ya da kadın cumhurbaşkanı çıkartsaydı, değmeyin keyfime.
Ortalık güllük gülistanlık olur, Genelkurmayımız da rahat ederdi, Hudson Enstitüsü de..
Üstüne üstlük, istisnasız herkes, gece gündüz meclis tv izlerdi..
Ne gülüyorsunuz, fena mı olurdu yani?


 Yorumlar:
Yazan:zihni örer Tarih: Haz 23, 2007

Ece Hanım,
“Kadın Halk Partisi” başlığıyla, Türk toplumunun azgın yarasına parmak basarken, ayrıntıların, aslında daha özgür tartışılamayacağı gibi bir endişe taşımaktayım.
Konu, kadınların meclise girip-girmemesi olarak ele alınırsa, asıl sorunu ıskalamış olacağız!
Kadını tarihlerin yorgun savaşçısı olarak görmek zorundayız. Savaşma gücünü kendinde bulamayan, hep edilgenliğe mahkum olan kadersiz savaşçı.. “Adı bu yüzden yok” belki de…

Mustafa Kemal’in tepeden hediye ettiği temel haklarla savaştırılan kadınlar, aslında bindiği dalı kesmiş olduklarının farkında bile değiller.
Nüfusumuzun yarısı olan kadınların en az %80’i, ve bu yüzdeye “şefkat tahakkümlü” baskı kriterleri, 600 yıllık Osmanlı teokratik (yarı din) yönetiminin kültür empozesi, günümüze nerdeyse kalıp olarak taşınmıştır.
Bu durum aslında yalnızca bize has bir durum da değildir.

Eski Yunan’dan bugüne, kadına yöneltilen suçlamaların hepsinde neden bunca ortak nokta bulunduğunu anlamak kolaydır: kadının içinde bulunduğu durum, birtakım yüzeysel değişikliklere rağmen, hep aynı kalmıştır ve kadının «kişiliği» dediğimiz şeyi oluşturan da işe bu durumdur: kadın «dünya kurulalı beri içinde taşıdığı niteliklerin, içkinliğin kurbanıdır», kadının özünde yadsımacılık vardır, kadın ihtiyatlı ve eli sıkıdır, kadında doğruluk ve titizlik kavramı yoktur, kadın ahlak nedir bilmez, kadın en aşağılık anlamda çıkarcıdır, kadın yalancıdır, oyuncudur, hep kendini düşünür… Bütün bu sözlerde doğru bir yan vardır.
Yalnız, bütün bu davranışlar kadının hormonlarından gelmediği gibi, beyin hücrelerine doğmadan kazınmış da değildir: bunların hepsi, birer kalıp halinde, içinde bulunduğu durum tarafından yaratılmıştır*

Evet, dinlerin “kadın değerleri”, bu koyu paragrafı dikkate almadığından, son yüz yılın insan haklarıyla savaş durumuna düşmekten kurtulamamıştır.

Bu koşulları dikkate almayan kadın millet vekili olsa ne olur, olmasa ne olur.
Çok komik bulduğum Merve Kavakçı’nın kobay olarak türbana endekslenen “savaşı”, özellikle kadınların hangi gaspedilmiş tarihsel haklarını dile getirmiştir.


"Erkeğin akıl yürütmeleri, kadının yaşadığı somut ger çeğe uymaz.
 Frazer: «Erkekler tanrıları yaratır kadınlar -
bunlara tapar» der. Erkekler kendi yarattıkları putlar önünde tam bir inançla diz çökemezler: kadınlarsa yaşam yolunda o ulu heykellerden birine rastladılar mı
bunları hangi elin yarattığını düşünmeden, uslu uslu yere kapanırlar. Özellikle, Düzen’in Hak’kın bir önderde canlanmasından hoşlanırlar.

“Kocaya itaat, evinin kadını, eksik etek, eksik akıl, yarım miras, yarım şahitlik…” anlayışına karşı savaşmayan kadın modeli, ancak, modern dedkleri kapitalizmin vitrinlerine, klasikleri de örtünün altına gizlenebilir. Oradan, kasete alınmışları tekrarlar durular.
Tıpkı suna vidinliler ve ayşe böhürler gibi…

Yazan:zihni örer Tarih: Haz 25, 2007 Reply

“Kadın Halk Fırkası” başlığının, “özgür kadın-tutuklu kadın” kavramına sürüklemesi kaçınılmazdır.
Burada, politikaya girmesi gereken kadın sayısını gözlemlerken, yukarıda dediğim gibi, içinde bulunduğumuz sömürü sisteminin tıkanıklığını açmaya çalışma çabasından öteye gitmeyeceğini söylemeye çalışmıştım.
Bunu söylerken, kadının bu günkü dışlanan niteliklerinin, tarihteki cinsiyet ayrımcılığından kaynaklandığını demiştim.

Buradaki tartışmalarda görülüyor ki, kadına, tarihin yüklediği bu “statüko kilitli” misyonun korunma çabası sürmektedir. Buradaki arkadaşların yaklaşımlarının ise, biçimsel mantığın algısından öteye geçemediğini görüyorum. Oysa, diyalektik yaklaşımla, kadını bu günlere taşıyan değerlerin nedenleri üzerine yürünmesi gerektiğini saptayabiliriz.

İnsan haklarındaki kazanımlar, insanların örgütlenebildiği güç ölçüsünde kabul görmüştür. Öyle bir güç ki, geriye doğru gidildikçe, popüler güç olarak, “pazu” önde olduğundan, kadınların neden arka planda kaldıkları anlaşılmaktadır.
Sanayileşmeyle birlikte, reklam sektörü ve iş yeri monotonluğunu dikkate alan iş yeri sahipleri, kadınların da vitrine çıkması gerektiğini düşünmüş olmalı ki, kadınları (en azından iş yeri yolunda) D vitamini alır duruma getirmişlerdir.
Alınan bu D vitamini, ve bürodaki yaptıkları işin erkekten aşağı kalmaz yanını keşfettiklerinde, beyinde hangi dürtüleri kışkırttıysa, 1940’lı yıllardan sonra, feminist hareketi başlatma gereğini duymuşlardır.
Feminist harekete katıl(a)mayan kadınlar ise, erkek karşısında hileli eylemleri sürdürmeyi tercih etmiştir.
“zorbalığın bulunduğu her yerde, iki yüzlülük vardır; yasak ve kaçakçılık, aşk ile ticaretin ayrılmaz öğeleridir” diyor düşünür.
Bir de, tamamen statükoya eğilen kadın türleri vardır ki, onlar adına fazla söze gerek duymuyorum (şimdilik).
Yorumcuların, günümüz kadınının erkeğe eşit olmadığını anlatmaya çabalarken, bir de EŞİTLİK kavramındaki anlaşılmazlığın öne çıktığını görmekteyiz.

Kadın erkekten zayıftır, kadın erkekten daha iyi program yapamaz, kadın erkekten daha hızlı koşamaz, kadın….. gibi yaklaşımlara şaşmamak elde değil!
Eşitlikten anladığımız şey, fiziksel, duygusal, zekasal, eylemsel, bilimsel…vs kapasiteler (asla) değildir. Neden bu kısır yaklaşımlara tenezzül ederler anlamış değilim.
Kadın-erkek eşitliğinden kastedilen şey, cinsiyet farkından dolayı, temel insan haklarının eşitlenmesi anlayışıdır.
Buradaki yorumcuların diliyle gidersek, bir kadın bir başka kadına da eşit değildir. Bir erkek çocuktan bir kadın, fiziksel ve kültürel olarak daha fazla yeteneklere sahip olabilir. Bir erkek bir başka erkekten, ya da bir kadın birçok erkekten daha fazla yeteneklere sahip olabilir.
Bu eşitsizlikten dolayı, temel haklardan mahrum edilen erkek çocuk veya yetişkin bir erkek görülmüş müdür?
Evet görülmüştür. Ama farklı kulvarda görülmüştür. Kapitalizm, kadınlarını tamamını, erkeklerin de daha çok ahmaklarını sömürmüştür.

Sevgili Suat dostumun “değişen dünyada feminizm” başlıklı yazısına biraz göz gezdirdim ama, yazı uzun olduğundan, sonunu alamadım. Bu yüzden yorumlamaya gerek duymadım.
Elbette, düşünceler, kendini yenileyerek, asıl amacın İNSAN ONURUNU kurtarmaya yönelik olduğunu düşünüyoruz.
Bu yüzden, feminizm hareketini, insan hakları kapsamından daha özel bir yeri olduğundan dikkate almaktayım. Çünkü, buradaki değerlendirmelerden de görüldüğü gibi, kadına sadece “kadın cinsiyeti” ayırımının sürdüğünü düşünüyorum.
sevgi ve selamlar
***
Yazan:zihni örer Tarih: Haz 26, 2007 Reply

Ece Hanım’a cevap:

Zihni bey,
Değerli katkınız için çok teşekkür ederim..:)
Dinler genellemesini bir kenara bırakıp, islamiyeti baz alırsak;
müslüman kadının, islam öncesi dönemdeki kadından farklı olarak, yüceltildiğini ve daha önce sözkonusu olmayan pek çok hakkının da teslim edildiğini görüyoruz./Ece

Haklısın galiba! İslam dini o zaman bir devrim gerçekleştirmişti ama, daha sonra yerinde saymasının sorumluları kim ise, onları arayalım.

Daha sonraki dönemlerde, bu haklarından mahrum edildiyse, bunun suçlusu islam değil, belki islamCIlardır../Ece

Burası tamamen “arap saçı”. İyi niyetinize de saygım sonsuzdur. Ama, 6-7 asırlık karmaşıklığın sorumlusu, bulunamadığına göre, dinde reform yapabilecek güçlü beyinler de ortalıkta görülmediğine göre….?

Sizin de hemfikir olacağımıza emin olduğum şu ki;
kadını kapitalizm kadar aşağılayan ve pespaye haline getiren hiç bir sistem yoktur zannediyorum../Ece

Evet, ama Dinleri de kapitalizm ile özdeşleştirdiklerinde, (ki öyle yapıyorlar) durum ne olacak!
En son şu meşhur mayo reklamı olayında din eksenli yaygara koparıldığında, ses çıkartması gereken pek çok kadın kuruluşunun gıkı çıkmadı..!!
Konu mayo ve türban gibi giysileri aşmalıdır kadın haklarının erkeğe eşitlenmesi için.
Aşklar neden “sancılı ve de sonlu” oluyor dersin?
Kadın güçsüzlüğü değil, güçlülüğün içinde kendinden kaçmak değil, kendini bulabilmek; varolmaktan istifa etmek değil, varlığını olumlamak üzere sevebildiği gün aşk, hem kadın, hem de erkek için korkunç bir tehlike olmaktan çıkıp, bir yaşam kaynağı haline gelecektir demiş yazar.

Merve hanım eksenli olmasın..
Olayı başörtülü kadınlar üzerinden ele alalım..
Mecliste bulunmak istemeleri niçin tehlikelidir?
Defalarca dile getirdim, o kürsüye çıkabilen nice türbanlı(!!) erkek var iken, kadın üzerinden yaygara koparılması ne kadar adildir?/Ece

"türbanlı erkek" dediğin zaman, hak veriyorum sana.

Ayrıca, bir kısım kadınlar özgürlüğü hakediyor, bir kısım kadınlar haketmiyor demek, adil bir özgürlük anlayışı olabilir mi?/Ece

Bu yaklaşım çok çarpıcı geldi bana. Belki ilk kez, bu konudaki düşüncemi daha da olgunlaştırdım burada. Yani, “modern” dediğimiz kadın kapitalizmin vitrin süsü olarak algılandığı halde dikkat çekmiyorsa ve milletvekilliği sorgulanmıyorsa, TÜRBANLI KADINLARIN DA milletvekilliği sorgulanmamalıdır.
Sorgulanması gereken şey, kapitalizmin hangi fırsat ve kurumları kullanarak, insanları nasıl sömürdüğünü de-şifre etmektir.

İşte ben demokrasiye inancımı [bu ülkedeki..] bu yüzden yitirdim../Ece

“Kullanmayanın demokrasisini kullanırlar” bunu biliyoruz değil mi? Rönesans ve reformlar burada işe yarayacaktı….
sevgi ve saygılarımla..

iki katıyla Sevgili Ece

Yazan:zihni örer Tarih: Haz 27, 2007 Reply

Kadinin ozgurlesmesi? Kanun ile veya aydinlanma felsefesinin gayri tabii bir sekilde enjekte edilmesi ile olmaz. BURJUVALASMAKLA olur. Zihni Orer e tas atayim buradan :)))/Mehmet

 Sevgili mehmet(çik),
BURJUVALAŞMAKLa gelecek özgürlük(!), başkalarının köleleşmesine bağlı olduğundan, bu yaratılan (ya da hak edilen) özgürlük değil, transfer ya da vakumlu özgürlüktür(!)
Bu ünlem şudur:köle sahibi olan her efendi, her şeyden önce vicdanının esiridir. Ama dışa öyle yansıtmaz. Hastalıklı halini farklı gösterme çabaları, makam ve para egemenliği tutkusuyla dışa vurur.

Oysa asıl özü-gür-lük , “bireyin kendi kendisinin efendisi olabilmesidir”./epectefus
***

17.5.07

İŞ YERİ ÜRETİM SİSTEMLERİNDE YÖNETİM PRAMİTLERİ

wikiSosyalizM'de yayımlandı

Üretim sistemleri ana kurallarını, amacına göre bir ideolojiden alır.
 Sınırsız özel mülkiyet biriktirme hakkının olduğu üretim sistemlerindeki yönetim biçimi ile, mülkiyetin kollektif olduğu sistemlerdeki yönetim biçimi arasında fark vardır. En belirgin fark, iş ilişkisinin dizaynında görülür. Bu dizayn, üretim değerlerinin hangi yöne (ceplere) akacağı ile ilgili olduğu düşünülür. Yönetim hiyerarşisindeki diziliş basamakları da daha çok asıl muhatabın beklentisine ve sorgulama tehdidi varsayımına göre farklıdır.

Kapitalist Yönetim Örgütlenme piramidi
herşey dolar için, dolar patron için
resim buradan 
Bir işyerinde kapitalist örgütlenme modeliyle, en az maliyetle, en fazla üretimin, en kısa zamanda gerçekleştirilmesi amaçlanır.
Böylece işyeri sahibine, (pazarlama faktörü’nün de başarılı olduğunu varsayarsak) maksimum kar sağlanacağı düşünülür.
Yönetim örgütlenme piramitinde görüldüğü gibi, en altta işgören. Onun “sırtında” işgörenlerin arasından seçilen nezaretçi ve hepsinin sırtında kapitalizmin mantığına uygun olarak üst yönetim Patron vekilleri vardır.

İşyeri sahibi, çalışanların değil, kasanın başında duran adam olarak sembolize olur ve tek amacı, ne pahasına olursa olsun, sürdürülebilir kar dır. Burada çalışanların aldığı ücretler yarattığı değere değil, kasaya yakınlığına göre değişmektedir.

Çalışan-amir arasındaki iş ilişkileriyle, zorunlu–sahte- saygı, itaat ve kölelik ruhuna uygun davranışa alıştırılmaktadır.
İşgörenler mutlu oluyormuş gibi göründüğü sürece işinde kalabilmektedir.

--------------------------------------------
her şey makam koltuğu için
Kamu-Kapitalist yönetim örgütlenme piramidi

Kamu işyerleri her ne kadar sosyal amaçlı kurulmuş olsa da yönetim piramiti, kapitalist modele göre örgütlenmiştir. Ast-üst ilişkisinde disiplin, otokratik ve itaat kavramı dikkate alınarak kurulmaktadır.
Yönetim piramiti böyle öngörse de, disiplin ve itaat beklentilerini çalışma başarısı değil, çeşitli çıkar ilişkileri belirlemektedir.
Çıkar ilişkileriyse başta siyasi taraftarlık, hemşericilik, işyerinden avanta koparma ve suç ortaklığı ve bundan faydalanma isteği vs. çerçevesinde gelişir.

Kamu işyerleri “arpalık”olduğundan, üst yönetimin iş organizasyonu, araştırma, geliştirme, denetleme, pazarlama gibi kaygıları bulunmamakta. İşgörenler, zaman periyodunun dışında gelişi güzel, belki de onyıllar önce hazırlanan bir üretim programını geleneksel olarak sürdürürler; önünde buldukları görevi yerine getirmektedir. Değişen koşullara göre iş planı önemsenmez. Geleneksel olarak bir işçiden beklenen görev, bir başka
işçinin ona iş hazırlamasına bağlı olduğundan, bir başka işçi de diğerine iş hazırlar.
Üretimin son aşamasındaki bu yapılanma geriye doğru gidildiğinde, kolay ve torpilli işçilerin yığınağı haline gelmiş birimler görülür. Burada bir işçinin yapacağı iş kadrosunda on kişinin istihdam edildiği görülmektedir.
Üst yönetim, siyasi beklentilerinden dolayı, çalışanların en az yarısını, üretimden soyutlayarak, partisine taban nüve oluşturur. İşten kaytarma noktalarını dolduranlar, siyasetçilerin oy deposu denilen yer burasıdır.


Demokratik (özyönetim) örgütlenme piramidi

   Sosyalist üretim-yönetim sistemi de diyebileceğimiz bu modelde,(şekildeki gibi) kimse kimsenin sırtına basmamakta, her çalışanın ayakları yerde, işbölümü ve uzmanlık esasına göre iş ayrımı yapılmaktadır.
her şey herkes için

Sermayenin hem para, hem de politik iktidarı yere yatırılmış, her çalışana birbiriyle ve hedef noktaya doğru yarışma fırsatı yaratılmıştır.

Burada başarılı olmanın hareketi yükselme değil, ilerlemedir. Hayat ileriye doğru yaşandığından çalışanlar birbirlerinden soyutlanmamakta; varlıkta ayrıcalık mutluluk nedeni olmaktan çıkarılmaktadır.

Özyönetim, bir işyerinde işbölümümün demokratik esaslara göre paylaşılması ve somut faydaların çalışanlara adaletli dağıtımıyla motivasyon oluşturma anlayışı sağlar.

Öz yönetimde işletme müdürü, yönetim kurulu, denetim kurulu ve yönetim konseyi, işgörenlerin kendi aralarından seçtikleri kişilerden oluşur. Burada üretim araçlarına sahip bir işveren kesimi yoktur. Mülkiyet çalışanlara da ait değildir. Sosyal mülkiyet söz konusudur.

Örneğin; işyerinin karından çalışanlara refah payı (ve özendirme payı) verildiği gibi, aynı bölgede tüketici konseyleriyle iş birliği içinde, istihdamı yaratacak yatırımlar desteklenir ve yapılır.

Çalışan kişinin kendini üretim araçlarına tutsak olarak görme ve yabancılaşma duygusu, diğer yönetim modellerine göre büyük ölçüde kalkar. Topluma mal olmuş araçları toplum için kullanmanın, çalışana çalışma mutluluğu verdiği savunulur. Bunun sonucunda verimlilik arttığı gibi, çalışanın morali de yükselir.

Kamu ve özel sektörlerin tam arasında bir yerde bulunan yapı, çalışanlarının kendi kendini yönetmesi (özyönetim) bakımından sağlıklı bakış açıları getirmektedir. Özyönetimin, geleneksel iş yönetimi felsefelerine göre daha umut vadeden bir seçenek olduğunun farkına varanlar giderek artmaktadır.

ÖZET:
Kapitalist üretim modelinde toplam fayda, patronun bütçesine giren-çıkan arasındaki pozitif farka göre belirlenirken,

Kamu-kapitalist üretim modelinde geçinecek kadar iş sahibi olunmanın, hükümet partisine tekrar oy vermek için bir cazibe merkezi durumundan öte işlevi yoktur.

Her iki modelde de çoğunluğa varlık sağlamak yerine, sürekli umut sağlamak daha ucuz ve bağımlılığı artıran taktik olarak bakılır.
Öz yönetimde ise, yerel birimlerin özerkliği ile başka yerel birim kümelerinin (konseyler) arz-talep ilişkisi, üretim stratejisinin itici gücü olmaktadır.
Öz yönetim modelinde de bireyin zenginleşmesine fırsat vardır. Birey bu zenginliğini iki amaçla değerlendirir: Birincisi, yaşamını kolaylaştırabilecek tüm olanakları ekonomik gücü ölçüsünde sağlar. Kültürel ve sosyal gereksinimlerini dilediği kadar karşılar.
Tek yapamayacağı faaliyet, yaşamını aşacak (ölüm sonrası) zaman için biriktirme yapamayacaktır. Bu düzeye gelecek varlıklar, yaşayan neslin konforuna harcanacaktır.
Yeni doğan bir çocuğun bile temel gereksinimleri hazır olmuş olacaktır.
Burada belli bir düzeyden sonra, çalışma mesai süreleri kısılırak, sosyal yaşama daha fazla zaman yaratılmış olunacaktır.
Dolayısıyla, diğer düzenlerin bileşke (ortalama) refahından, Öz yönetim sisteminin refahı daha üst noktada olacaktır. Çünkü, burada “EGO”ların tatmini(sizliği)ne gidecek yatırım, toplumsal refahın alt yatırımına harcanacaktır.
Kapitalist ve kamu-kapitalist üretim modelinde, (şekildeki gibi) gelirin karşılığı yaşam düzleminden tepeye doğru akarken, "özyönetim üretim modeli"nde gelir, yatay, yani yaşam düzleminde kalmaktadır ki, bütün insanların erişebileceği bir düzlemdir burası.
Kamu ve kapitalist yönetimin tepeye topladığı getirilerin önemli bir kısmı asalakların geçimi ve konforuna harcandığı için, geriye dönen kısmı kamuda azlarak yok olmaktayken, kapitalist özel mülkiyette stoklanmaya gömülmektedir.
------------------------------------------------------------

ÖZ YÖNETİM KRİTİĞİ

Cumhuriyetforum'da, değerli dostum dr.ekinci ile tartıştığımız, Cumhuriyetforumun (şimdilik) kapanmış olması nedeniyle yukarıdaki ÖZYÖNETİM konusunun (kurtarabildiğim miktarını) kritiğini buraya tekrar alıyorum.

“Halbuki bu şirketi kim kuracak? Nasıl kurulacak? Kaynaklar nereden bulunacak? Çalışanları kimler olacak? “Sunulan özerk yönetim Çok ortaklı Anonim Şirket'e (A.Ş) benzemektedir.” /drekinci,

Hayır, anonim şirketlerde sahipler üretim sürecine katılmazlar. Onlar, kendilerini temsilen bir “koordinatör sınıf” oluşturarak işlerini yürütürler. İşlerinin bir kısmını, mevcut düzen içerisinde taşeronlara da yaptırırlar.

“Böyle bir şirketin sahibi tüm çalışanlar olacaktır diyorsunuz.”/ drekinci,

Hayır böyle de demiyorum.
“Bu sistemde üretim araçlarına sahip bir işveren kesimi yoktur. Mülkiyet çalışanlara da ait değildir. Sosyal mülkiyet söz konusudur.” Demiştim.

Bu soruların cevapları önemlidir”/ drekinci,

Evet önemlidir ve de up uzun bir konudur. Zaman içinde detayları burada açmayı umuyorum.
Kısaca değinirsek, bu sistemin erdemleri öncelikle emekçiler tarafından, (hiç olmazsa teorik yanı) anlaşılmalı.
“Şirket” sözcüğü yerine, “kolektif mülk” deyimi kullandığında, amacının özüne uygun olduğu daha kolay anlaşılacaktır.
En küçük birimden en tepedeki devlete kadar olan kademelerde KONSEYLER BASAMAĞInın, üretim, yatırım ve denetim etkinliklerinin içinde olduğunu düşünürsek, sorularınızın cevabını da basit yoldan vermiş oluruz.
Yorumunuzun geriye kalan kısımları, mevcut şistem içerisinde bir “öz yönetim” varsayımına dayandığından, kaygılarınızın da geçersiz olduğunu düşünüyorum.
Mevcut özel ya da kamu iş yerlerindeki çalışanların örgütsel yapısı bilindiği gibi, üç sınıftan oluşmaktadır: üreten, yöneten (kısmı kendi içinde 5-10 basamğa kadar çıkabilmekte) ve sahip.
Burada yöneten (koordinatör) sınıf, sahip adına bütün kararları alır ve uyguLATIR. Klasik üretim-yönetim modellerinde böyledir. Ancak, modern denilen üretim-yönetim biçimlerinde, “kalite kontrol çemberi” modeli uygulanmaya çalışılır ki bu, “öz yönetim” sisteminin sinsileştirilmiş ve sahte bir kopyasıdır.
Özel sektör yöneticileri sahibinden aldıkları yetkiyle, hem üretim yatırım-satış faaliyetini yürütürler, hem de alttakileri en ucuz çalıştırmanın (baskı dahil) her türlü taktiğini geliştirirler. Az yorulurlar ama çok para alırlar.
Bu sektörde kasanın en tepede olması ve kendilerinin de kasaya yakın durmasının anlamı şudur:
İşletmenin tek amacı (ne pahasına olursa olsun) kar'ını yükseltmektir.
Kamu*kapitalist sistemde ise, amaç işsizliği önlemek diye tanımlansa da, torpil ve iktidar partisine taban oluşturma amacı önceliği alır. Burada da hak edilmemiş kazançlar öncelik almıştır.
Şekilleri incelerseniz görülür ki, piramitde asıl üretenler en altta, diğerleri çalışanların üstündedir.

Özyönetim modelinde ise, dediğiniz amaçlar edinilmektedir. O üçgen piramidin tepesinden tutularak, yan yatırılmış bir konum alır. İşte DEVRİM budur. O zaman ne olur? Çalışanların ayakları gibi, koordinatörlerin ayakları da yere değer. Yani, onlar da üretim faaliyetlerinde yalnızca TARİF ve komuta ile yetineceğine, elini taşın altına sokarak, yani örnek olarak iyi üretmenin kılavuzluğunu yaparlar.
Bu modelin piramidi elbette üst yönetim, nezaretçi ve işçiler olarak üç-beş basamak olarak kalmayacaktır, işçiler ve konsey üyeleri olarak İki sınıfa inecektir. konsey üyeleri aynı zamanda üretimde de bulunacaklar. Belli zaman dilimlerinde raporların ve görüşlerini bildiren toplantılara katılacaktır.
Konsey üyeleri sabit olmayacak, işinde ehil olan ve sorunlara hakim olanlar arasından çalışanların oyu ile seçilecektir.
Öz yönetimden amaç belli kesimlerin parasının miktarını artırmak değil, kazanılmış olan paraların, öncelikle bulunduğu bölgenin ekonomik ve sosyal gereksinimlerini karşılayacak yatırımlara harcamak olacaktır.
Özyönetimin konsey halkaları ve onların aldığı kararların faydalı etkileri, göle atılan bir taşın kenara doğru yaptığı halkalara benzeyecektir. Sorunları çözüm aşamaları, içten dışa doğru ve ulus aşırı boyutlara kadar çıkacaktır. Tabi bu ivmeler, denge ve doyum sürecinde yaşanacaktır.

Kurulu bir fabrikada, bir işyerinde şu veya bu şekilde üretim organizasyonları düşünülebilir, uygulamaya koyulabilir. Ancak böyle bir fabrikanın kurulma aşamasında kaynak nerden bulunacaktır. Bulunan kaynak fabrikada hak iddia edecektir. ./dr.ekinci

Başka bir yazıda önce kamulaştırma demiştim.
Öncelikle sosyalist adımın atılması gerekiyor. Üretim araçları ve ulusal servet öncelikle kamulaştırılmalıdır. Daha sonraları, hazır kurulu fabrikaların faaliyetleri devam ederken, bir çeşit "havada ikmal" taktiği uygulanabilir. İş yerlerinin kurlu sermayesi ve genel giderleri bellidir önceden. Ulusal kaynaktan ayrılacak işletme faliyeti asgari fonu, iş yeri konseyinin kullanımına verilecektir. İş yeri konseyi, bu fonu yönetmelik çerçevesinde kullanacaktır. İşyeri kazancından ulusal havuza aktarılacak (bir çeşit vergi) miktarı, günün koşullarına ve makro-ekonomi gereklerine göre uzmanların vereceği karara bağlı olacaktır.

Bunu çalışanlara da veremezsiniz. Özelleşti. Özel bir patron aldı. Artık tüm karı zararı , üretim organisazyonu, pazarlaması, rekabeti vs bu patron sorumluluğuna girer. Artık burada özerk bir yönetim de kuramazsınız. Ne dersin?/ drekinci,

Sosyalizme geçiş bir devrim niteliği kazanacaksa (ki öyle olmazsa yaşatmazlar) servetin geçmişi sorgulanmalıdır. Biraz acıtır ama, eskisinden daha mutlu olma garantisi olacaktır.
Burada öz yönetimin ayrıntılarını ve pratik uygulamalarını anlatmak yerine, ana mantığını ortaya koymak niyetindeyiz. Yoksa, elbette her sektörün ve her zaman dilimin dayatacağı farklı koşullar olabilecektir. Bir uzmanlar kadrosunun ince ayrıntıları tartışıp, güncellemesi gereken bir düşüncedir.

Bir fabrika veya üretim kooperatifi daha kurulma aşamasındayken mutlaka bir kaynağa ihtiyaç duyar. Bu kaynak ise insanların birikimlerinden sağlanır. Birikimler ise bir başka alanda çalışmanın ürünüdür. (ya bir kapitalistin kapitalist işleyiş içinde çalıştırdığı işçilerin sömürüsüne dayalı birikim olabilir. Veya tek tek çalışanların ihtiyaç fazlası birikimlerinden olabilir. Birincisinde fabrikayı tek bir patron kurabilir. İkincisinde ise pek çok insanın kısıtlı birikimlerinden yaratılan kaynak olabilir./dr.ekinci

Sosyal demokrasinin kapitalizme hizmeti bu olsa gerek. Kooperatifçilik örneği...
Oysa, sosyalist sistemin ÖZ YÖNETİMİ’nin, bu günkü kooperatifçilik uygulamasından farkı, kolektif mülk ortaklarının çalışma zorunluluğu olmasıdır. Çok iyi bileceğiniz gibi, sosyalizmde çalışmadan kazanmak olmayacaktır. Özel durumlar hariçtir tabi.
Burada, Sosyalizme yumuşak geçişten söz ediyoruz. Egemenlere yutturabilirsek. Yutturamadığımız yerde başka seçenekler girmelidir devreye tabi.

“Tüm servetler öncelikle KAMULAŞTIRILMALIDIR” ön koşuluna bağlıyoruz ÖZ YÖNETİM uygulamalarını.
Kamunun elinde olan nakitler+kurulu iş yerleri+bunları işletecek teknik iş gücü bilgileri..vs, ülke çapında homojen bir dağılımla paylaştırılacaktır.
Devlet, "otokontrol mekanizması" olarak kullanacağı bir kaynağı elinde bulunduracaktır (merkez bankası gibi).
Yurt çapında işleyen (üreten) fabrikaların ya da başka sektörün tıkanan yerlerinde, (yerel kaynaklardan sağlanamayacak yardımları) devreye sokacaktır. Bu tür alışveriş arz ve talep işleri, birim konseylerinin bölge konseylerine ileteceği bilgiler doğrultusunda gerçekleşir Kaynak budur özetle.

Bahsettiğin özerk yönetim. Çalışanların sahibi olduğu üretim aracı ancak üretim kooperatifleri şeklinde olabilir. Böyle kooperatiflerde kaynağı üyeler verse bile çalışan durumda olmaları gerekmiyor. Dolayısıyla biraz soyut gibi kalıyor./ drekinci,

Fabrikayı kişiler kurmamaktadır ki, çalışmaMA hakkını kullanabilsin? Kolektif mülk demiştik. Üretim aracının ne tek başına sahibi, ne de mirasçısıdır. Sahip olduğu şey, üretim aracının (emeği karşılığındaki) getirisidir.

Şöyle bir örnekle açıklamaya çalışayım pastadan pay alma durumunu:
Marx ve Engels, toplumun en alt tabakası olarak proletaryanın, toplumun tümünü yükseltmedikçe kendisinin de yükselemeyeceğinin altını çizmektedir. (Engels and Marx, 2000[1848]:254)

Bütün çalışanların bir havuzun içerisinde, bir lastik botun üzerinde durduğunu düşünün (kolektif iş organizasyonu). Havuz fabrikadır. Bot, üretim aracıdır. Çünkü, üzerinde oturmaktadır. Amaç suya batmadan, (zarar etmeden) yükselmektir. Havuzdaki su ise, üretimden gelen kazançtır.
Havuza su akıtan musluğu açıyoruz (çalışıp üretmek). Havuza su doldukça, suyun seviyesi yükselecektir (kazanç). Suyun seviyesiyle birlikte botlar ve üzerindekiler de eşit yükselecektir( ekonomik büyüme). Yükselmedeki  hız, girişteki musluğun kapasitesine ve suyun debisine bağlı olacaktır. (yatırım-teknoloji-performans).
Havuzdaki su, botları rahat yüzdürecek düzeye (ortalama geçim düzeyine) geldiğinde, hatta havuz suyunun taştığında (kâr) taşkın suların, başka yatırım alanlarına oy birliği ve başka yerel konseylerin talebine göre kaydırılması sağlanacaktır.
Taşan suları kimse evindeki tanklarda stoklama yapamayacaktır (kapitalizm).

Bu havuzun fazlalıklarıyla yapılan başka yatırımlardan kar gelmesi gerektiğini söyleyeceksin?

Evet, asıl refah bu aşamadan sonra oluşacaktır. Yani, bu ikinci yatırımdan gelen getiriden payını alacak olan birinci havuz sahipleri, yaşam standartlarını bir basamak üste çıkarmış olacaklardır. Aynı zamanda, toplumun diğer işsiz kesimine ÜRETİM ARACI kazandırmıştır.
Yani, kazancının ana parası üretime geçtiğinde, ana para topluma terk edilmiş, kazancının belli oranı kendisine akmaya devam etmiştir.


“Halbuki bu şirketi kim kuracak? Nasıl kurulacak? Kaynaklar nereden bulunacak? Çalışanları kimler olacak?“Yani bir şekilde kurulmuş bir şirkete yönetim biçimi öneriyorsunuz”/ drekinci,

Mevcut sisteme hizmet eden, onun işini kolaylaştıracak bir öneri değildir bu sistem. Kaldı ki, üretenlerin özne (yönetimde) olmadığı bir (kapitalist) sistemde, öz yönetimden söz edilemez. Ancak, “Japon modeli” dediğimiz “kalite kontrol çemberi” modelleri uygulanabilir ki, avanak kitleler bunu hazmedebilir ancak. Çünkü, sektör başarılı olup da karını artırdığında, üreten sonuçtan pay alamazken, sektör zarar ettiğinde bedelini daha çok çalışanlara ödettirirler.

Kapitalist Yönetim Örgütlenme Piramidi ile Kamu Kapitalist Yönetim Örgütlenme Pramidi alt başlık yazı içeriklerinde, kasaya yakın bir yerde hanedanlık ve onun üyelerinin durumları gözden geçirildi sanırım

Kapitalist yönetim piramidinde en tepede duran üst yöneticiler, en fazla para alanlardır. Görevleri de aşağıdan yukarıya para aktarma faaliyetini yürütmektir.

Sevgili zihni
Kimse sermayesini alın fabrika kurun sizin olsun demez./ drekinci,

Elbette, zaten bu düzenin bunalımını aşmak için icat edilmiş bir sistem olarak önermek "uzatmaları oynamaktan” başka anlamı olamayacaktır.

İsdemir devlet aracılığı ile kuruldu. Devletin ve toplumun malı.

Adı toplumun da getirisi torpil mekanizmasında buharlaşıyor.

Sevgili zihni
Kişiler kurduğu fabrikada neden çalışmak zorunda olsun ki? Zaten bir başka alanda çalışmaktadırlar
Birikimleri bir başka alanda bir başka üretim için kaynak olmaktadır. Ve bu kaynaktan dolayı bir gelir elde etmeleri de doğal olmalıdır.

Evet gelir elde etmeleri doğaldır. Ancak, elde edilen gelirden kendisi “zenginleşme ya da refah” payını alırken, servet biriktirme yerine, eline geçmeden, yine içinde bulunduğu konsey tarafından alınacak kararlarla, daha çok istihdam yaratma eylemine girmesi koşuldur.
Kişinin sahipliğine akacak gelirin sınırı, kendi ömrü boyunca yaşayabileceği sınırsız tüketim karşılığıdır. Yapamayacağı tek şey ise, kendi ölümüyle birlikte sahip olamayacağı şey, üretim aracıdır.
Çünkü, üretim aracına sahip olanlar, bir kısım insan üzerinde egemenliğin ilk kurumu kurmuş olacaktır. Bu daha sonraları, (kapitalizmde olduğu gibi) siyasal egemenliğe ve toplumu her yönüyle kontrol altında tutmaya kadar gidecektir.
Başka deyişle biriken servet, daha doğmamış olan nesiller için değil, öncelikle yaşayan muhtaçlar için harcanacaktır. Sistem böyle devam ettiğinde doğal olarak, toplum, yeni doğacak çocukların dahi yaşamsal gereklerini garantiye almış olacaktır.

Sonuç itibariyle. Sosyalist bir kamulaştırma ve merkezi organizasyon şart. Ancak kamulaştırmada adaletsizlik olmaması için kamulaştırılan üretim araçlarını maddi karşılığı sahiplerine ödenerek, kamu tarafından satın alınarak yapılmalıdır./dr.ekinci

Sosyalizme geçiş bir devrim niteliği kazanacaksa (ki öyle olmazsa yaşatmazlar) servetin geçmişi sorgulanmalıdır. Biraz acıtır ama, eskisinden daha mutlu olma garantisi olacaktır.

Demokratik (özyönetim) Örgütlenme Pramidi alt başlığı içeriğinde ise eşitlik, hak, hukuk ve adalete uygun insanca yaşama ön görülmektedir. Bilmem yanlış mı düşünüyorum?/ drekinci,

Aynen düşündüğünüz gibi.

14.5.07

BİNDİĞİ DALI KESENLER



Uydur-kaydır konu kıvamında olsa da, mizah edebiyatına hizmetim olsun istedim.

Olayın aslı 80'li ya da 90'lı yıllarda ABD’de geçer. Ülkemizdeki benzer parçalarla bir araya getirdiğimizde, mizaha giden bir yol haritası çıkabilir düşüncesindeyim.

Lorel Badbit (yanlış yazmış olabilirim), kocasının çapkınlığından, sapıklığından ve saplantılarını engelleyememekten dolayı krize girmiş. Bu adamı kendime nasıl bağlarım da uslandırırım diye  günlerce, aylarca bir çözüm düşünmüş.
Kocasını bir şekilde ikna etmiş olacak ki, doktora gitmişler; kontrolde adamın hormonal kapasitesinin üst beyin kontrolünden çıktığı tespit edilmiş. Durum öyle olsa da, adam tedaviyi reddetmiş.

 Bir gece yine kadıncağızın uykusu kaçtığında sabaha kadar çözüm düşünmüş. Zor adamı hiçbir tedavi ve telkinin ikna edemediğine inandığından, o günün akşamında bir uyku hapıyla adamı komaya sokup, erkeklik organını kökünden kesmeye karar vermiş. Ve dediğini yapmış.

Böyle bir olayın kamuoyuna ilk kez taşmış olması, hukuksal, psikolojik, sosyolojik, edebiyat, ahlaksal, etik, metik… ne varsa yaşam kurallarına dair, her konuya vurulmuş, sınır ötesi tartışma konusu olmuş.




Bizde de çok şey yazılıp söylense de, Aziz Nesin’in bu konuda ne düşündüğünü merak edip sormuşlar:

"Üstad, herkes bir şeyler diyor, sen ne diyorsun bu işe?  Türk erkekleri karısını aldattığında, sapıttığında, Türk kadınları böyle mücadele ve cesaret örneği verebilirler mi?


Aziz Nesin cevap vermiş, "Türk kadınları hoca fetvası üzerine yaşarlar. Bu yüzden benim gibi ateyizleri değil, Nasreddin gibi Hoca'ları dinlerler, 2.3. ve 4.lüğü kabullenir, yine de bindiği dalı kesmezler"



Zihni Örer

not:itü sözlükçüler 6. şıktaki ni buradan koparmışlar yine. evde kalasıca aysigma!

1.4.07

toplumların talep-dönüşümü süreçleri

ÖZET OLARAK

1-Geleneksel Toplumda:

İŞLEM MANTIĞI:1+1=1 insan eder

İŞLEM SONUÇ NEDENLERİ: Egemen olan krallar ve derebeyler, insan topluluğunu bir sürü gibi görürler. Emretmenin ve itaatın dışında bir iletişim şekli geçerli değildir. İŞ YOK İNSAN ÇOK, az ile yetinme kaygısızlığı ve örgütsüz toplum.

BEYİN HAREKETİ : Beyin hareketine ihtiyaç yok. Sadece bedensel itaat için koşullanmak var. “iman” bu toprağın ürünü olsa gerek.

SONUÇ: Geleceğe, sorumsuz, isteksiz ve yoksul bir toplum devreder.


2-Sanayi toplumunda:

İŞLEM MANTIĞI :1+1=2 insan eder

İŞLEM SONUÇ NEDENLERİ: Sanayi toplumunda çoğulculuk önemlidir. Ağır sanayide büyük işler çok sayıda insan gücüyle yapılabilir. Belki de “birlikten kuvvet doğar” sözü ve “beygir gücü kavramı” daha çok, bu dönem için geçerlidir. İş ağır, insan çok, ücret düşük, makineye köle gerek.

BEYİN HAREKETİ:Yönetici, beyninin sol lob komutuyla para hesabı yaparken, çalışanlar, beynin sağ lob komutuyla duygusal-romantik dünya ile yetinirler. Güncel ihtiyaçların karşılanması yeterlidir.
Zamanla, artan ihtiyaçların farkına varırlar, yeni talepler ve örgütlenme düşünceleri gelişir.

SONUÇ: Zengin-yoksul ikileminde süren bir hayat ve sınıfların egemenlik savaşları politik arenada sürer. Çalışanların sosyal güvenlik talepleri artmaya başlar. Örgütlenmenin önemi fark edilir.

3-Bilgi toplumunda:

İŞLEM MANTIĞI: 1+1=3 …ya da, 4,5, 6 insan eder

İŞLEM SONUÇ NEDENLERİ: Teknolojinin milenyum hızıyla geliştiği günümüzde, yaratıcılığın ortaya çıkarılması için beygir gücü yerine beyin gücü daha fazla önemsenir. BİLGİ VE ÜSTÜN PERFORMANSA GEREKSİNİM VARdır.
Örgütlü çalışanlar ile başa çıkmak zordur ve masraflıdır.
Verimi 3, direnme ve isteme gücü 1 olan daha karlıdır.
Benim karım (param) çoğalsın, altta kalanın canı çıksın anlayışı egemendir.


BEYİN HAREKETİ: Beyindeki duygusal zeka (EQ)’yı çalıştıran sağ lob’uyla, mantıksal zeka (IQ)’yı çalıştıran sol lob’unun fonksiyonlarının bütünleşmesiyle, sayısal-sözel yetenekleri taşıyan multi fonksiyonlu uzmanlık oluşur.

SONUÇ: Çalışma yaşamında sosyalleştirmenin hilesi bulunmuştur. Süpermen modeli yönetici-uzman insan modeli peşine koşturulur. Empatik ve sinerjik ilişkiyi “az”a razı etmekte ve ürününü ytturabilmekte kullanabilen yani,
Psikolog-Mühendis-pazarlamacı özelliğinde bir insan ortaya çıkar.

açıklama devam edecek






18.3.07

SOBELENDİM

SOBELENDİM, GÖREVİMİ YAPTIM
Bende Zihni Beyi sobeliyorum o zaman.Zihni Bey , eger kabul ederseniz, siz hangi esyalarinizi kullanmayi daha cok seviyormussunuz ögrenelim bakalim...
denmişti,

BURAYA TIK DE zaman ayırdığım konular resimlensin (söz ile değil, maus ile:))

Taşı kime atsam?
En esrarengiz olan kimler var listemde?

XSİ
eleştiri uzmanı, daha sonra "kritize"ye daveyt edeceğim. İyi bir i,nsan.

KNZ Mekanına sık uğramasa da bir şans? Knz yüreği en iyi için çarpan iyi bir dost.

MİSAL konuksever ve dostcanlısı cici bir kız.

yeterli sanırım. neverland 3 demişti.

Sobelendiniz bay ve bayanlar.
Beklemekteyim.

16.3.07

"BLOG" VE GÜNÜN YAZISI

"Blog",  günlük tutma anlamına gelirmiş. Günlük tutmak bir anlamda kişinin kendinde olup biteni topluma yansıtmasına ve kişiliklerin en özgün yanıyla sunulmasına yarayan, toplumsal orkestranın melodik ritmini belirleyen bir fırsatlar teknolojisi.

Kağıt ve daha ötesinde ağaç katline giden yolun önemli oranda kapanmasını sağlayacak bir elektronik devrim gibi... profesyıonel yazarlığa atılacak adımların ilk basamağı ve kitap basımevi lobilerinin de bir anlamda kaprislerinin kırılmasına yarayan fırsaltlar bütünü.

Günlük hayata dair sosyal paylaşım, haberleşme,  amatörce ve maliyeti en düşük çapta topluma kendinden birşeyler katma fırsatı... velhasıl blog kısaca var olmanın  mikro fırsatı olarak topluma kendinden birşeyler katmayı kışkırtan bir araç olarak bakabiliriz.


günün yazısı

Duygularımın refleksine gün ışığı düştü bu gün.

Yaşamın canlı kalma kılıfına iç yaptığım anlam, yörüngemde turlar atmaya başladı.
Kuantumun kulakları çınlarcasına, güneşin fotonlarına çarpan mağnetizmam, miktarı bilinmedik enerjilere boğdu beni.
Saksıdaki sardunyalarımın cilvesine "nü" çeken, penceremde sevişen kumruların şahitliğine sığınmanın rahatlığındaki kıvancım, duygularımın bileşkesini kurmaya yetti.

Ertelemişim sanki ciğerimi yakan ve sağ duyuma sol çakan çirkinliklerin görüntüsünü! Mantığımın arada bir bahar uykusuna tatil çekmesi elimden çıkabilmekte.
Duygularımın ılık-ataklığı, yağmur öncesi sisin yarı saydamlığına çanak tuttu sanki.
Yoksa, gerçeklerin süzmesiz görüş alanını miyoplaştırma fark edişsizliğine dalmışlık mı?...

Ne ise, bir tad, bir uçukluk, bir melankoli sıcaklığının örtbas ettiği dinginlik….
Müzikler bir başka çalıyor bu gün.
Bütün renkler, 301’den yargılanmaya gönüllü...

Enflasyon ve sevgisizlerin tansiyonu, Evangeline Lilly’nin mayosunda
Ama no money nobody’de
Kedilerin ibadeti “Mart”tın, ozon canavarına yenik düşmesiydi belki de yitirme korkusunu aşka çeviren.
Vuralım gitarın tellerine bu gün, bir günlüğüne “serseri” olmaktan ne çıkar.

5.3.07

TOPRAKTAN BETONARMEYE YOLUM




.........Başka dünyaların da varlığını görebildiğimiz tek pencere, pilli radyomuzun hoperlörüydü. Çocuk aklımzla, radyodan gelen seslerin, kasanın içinde mekan tutmuş, cin-peri olduğunu düşünmek kaçınılmazdı.  Cin-peri, çocuk aklını zapt etmenin en ucuz araçlarından biri olarak, daha öncelerden yüreğimizin taze köşegenlerine  monte edilmişti . Hep karanlıklarda, gizli yerlerde saklanan cellatlarımızdı onlar. Özellikle kadın ve çocukları "hızaya getirebilme"nin dini şantajlarından biriydi. Büyüklerin hayatını, değerlerini, inançlarını dayatmanın alternatif sopalarındandı "cin-peri-şeytan" üçlüsü. Gelenek kelepçesinde kıvranan büyüklerimizin tarzını taklit etmek, hayatımızın en katlanılabilir çerçevesi sayılırdı......

  İlk Okul sevdamızı "vatan sevgisine" ittiren güçler "başka dünya" varlığına hayal kurmamızı engellemeye bir araç icat edemiyorlardı.  Bu fırsatı ganimet bilerek, uygarlık yolculuğunun işaret taşlarını böyle döşeyebilmemi kışkırtıyorlardı adeta.
....................
On yaşımda köyün gelinlik kızlarının çeyizlik işleme bezlerine resimler çizerken, kabımın darlığının farkına varıyor, yörenin kapanıklığına ve karanlığına inat, farka koşmanın güdüsüyle coşuyordum.

Tükenmez kalemle beyaz işleme bez üzerine çizdiğim resimler daha çok, hız ve emeği simgeleyen at resmiydi. Sonra sevgiyi, aşkı, temiz duyguları, sıcakkanlılığı, çiçek ve tomurcukları bağrında taşıyan baharın renklerini… daha başka, özgürlüğü, masumluğu, toplumculuk ritmini ve geniş çaplı gözlemciliği simgeleyen kuş resmini….

Çizdiğim resimlerin sıfatları çocukça öngörünün işaretleri değil, içime yansıyan uygarlık ışığının dürtüsü olsa gerekti.
Gelinlik kızların, çeyiz bezlerindeki çizgi üzerine iplikle işlediği nakışlar, dar bölgede içine gömülmüşlüğün, aşkın ve duygusal açılımın, erkeklerinin kör tarafından uzatılmış, bez üzerine düşen hayalleriydi. Baba tarafından başlık parasına satılacağının çelişkisine aldırmayacak kadar mutlu kızlar.
Bu sanat dayanışmasıyla genç kızların bir çeşit sırdaşlıklarını kazanmanın ödülünü, iplikten boşalan makaranın sahibi olmakla kazanıyordum. Bu makaralar ileri yıllarda zorlanacak bir kapının habercisi gibiydi.
Makarayı duvarda yürütmek projesi…..
Çelişkilerin ve yoklukların hayallere ket vurduğu bulanıklık kamçı mıydı, yoksa sürtünme mi bilemiyordum.
Kağnı arabalarına koşulan, sırtı nodurdan yaralanmış öküzlerin isminden önce “..afedersiniz..”ifadesi ve ağır yükün altında düştüğü zaman, kesilip etinin yendiği ve kent yaşamına girdikten sonra göreceğim, “aslan, kurt ve tilki” gibi asalak karakterlerin egemenliği ve benzer bir sürü şeyler?

Dinamizm, ilerleme, yenilik, yaşamda ne varsa kavrama, ona dokunma ve yenisini yaratma güdüsü, ham hayallerimin işlenmesine istekliliğim, ardımdan esen yelin itkisiydi.
O bir teknoloji büyüsüydü, o bir hız ve özgürlük müydü? Yoksa kırmızı atımın toprak yollardaki rahfan gidişinden daha fazlası mı?
Okuma sevdası böyle doğdu içimde. Tarlanın beden gücüne bağımlılığıyla, bedenimin okuma sevdasına bağımlılığında, aşığın platonik tutkunluğundan habersiz olan sevgiliyi oynamak kalıyordu bana.

Makara resim öyküsü bu yola çoktan itmişti beni. Yerin yedi kat dibinden, yer yüzüne kaç milim çıkabileceğimin de gururu....
Toprak ve Betonarme arasındaki yol, bize reva görülen, dayanacağımız hayat diye elimize tutuşturulan, iki ucu boklu değnek değil miydi!

Topraktan fırlayıp betonarmeye savrulan hayat kütlem aklımı şüphe, itiraz, isyan ve yeni arayışlara yoruyordu.
Kültürel ve siyasal gelenek, din ve bunların öznesi olan zenginliğin gücü sopa gibi tepemizde duruyorken...

O kültürün hayattan tad alma kompleksine etkisini törpüledi. Paylaşılanlar ile paylaşılamayanlar arasındaki farkın şifresine çomak sokabilmeyi çoktan tetikledi.
"Acıları bal eylemeye" katlanma sabrının, platonik aşkların ve arabesk hayatların kökü üzerindeki toprak kalkmalıydı; yerine beton kütleler dökülmeliydi.
..........................
Sürekliliğini boşvermişlik ile boşbulmuşluk arasındaki kör döngüden alan baskın kültürün gizine mum ışığı yakabilmek için, aşk ve kan testine vurduğumuz bir başın tansiyonu olacak bu öykü....

Kaderden düşünceye, düşünceden eyleme, eylemden güvenlik gereksinimine uzanan bir yolun hikayesi...

Küçük ayrıntılar:

BURADA ve BURADA
daha küçükleri-genel:burada

24.1.07

MİLLİYETÇİLİK

Milliyetçilik:"Kendi ulusuna bağlılığının uluslararası ilkelere bağlılıktan ya da bireysel çıkarlardan daha önemli olduğunu ileri süren görüş"
ve
"kendi milletini sevmek" diye özetlenebilirse, bu sözcüğün üzerinde felsefe yapmaya değer ve kelimenin önündeki yaldızlı perdenin ardındakileri de görmek, yaldızlı perdenin "önyargıya çanak tutmasını engelleyebilir.

Öncelikle, karargahı dışarda olan emperyalizmin sivri dişlerine karşı ilk dikilecek tavır, MİLLİYETÇİLİKtir.
(Geleneksel (doğmatik) milliyetçilikte bunun tersi olması daha olasıdır. Kör milliyetçiliği emperyalizmin avlama olanağı daha yüksektir. Örnekleri de yaşanmıştır bu durumun.)

Miliyetçilik ancak oraya kadar. Çünkü, insanlar artık bulunduğu coğrafyalara sığmayacak kadar artma doğrultusundadır. Doğaya yayılma ve egemen olma iddiasını milliyetçilikle sürdüremez. Milliyetçiliğin buradan sonrası, sınır engellerinin yükseltilmesiyse, ki başka şey olamaz, başka ulusların iyilerinin farkında olamamak büyük kayıptır.
Bu anlamda, kendi milletimin kötüsünden, başka milletlerin iyisi benim için iyidir. Daha açıkçası, kendi milletimin insanlığa zararlı olanlarından, başka milletlerin insanlığa yararlı olanlarını yeğlerim.

Siyasal, geleneksel, liberal, yayılmacı milliyetçiliğin birbirine dönüşme olasılığı çok fazla olduğu düşünülür. Bireyi tamamen devlet karşısında yok sayar.
Oysa sosyalizmin kollektifçiliği böyle değildir. O özgürlüğü her şeyin önünde tutan " özgür bireylerin oluşturduğu bir topluluktur."

Milliyetçilik kuruntunun bataklığını besleyemeye elverişli bir anlayıştır.
Milliyetçilik, evrensel değerlerin önemini kıskanmaya, kendi içinde doğmayan üstün değerlere değer vermemeye elverişli bir anlayıştır.
Milliyetçilik, işbirliği değil, kıskançlık ve nefret üzerine kurulu rekabetin ruhunu taşır bağrında.

Bunlara rağmen, ANTİ MİLLİYETÇİLİK, kendi milletinin insanlarından nefret etme anlayışı ASLA DEĞİLDİR.
Nasıl ki göle atılan bir taş düştüğü yerden kenara doğru yayılan halkalar yapar, göl kenarına kadar halkalar büyüyerek genişler; milliyetçiliğin hareket alanı bu kadar sınırlı ve yereldir.
Bir okyanusa atılan taş için de geçerli olmaz milliyetçiliğin bakış açısı.
Dedim ya yukarıda, milliyetçiliğin doyum noktasından sonra hedef büyültülmezse, kısırlaşmaya başlar.
Hedefin büyültülmesi ise, enternasyonalizmi zorunlu kılar.
z.ö.

8.1.07

demokraside seçmen akordu

bir teori


Bir odacılık mesleğinde tahsil aranırken,
Bir şirket, çalıştıracağı insanda eğitim ararken,
Hayatın bir çok alanında eğitim zorunlu tutulurken,
Toplumu yönetecek ve yaşamsal geleceğini güvenceye alacak bir hükümetin çıkarılması neden cahil çoğunluğun kararına terk edilsin?
Neden cahillik ödüllendirilsin?
Cahillik kişinin elinde değil, sistemin çarkında yuvalanmıştır diyebilirsiniz.
Öyleyse, bu sistemin çarkına çomak sokmanın da bir ateşleyicisi olsun bu teori.

Bu kadar sıradan bir iş midir hükümet belirleme işi?
Bilgisiz-kaygısız insanların, kendine yararı olamayanların, hakkını aramayı bilmeyenlerin bu ülkeye yararı olacakları seçmede nasıl doğru karar verebilir?

Ehliyet eğitimini almamış bir insana nasıl araba kullanma yetki ve hakkını vermiyorsanız,
Eğitim düzeyine de seçme hakkını “orantılı” vermelisiniz.
Çünkü, biri bilgisizlikten dolayı kendi canı ve birkaç canı yok etme riski taşıdığı halde,
ikincisi, bir neslin geleceğini yok etme riski taşımaktadır.

Bu önerinin, temel insan haklarını zedeleyeceğini asla düşünmüyorum. Kaldı ki mevcut durum, temel toplum haklarını ve dolayısıyla insan haklarını arama mekanizması olan bilgi edinmeyi fazlasıyla ihlal etmektedir.
Ehliyetli insanların toplumu yönetmesi, ayrıca cahilliğin de ortadan kalkmasına,
toplumun her zaman daha ehliyetli insanlar tarafından yönetilmesine, kalkınmanın ve genel yararın daha hızlı kazanılmasına katkı sağlayacaktır. Oyunun oranını beğenmeyen kişi kendini bilgililer havuzuna atmak için azıcık çaba sarf edecektir.
 Bir şirket ya da kamu yöneticisi çalışanını terfi ettirmek ve daha kaliteli sonuç almak  için iş bilgisinin geliştirilmesini isteyebiliyorsa, demokrasinin asgari kültürünü edinmek için de bir müeyyidesi, kışkırtıcısı olmalıdır.

.................
Bu yazının bu sayfaya yazılış tarihi (yukarıda görüldüğü gibi):
 8/1/2007
Manken Aysun Kayacı'nın NTV'de konuştuğu tarik ve sözleri, benim yazımdan yaklaşık 1 yıl sonra:

27 Mart 2008 tarihinde NTV'de yayınlanan Haydi Gel Bizimle Ol adlı programda Kayacı, “Ben demokrasiyi de sorguluyorum vergi veriyorum niye vergisini vermeyen, çok özür dilerim herkes üstüme gelecek ama kalıp olarak söylüyorum, 'dağdaki çobanla' benim oyum eşit mesela, niye?

https://tr.wikipedia.org/wiki/Aysun_Kayac%C4%B1#:~:text=27%20Mart%202008%20tarihinde%20NTV,benim%20oyum%20e%C5%9Fit%20mesela%2C%20niye%3F

Bekir Coşkun ise "göbeğini kaşıyan adam" başlığıyla Hürriyet'te yazdığı makale tarhi:Mayıs 03, 2007 00:31 (benden 4 ay sonra yazmıştır.
https://www.hurriyet.com.tr/gobegini-kasiyan-adam-6449176

***
Görüldüğü gibi, yazılanların içeriği bire bir aynı olmasa da, benzer konuya dokunan ilk yazı bu sayfada yazılmıştır./Araştırma tarihi:16/10/2023

not:bir yıl sonra aynı konu: BURADA
tartışılıyor.

16.12.06

bir AŞK kritiği


sevgililer gününde, Haberalanya Gazetesi'nde yayınlandı











14 Şubat’ın “sevgililer günü ilan edilmesinin özel nedenini bilmiyorum ama, neden bir kış ayına rastladığı, “ya ocak ısıtır ya kucak” özdeyişine götürüyor insanı.
Hani,
KEDİLERİN “Mart sevdası”ndan esinlenilse?...
Damardan akan kanın fıkıf fıkır kaynadığı iki sevgili, yine kucak muhabbetinde farklı keyif çatarlardı.
İki sevgili
KEDİNİN damdan dama uzun atlama rekorunun ve yüksekten düşme riskinin, aşka doğru orantısından başka ne olabilirdi bu ay?
Çiçek özlerinin, arıların hortumlarına çektiği cilvenin esprisi, Mart ile Güneşin ittifakına bağlanabilir ancak. Bu ittifak protokolü, arı-çiçek-insan arasındaki “afro-dizayn” problemi de çözer aynı zamanda. Ve sonra, temel içgüdüyü gıdıklayan sihirli bir maddenin ortaya çıkmasını sağlar. O “kara kovan balıdır”. Muz liginde bir afrodizyak..
İşte sevgi ve sevgili kavramına giden başka yol.
Sokrates’e sormuşlar,
-Hocam, erkekler kadınların ellerini neden öperler?
-Eee, bir yerlerden başlamak gerekir, demiş.
Sevgili olmanın icraatları bunlarla sınırlı değil elbette.
“Gülü soluncaya, seni ölünceye kadar..” sevme ilhamı yine bahar müjdesinden alınmış olunmalı. “Güller ve dudaklar” adına yazılmış olan romanlar da öyle. Sokrates’in fetvası ise olayın bir turunun finali olabilir belki.
Demek istiyorum ki, “aşk” gibi kutsal bir dinamitin patlatılabileceği zaman-mekan ve diğer koşullar da önemlidir.


Antrenmansız sevgililerin yalnızca sevgililer gününde “seni seviyorum” demesi, dilin hamlamasına neden olabilir; ama çiçek satıcıların sevgilileri hariç.
Aşk ilhamı- sevmek bilmeyi, bu iki eylemi sürdürebilmek de sanatsal yeteneği gerektirir.
Bir sağlıklı insan sevme yeteneğine sahip olabilir; iki sağlıklı insan ise sevgili olabilir.
Gençliğinde aşk vurgununa yenilenler, yaşlılıkta kalp krizini yenerler (bu reçete de benden).
“Bir gün sevgili olmak yerine, her gün sevgili kalabilmenin” örgütsel politikasını kadınlar yapmalıdır. Çünkü erkekler bu sırada dünyayı kurmakla meşguldürler.
Alman Yeşiller Partisi yöneticileri bir seçim propagandasında bir afiş hazırlamışlar:
-İki sevgili, gözleri kapalı olarak öpüşürlerken çekilmiş bir fotoğraf ve altında iri harflerle şunlar yazılıymış,
-Ey sevgililer, öpüşürken odaklanmak için gözlerinizi böyle kapatın, ama oy verirken asla!!!
Belki o zaman dört mevsim sevgili kalmanın yolu bulunur.
Zihni örer

7.12.06

ÖZGÜRLÜK HAKKINDA

İÇ ÖZGÜRLÜK, BİR İNSANIN KENDİ GELİŞMESİNDE SÖZ SAHİBİ OLABİLME KAPASİTESİ.
DIŞ ÖZGÜRLÜK İSE, BİR İNSANIN KENDİ GELİŞMESİNDE SÖZ SAHİBİ OLABİLME KAPASİTESİNE AÇABİLDİĞİ FIRSAT.
İÇ ÖZGÜRLÜK KİŞİNİN KENDİ “ÇAPIYLA” İLGİLİ,
DIŞ ÖZGÜRLÜK, TOPLUMSAL İTTİFAKIN OLANAKLARIYLA…

Motoru: beyin,
yakıtı: bilgi,
yolu: kolektif yaşam alanı,
hızı:kültürel cesaret ve estetetiği

olan "özgürlüğü" herhangibir yol aracına benzetirsek,

ONU VERİMLİ KULLANABİLMEK İÇİN:?

EHLİYET GEREKLİDİR.
Ancak, ehliyet verilmez,
alınır.

Özgür bireyi martıya benzetenler de var. “Martılar yüksek uçar”.
Ne kadar yüksekten uçarsa, o kadar geniş görür” anlamında…
Oysa yüksekten uçmak özgürlük değil, yalnızlıktır.

23.11.06

SİGARAYLA ERKEN ÖLÜM











Sigara içmediğimden, “hava” atıyorum içenlere;
çünkü oksijen artığı, fazlası var ciğerimde.


Beyazı fark etmek için siyahı sevmeliyim.
Ama o yalnızca gecelerimde,
sevgili rüyasına kapanacağım zamanda kalmalı…

Dumanın siyahı, gözlerimi ömürlük uykuya kapattırma hasretinde.
Acilen kursağına gömmeliyim hevesini.

“Gözümde tütmek” sevdiğime özlemin deyimi olmuştu.
Gözümün önünde tüten sigara “zamansız ölümün özlemiyse” kalsın!

Sigara içmemeyi bir rastlantı kolaycılığına bağlamadım hiçbir zaman.
Çünkü sigaraya başlamamak bırakmaktan daha kolaydı da ondan.
Kolay olanı seçerek, zor olanı başardım.

14 yaşlarımın çocuksu tarafına çeken mıknatısıyla,
erginliğe ittiren gücün, sigara dumanı saydamsızlığında sürmesine izin vermedim.

Sigara nikotini moralimdeki bir boşluğu doldurmayacaktı ki
bulduğu boşluğun duvarlarına ölümün resmini asacaktı.
Ve ömrümün oksijen yolunu sım sıkı daraltacaktı.

Ölümden korktuğumdan değil,
pisi pisine ölmek ne acı be annem!

Ölümü hızlandırmak için idam kendiri soluk borusunun dışına takılırken,
Nikotin kendirinin soluk borusuna içerden takılması ne fark ederdi ki?
Birinci idamda yedi ceddim ağlayacakken,
ikinci idamda neden susacaktı herkes?

Hiçbir neden bana,
“enayilik plaketi”ni sigara isinden çizilmiş kara tablo olarak sunamadı.
Müzik aletlerinin oktavlarındaki stressavar melodilerle,
kitaplığımdaki her soruya cevabı olan bilgilerle
onu duvardan düşüreceğimi anladı.

Sigara, hırsız sevgiliyi oynayacaktı sahnemde;
öpüşürken keyfe odaklanabilmem için gözlerimi kapatacaktı,
sonra göğsümün sol cebindeki ömrümün altın yıllarını çalacaktı.
Hiçbir zaman pas vermedim, peşimde pas tuttu her zaman.
Zihni örer

20.11.06

hayat


Düşünün ki bir ağaçtır insan,
kökleri DÜN,
gövdesi BUGÜN,
dalları YARIN olsun.

İnsan ki
en az bir ağaç kadar PANİKSİZ olsun.
z.ö.

27.10.06

EŞİTLİK ÜZERİNE

iş tutan-şefkatli el
sille vuran faşist el

Eşitlik istiyoruz” diyenlere, “beş parmağın beşi bir mi” diyorlar. Devam ediyorlar eşitlik isteğinin çürütülmesine; şiirselliğin estetiğine sığınarak:“Sen ağa ben ağa, bu ineği kim sağa”

Kısaca “eşitlik eyi bir şey değildir” demeye getiriyorlar.

Oysa düşünmüyorlar ki eşitlik isteyenler, “eli iş tutanlardır”.

Oysa bilmiyorlar ki, iş tutarken iş aleti avuç içine alınır.

İş aleti avuç içine alınırken beş parmağın beşi de yumulur.

Yumulan parmakların boyuna bir bakın hele? Eşit olduğunu göreceksiniz

Hadi bir deneyin, görün, iş tutar gibi yapın parmaklarınızı; ya da bir kalem tutun.

Göreceksiniz kalemin çapında kenetlendiğini beş parmağınızın.

Ve düşünce ürünlerinin mürekkep biçiminde aktığını... ya da aletin sapını...

alın terinin toprağı suladığını... parmak uçlarınızın birbiriyle koklaştığını...

Oysa iş tutmayan parmaklar, tokat atan, tokat atar gibi duran, tokat atma hastalığına yakalanan, açık ve düz parmaklardır.

Asalaklarla çalışan parmaklar eşit olamazlar elbette.

Eşit olmayan parmaklar onlarla bunların parmaklarıdır. Onların parmakları kendi aralarında da eşit değildir şekilde gördüğünüz gibi.

Açın parmaklarınızı, sille vurur gibi yapın, göreceksiniz iş aletinin ya da bir kalemin elinizden düştüğünü ve ölçün de görün beş parmağınızın eşit olmadığını ve eşitsizliğin ne işe yaradığını...

Asalaklar geçim derdi için avuç içlerini kullanmazlar bilirsiniz. Onlar, “armut piş, ağzıma düş” biçiminde yatarlar, onu da bilirsiniz.

Onlar düzenlerini hep sağlama almak isterler; aynı zamanda meşruluk gömleği giydirirler demokrasilerine.

Onlar seçilmek için “vatandaşım OY” derler. Oysa “oyulan” hep vatandaşı olur.

“Düzen bozuktur” dese de vatandaş, onlar hiç değişmezler. Onlar oySA, buySA “düzülenler” hep vatandaş olur.

Her şey böyle akıp giderken, Eşitliğin, insanların fırsat ve temel haklarını kullanabilme kapsamından,

parmak uçlarına taşınması Bu düzenin sürdürülmesine yetiyorsa, ben yazımı (sözümü) geri alıyorum!

ZİHNİ

7.8.06

periler ülkesinde-haber kaynağı

(resim açılışı ağırlaştırdığından, kaldırıldı)


Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek’in ‘Böyle sanatın içine tükürürüm’ diyerek kaldırdığı heykel, 11 yıl sonra yargı kararıyla yerine dikildi.
Aksoy, eserin, yerine sessiz sedasız konulduğu haberini Altınparkın önünden geçerken heykeli gören arkadaşının haber vermesi üzerine öğrendi.

İŞTE İÇİNE TÜKÜRÜLEN HEYKEL

Heykeltraş, Gökçek için ise, "Gelir gelmez yaptığı ilk eylem, şahmeran masalından etkilenerek yaptığım müstehcenlikle alakası olmayan melek heykelini parçalayarak kaldırmak oldu. Kendisine göre mermer kısımlarını aldı, kanatları kaldı" açıklamasını yaptı.

6.8.06

sanatın tükürüldüğü yer

Tutku
Ece Sibel,
ECEMİCE de
Başbakan R.T. Erdoğan’ın mizah sevmezliğiyle, M. Gökçek’in heykel sevmezliğini yan yana getirince, ilginç bir kompozisyon çıkmış ortaya.









Avrupa topluluğuna girebilmemiz(!) için kılavuzluk yapan kadroya bakın! Elebaşıların en önde gidenlerinden biri mizahı mahkum ettirme çabasında, diğeri heykelin, tükürüldüğünde büyüme ihtimali olan en hassas yerine tükürme gafleti içerisinde.

Bir heykelin önüne koyulan anma ve saygı çelenklerini “ot” olarak anlamlandırıp, “ye bilmem kim ye, işte önünde ot” diyerek, ÇELENKLERİ OT, HEYKELLERİ PUT sanma devrinde patinaj yapanların bu topluma kılavuzluğu ne ola ki!

Hayata, 4 farklı bakış paradigması olan insan vardır:

İki buçuk kuruşun deliğinden bakanlar (erdemliliğin bile ölçüsünü para olarak görenler)
Bacak arasından bakanlar (sexomanyaklar)
Renkli camdan bakanlar (hayalperest ve yoksul milliyetçiler)
Sade göz ile bakanlar (gerçekçiler, doğalcılar)

Ankara’daki “periler ülkesinde” heykeline tükürmek için heykelde görmeye çalıştığı “ahlaksız nokta”yı bulma gayreti içerisinde olanlar...

Siz olsaydınız, bir heykelde ilk olarak ne görürdünüz? Elbette bakış paradigmanız ne görmenizi emrediyorsa onu...

Kocaman heykelde tükürmek için “müstehcen bir yer bulabilmek herkesin harcı olamaz. Ama bulduğunuz yere tükürebilip de tam isabet yapabildiyseniz, özellikle eliniz nasırlı değilse, onu küçülttüğünüzü sanmayın; tam tersine o büyüyecektir. Belediye başkanımız bütün olacakların farkına varmadı ki, 11 yıl sonra, tekrar yerinde ve dim dik ayakta olarak görüldü.

Demek ki neymiş, her tükürük her düştüğü yeri küçültmezmiş./ zihin örer