31.1.10

romantizmdeki politika

Adam, sevgilisini iki omzundan tutarak aşk mevzisine alır.

-Sevgilim, gözlerime bak!

Kız gözlere bakmaya çalışır ama, bakış açısı ayın loş ışığında ağaç dallarının gölgesine takılır. Senaryosu malum Türk filminin romantik sahnelerinden biri.

Kız olacakları farkeder ve senaryoya sevgili hatırına katlanmaya karar verir.

*-Bakıyorum sevgilim.
- Ne görüyorsun gözlerimde?
*-Dünyaları görüyorum sevgilim.

-hah işte, o dünyalar senin olacak;
iste, yıldızları bir bir saçlarına takayım;
iste, bulutların üstünde gezdireyim seni,
iste, güneşi dizinin dibine indireyim
......

Kız, bu kadarı fazla diye düşünür içinden.

*-yeterrr... dünyanın dışında ne varsa hepsi senin olsun;

bana, dünyanın içinde verebileceğinden söz et!
* * *
Soru:
bu sevgililerden hangisi sağ görüşlü, hangisi sol görüşlü olabilir?
Neden?

DEVAMI BURADA

13.1.10

gözün nuru sönünce!


Gözlerimde sorun vardı, doktora gittim.
Önce Allah’a sonra doktora güvenerek ameliyat olmaya karar verdim. Ameliyat sonrası gözlerim enfeksiyon kaptı ve kör oldum. Doktor hakkında dava açacağım!
(Tv. Haberlerinden izledim). ve kanalDhaber
***

. ….Gözyaşının ilk görevi gözü mikroplara karşı korumaktır. İçinde bulunan "lizozim" enzimi birçok bakteri türünü parçalayabilme ve mikrop öldürme özelliğine sahiptir. Lizozim sayesinde göz, enfeksiyonlardan korunur. Bu madde, binaları mikroplardan temizlemek için kullanılan kuvvetli dezenfektanlarda kullanılan maddelerden bile daha etkilidir. Bu kadar güçlü olduğu halde göze hiçbir zarar vermemesi ise büyük bir mucizedir.
Bu bilgilerin ışığı altında bir kez daha durup düşünmek gerekir. Böylesine güçlü bir dezenfektan, nasıl olur da göz gibi hassas bir organa hiçbir zarar vermez? Cevap çok açıktır: İçinde son derece güçlü bir dezenfektan bulunan gözyaşı gözün kimyasal yapısına en uygun şekilde yaratılmıştır. Yaratılışın her noktasında mevcut olan muhteşem uyum, aynı şekilde göz ve gözyaşı için de geçerlidir….. Öte yandan insan yapımı hiç bir dezenfektan göz yaşının yerini tutmaz. Bu durum evrimciler tarafından cevaplanması mümkün olmayan soruları da beraberinde getirmektedir. ….
İslam Mucizesi.com dan


***

Bu iki durum birbiriyle öyle bir çelişmiş ki, ayrıntıları düşünmeden edemedim. Yalnızca düşündüm mü ki, aynı zamanda düşündüğümü yazıyorum gördüğünüz gibi:)
Düşünceler alkole benzer bir anlamda; alkol şişede, düşünce akılda durduğu gibi durmaz dışarı çıktığında. İşte böyle olayların içindeki çelişkilerin, özel hayatlara yansıyan bölümüne el koyar.

Hani "söz üçar....." cinsinden bakılsa böyle oluşturulan değer yargılarına? Tam tersine uçan sözlerden değil, alabildiğine şiddetli müdahale halinde bir pradigmadır toplum hayatında.
Allah'ı böyle aralara sokuşturmaya kalkışmak yerine, ondan sezginizin gücü kadar "kişisel huzur bulmak"la yetinilse... daha saygın kalmaz mıydı? diye düşünüyorum.

Nedir o?

Hasta önce Allah’a güveniyor sonra doktora, ameliyat oluyor; sonuçtan ikinci derecede güvendiğini sorumlu tutuyor.

Zamanında ödenmeyen senetin birinci borçlusu yerine kefillere icra kaldıran devlet gibi…..

Bir de “İslam mucizesi” dedikleri konu var ki paragrafta, hasta göz derdinde, İslamcı kardeşler “kanıt” derdinde. Gözyaşına baskın çıkan enfeksiyon ( o da kendiliğinden ve göz yaşı ile eşit koşullarda) geni değişikliğe uğratmıyor mu?
Gözün nuru sönse de nurcunun hırsı sönmüyor.

Neyse buradan ötesi boyumu aşar….. ama birçok imamın boyunu aşmıyor(!)

4.12.09

DEMOGOJİK AÇILIM

Kapitalizm demek ister ki:çalışan (insan) limona benzer, ne kadar sıkarsan, o kadar suyu çıkar. Kabuğunun acısı çıkmasın diye de, duracağı yeri iyi bilir. “Hukuk düzeni ve demokrasinin erdemini propaganda ederken, bunu kasteder.

Şekildeki "yeşil" mengenenin kolunu “sağ”a çevirdiğinizde “kapa”nım, sola çevirdiğinizde “aç”ılım özelliğine sahiptir. Başka deyişle, açma ve kapama kararını, mengene kolunu elinde tutanın siyasi markası belirler.
Bu mengenenin yanakları arasındaki sıkışan temel haklar ile, bu mengeneyi sıkıştıran kolu kimlerin tuttuğu merak edilmelidir ki, amaç ile sonuç arasıdaki aykırılığın suçunu Allah’a atmış olmayalım
* * *

Aç-mak ile kapa-mak arasında sıkışan bir hükümet ya da inanç gurubu ile karşı karşıyayız.

Kürt Açılımını “açmak”, türbanı da “kapa-t-mak” olarak düşündüğümüzde, mengenenin iki yanağını çatmış oluruz.
Son yirmi yılın birinci gündemi yapılan bu iki konu, hayatımızın basamaklı dinamiklerini yani
*Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini altüst etti.

Son yirmi yılın birinci gündemi derken, T. Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecindeki olguları ve sonrasındaki yalpalamaları göz ardı ettiğim düşünülmesin. İşin burası arapsaçından daha karmaşık da ondan girilemiyor.

Sonuçta, bu kadar okul ve genel hak mağduru Türbanlı kadınlar-kızlar ile, çocukların bile kurban edildiği ve bunca insanın öldü-rül-düğü “kürt sorunu” ideolojik markanın bir tercihidir sanki; yani, mevcut düzenin tasarladığı (ya da başka türlüsünü beceremediği) bir sonuç!

Ortada isyanları haykıracak bir yığın neden var iken bile, “kürt” diye başlayan bir açılım isteğinin kaygısından, Kürtler lehine bir sonuç ummak pek akılcı gelmiyor bana.

Yazılı yasalarla kötülüğün üstesinden gelinemiyorsa, elbette ki insanlar bir şekilde örgütlenerek, güçlerini ortaya koyarak egemenlerle hak pazarlığına oturabilirler.
Ancak, öncülerinde “aşiret reisi” gibi feodal gericilik bulunan bir hareketin sonu,
karşısında mücadele ettikleri yapıdan farksız olmayacaktır. Görünen manzaraya göre, yine ezen ve ezilen sınıflar yerlerini alacaklardır orada.
Çok konuşulan Dersim ve Şeyh Said İsyanlarına bakılınca, Cumhuriyet ile hesaplaşmaya girişmesinde şaşılacak bir şey görülmüyor. Aynı zamanda o tür isyanların aleti yapılan halkın kaderinin değişmeyeceği belli ola ola!! Binlerce insanın bir avuç çıkar gurubu hesabına öldüğü ve öldürüldüğü düşünülürse, neden-sonuç çelişkisi ancak böyle sırıtır!!

Kürtler’in sol kanadı, bu çelişkileri görmezden gelirken, yağmurdan kaçıp doluya tutulmaları kaçınılmaz görülüyor.

"Klavuzuna bak, geleceğini gör".

Öncelikle, demokratik kültürü damarlarında (ve yüreğinde) hissetmediği geçmişinden ve mevcut kişiliğinden belli olanlar bu işin öncülüğüne soyunmaları oldukça tuhaf!
Yoksa “hakların verilmesi kavramı” öncelikle kapitalizmin doğasıyla çakışır; daha sonra, “açılım”a start veren düşünce temsilcisi olan Ak Parti öncülerinin “hak verme” (sadaka verme değil) konusunda sicillerinin parlak olmaması ortadayken…
Öyleyse AKP’nin kürt açılımı konusundaki cömertliğinin altında yatan nedeni,
“Kemalizmi sarsmak” olarak sınırlayabiliriz. Kendileri Ümmet toplumunun kültür altyapısına sahip olduklarından, Kürtler içindeki çeşitli mezhep, aşiret tarikat ve cemaat yapılarını yaşamın alt yapısı olarak algılatmakta yarar bulduğu söylenebilir.

Ailesinde kadın açılımını yap(a)mayanların, ülkede “demokratik açılım” yapacakların demokratlığına güvenmek gerek!
Dindar motifli politik kimliğe sahip olanlar, kadını erkeğin emrine veren Nisa Suresi’nin 34. ayetini yok sayabilirler mi?
Nüfusun yarısı olan kadınların üstü örtülmüş demokratik hakları böyle bir zihniyetin övüncünde dururken, nüfusun beşte biri olan Kürtlerin demokratik haklarını vemeye(!) soyunmak mı asıl amaç, yoksa Kemalizm’den Osmanlıcılık rövanşının alınması kurgusu mu?

Kaynağını Türkçü gelenek ve Sünni mezhepten alan bir anlayışın, “kürt ve alevi kimliğinin” “iticiliğini” (!) özünde taşıdığı bir gerçektir. Böyle bir kültürün kışkırttığı Kürt Hareketi”, evrensel emek hareketini aşınca, ırk ve mezhep yarıştırma işi, malum senaristlerin oyunu olarak başarıya ulaştırılacaktır elbette!.
Onlara göre Sosyalizm ölmüştür; Enternasyonalizm’in ünvanını sermaye Globalizmi almıştır; oyunun kuralını onlar koyar!
"Emeğin ve egemenliğin tam karşılığını isteme ama, soyut kavramların tamamı senin olsun, sakıncası yok” !! der gibi........
-----------------------------------------------
Kaygısızlık da değneğin diğer ucu.

Atlı arabaların, faytonların peşinde
Yollarda at tersleri kalıyor geçişinde...
Üşüşür ters başına aç karınlı serçeler
Açlığa nîmet olur terste kalmış taneler...
Tek ümit ters gözlemek ise aç karınlara
Aç karınlar ne kadar güvenir yarınlara...
Alper Kürük
Not:
“Ters” yerine uygun olanı koyabilirsiniz

-------------------------------------------
*maslow un ihtiyaçlar hiyerarşisi

1. fizyolojik ihtiyaçlar ( açlık, susuzluk, cinsellik, soluma gibi)
2. güvenlik (elbise, ev, sağlık, asgari delir ve sosyal güvenlik sigortası)
3. ait olma (sevgi, aşk, dayanışma)
4. saygınlık (doyumluluk, dürüstlük, özveri yeteneği, kariyer)
5. kendini gerçekleştirebilme (icat, sanat, meslek, başarı)

bu görüşe göre insan en temel ihtiyacını gidermeden, bir diğerine geçemiyor.
maslow'un bu teorisi, iki temel varsayıma dayanır.1.insan davranışları onun belirli gereksinmelerini gidermeye yöneliktir.2.insan gereksinimleri öncelik sırasına konabilir.buna göre, alt düzeydeki bir gereksinim belli ölçüde karşılanmadıkça birey, bir üst düzeye gereksinmeyi karşılamaya yönelmez.

10.10.09

“M” LERİN SÖZLÜĞÜ


Cinlerimin aklıma taktığı çelmeye göre,
Türk halkının toplumsallaşmasında “M” harfiyle başlayan lider ve onların kültür simgeleri, yaşamımıza yön veren en etkili klavuz olmuş.
Bu anlamda Alfabemizin “m”si kaderimizin ortak paydası ya da parantez önündeki çarpanı olarak kendini gösteriyor.

***

*Muhammed’in “m”si:
Türk toplumunun sosyal hayatını büyük ölçüde düzenleyen İslam dininin kurucusu,

*Müslümanlığın “m”si, bilindiği gibi …

*Meleğin “m”si, İslam kültüründe iyi huylu olarak tarif edilen ve erkeğinin emrine verilmiş (nisa:34 ile), emeği olan ama varlığı manevi simgeye indirgenen kadın.

**Mustafanın “m”si, Kemal Atatürk’ün ilk adı.
Türk toplumunun yaşama kültürünü çağdaşlaştırmanın son mimarı.

**Mehmetçiğin “m”si, Laik, Atatürkçü Türk toplumunda asker olacak çağdaki (maddi hayatı önemsenmeyen) erkekler.

***

***Marksizmin “m”si, sıradaki…..
ve insanı incitecek maddi etkenlere çomak sokan bir anlayış.
komünizmin “m”sinden ötesini sonra söylerim.
(ne yani, komünizmde m yok mu:))
***
Not:Açalya'ya "Manşet"' için teşekkür ediyorum. Madem ki değerli bulunan bir yorum, buradan da bir köprü kurmak istedim.

23.8.09

gencil BEN

Bloglardan alışılmış devamlılığın dışında uzak kalmak, birçok blog yazarının ortak mazereti sanki. Yaz mevsiminin insana kaybettirdiği olağan ve olağan dışı enerji kaybı insanı söğüt gölgesine mahkum kılıyor.

Hayatın beslenmeye ve yatırıma programlı eylemleri mazeret dinlemiyor elbette. Herkes hem işinde gücünde hem de hurma gölgesinde yalellim (sevgili Açalya’nın kulakları çınlamıştır) ve söğüt gölgesinde uzun hava çekmek boş zamanların (buna tembellik de diyebiliriz) sesli göstergesi sayılır.

Blog meşguliyeti tutkuya dönüşünce, insana duygu ve düşünce paydaşları karşısında bir sorumluluk da yüklüyor. Bu yüzden, sessizce ve vedasızca ve de ardında, bir iz (adres) bırakmadan kaybolan çok değerli insanlar aramızdan uzaklaşmış ve bir hayalet gibi kendilerini (tanışları nazarında) sonsuzluğun boşluğuna itmişlerdir!

“Allah yoksulu sevindirmek için önce kaybettirir, sonra da buldururmuş”. Ama bu blog aleminde önce buldurup sonra kaybettirmesi anti-yoksulluğun göstergesi sayılır mı ki?

Evet.

Materyalist bir bakış açısına sahip olduğum bu zamanlarda, bedenini hiç görmediğim, sadece sözcüklerinin içeriğinden değer biçtiğim ve gönlümde sonsuza kadar da öyle kalacağına inandığım bu insanlar karşısında idealist miyim?

Düşünüyorum.
İdealist değilsem de bencilliği de bir yere sığdıramıyorum.

Söğüt gölgesinde, -hurma gölgesinden farklı olarak- yalellim çekilmiyor; kitap da okunabiliyor aradabir, “kürt açılımı” dizisi de izleniyor, Hebertürk tv. Yorumcusu Yiğit Bulut’un evrim teorisi reyting macerası da…..

Alan Woods - Ted Grant
aklın isyanındanın
“Bencil Gen” ve R. Dawkins’in bencil gen kökeninden “liberal gerçekliğine”(!) önemli bir eleştirisini okumaktayım 3. kez okuyorum ve alanımın dışında olan biyoloji konusunu anlamaya çalışıyorum. Bunu anlamaya çalışırken, karşı görüşe yer vermek için (onu da görüş sayma iyiniyetimi zorlayarak) Harun Yahyanın (kendi sitesinde) bencil gen teorisini eleştirirken(!) ne kadar bencil bir tavır içinde olduğunu keşfediyorum Ve iki eleştirinin arasındaki etik farkı da…..


Evet, anlayacağınız gibi söğüt gölgesinde boş durmuyorum, -daha önce dediğim gibi- arada bir tıngırdatıyorum.
Oğlumuzun gitarda kısa zamanda aldığı yol ile müşterek ritim gösterisiyle gençleşiyor, O'nunaldığı tıp eğitimiyle (gelecekte) gen teorisine yapacağı katkı umudunu da ekleyerek, hayata gençlerin penceresinden bakabilmenin heyecanını yaşamaya yelteniyorum.

"Bencil Gen"i, başlıktaki gibi GENCİL BEN şekinde hece değişimi yaparak söylüyorsam bir sebebi var, gençlik iması:))

26.7.09

TATİLAT

TATİLAT, mekanda tatil ve evde yeniliğin kısaltması olarak Türk edebiyatına bir armağanım olsun bu kelime:)

Evimizin oda içi dekorasyonu bekar (ya da tatil) evi görünümünden kurtarıldı sayılır. Tatlı yorgunlukların çoğu bitti. Resimler çekmek isterdim ama, “görgüsüzlük”le “sevinç ortaklığına davet” kavramlarının çakışması frenledi.
Söz konusu resimler, “her ne kadar Dianne Dengel'in "Home Sweet Home’dan epeyce sınıf farkı olsa da, bizde “mutluluğun resmi” çabalarımızın ürünü oldu.
Sıra mutfakta yeniliğe geldi. Bir de iç kapıların değişimi, salonun dolap-bar projesi… vs.

2009 yılımız geçen yıllarımızın birçoğundan hareketli ve de verimli ve de eğlenceli geçiyor (şeytanın kulağına kör kurşun).

İki çocuğumuzdan Kızımız Konya Selçuk İşletme 2. sınıfa geçti, İşletme Hakimliği hedefliyor, ona göre sorumluluk çıtasını yüksek tutmakta.

Oğlumuz Ankara Tıp hazırlık bitti, birinci sınıfı bu yıl okuyacak.
İkisi de sınav kıskacından kurtulunca, yerçekimi bizime evde yön değiştirdi.

Çocuklarımız artık “bebeklikten” (çocukluktan) çıktı, eğitim ve kariyer programları kendimizce otomatiğe bağlandı, artık onlar ağır misafir gibi ağırlanmalı. Onların bütün davranışları artık yetişkin insan, bağımsız birey ağırlığıyla karşılanmalı düşüncesindeyiz.

Sevgili(m) eşimle romantizm kasetimizi yeniden başa sarmaya başladık. Kaset mi kalmış ortada onu CD’ye dijital ortamda aktarıp, ömrünü olabildiğince uzatmak heyecanındayız.

Alanya’da yaz bu yıl biraz daha güzel. Bu güzelliğin bileşenlerinin bir kısmı, yukarıda sözünü ettiğim ailevi düzene bağlı olduğu gibi, diğer bir kısmı doğanın cömertliğine bağlanabilir. Yeşili, akarsuyu, hava bileşenlerindeki denge, topraktan alınan ürünlerin çokluğu… gibi.

Hollanda’dan gelen misafirlerimizle geçirdiğimiz iki gün yılın nazar boncuklu günü olmaya aday.
Alanya’nın en şirin müzikal ortamlarından biri ÇELLO BAR.

Özgün ve protest müziğe açlığınız varsa Çello Bar’a, uğramadan geçmeyin. Açlığınız yoksa yine geçmeyin. Geçerken bizi de yanınıza almayı unutmayın. Yoksa öbür dünyada yakanızdan tutarım:))

GRUPARAF

19.5.09

aşk aşın "k" haliymiş

aşk karın doyurmazmış he mi?
aç karnına da aşk olmazmış?

"aşk"sızlıktan kimse ölmemiş ama,
"aş"sızlıktan sürünen sürüden betermiş

Aş “aşk”ın “k” haliymiş
"k"sını kış-kışlarsak olurmuş bu iş.

"aşk" metafizikten yola çıkarmış ama,
“aş"tan da diyalektik mama
varmış bir bildiği diyalek-titiz-min:
"k" ve dahi kapitalizmin

Meta ve fizikler aşçılardan koparılanmış
Gerisini siz, ilerisini ikimiz düşünelim demiş.

hayat "Y"nin sapında kök olurken,
Ye memet ye-yenlerle
Memtçiğin hiç alakası yokmuş.

aşk "Y"nin sağ çatalında
aş "Y"nin sol çatalında da yol alırken
kalp soldan atarmış da amanda aman ,
aşk da kalbin attığı yerde yatarmış

aç karnına aşk tok karnına aş olmazmış
bu şiir şişede durduğu gibi durmazmış

zihni örer

YANAKLARIMDA DUDAK İZLERİ





90+’lı yıllar, hey gidi gençlik heeyyyy…:)

ve hey gidi insanlığın değer yargısı!





Toplumsal sorumluluk bilincime pratik kazandırmak için üç dernekte aktif olarak çalışmıştım:

Tüketici Koruma Derneği (TKODER)-Çevre koruma Derneği (ÇKD)-Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD).
ÇKD’de üyelik, diğer ikisinde yöneticilik görevi bana önemli alışkanlıklar kazandırmıştı.
Siyasi partiler, sendikalar, yapı kooperatifleri …gibi maddi çıkar ilişkilerinin çamurunda asla görülemeyecek onurlu çabanın, yukarıdaki üç dernekte yaşanmakta olduğunu gördüm.
TKODER’in çabalarıyla, o zaman Tüketici Hakları yasasının meclisten çıkarılması, zamanın Çalışma Bakanı (ve seçilmeden önce iş yeri arkadaşımız olan) Mehmet Dönen’in katkılarıyla sağlanmıştı.
VE

ÇYDD üyeliğim zamanında da birçok çalışmalara katıldım.



Gençlik konserleri organizasyonu ve amatör müzik gurubunun çalıştırılması görevi, doğudaki yoksul öğrencilere verilmek üzere kamyon dolusu ikinci el kitap kampanyası, kadınların yasal haklarını elde etmeleri için, gönüllü guruplarla köy gezileri, aynı zamanda gönüllü doktorlardan oluşan ekibin sağlık taramasına katılması… gibi birçok görevlere tanık olmuştum.

Türkan Saylan, Türkiye'de özellikle kız çocuklarının sömürülmesi ve aşağılanması karşısında gösterdiği çabadan dolayı, heykeli dikilesicenin biridir bana göre. Bu değerden yararlanma şansı bulamayan ve siyasal rekabetin kurbanı olan kızlar ve kadınlar elbette anlayamazlar bunu.

En yumuşak deyişle muhafazakar kesim, özellikle Samanyolu ve kanal7 medya gurubu ve internet alanındaki benzer siteler… Türkan Saylan’ı sadece diniyle imanıyla sorgularken, bunu birde Ergenekon batağına bulaştırma gayreti içindeler.

Oysa, hayatını muhtaç insanların yararına harcayan birinin nitelikleri onları hiç ilgilendirmiyor.

Hele şu, parasını bol keseden ilgili yandaşlara harcayıp da gayri-meşruluğu Alman Yargısı tarafından ortaya dökülen DENİZFENERİ bataklığından hiç söz edilmiyorken….

T.Saylan’ın dini kökeni ve “hristiyan misyonerliği”(!) araştırılırken, bir hristiyan ülkesi yargıçlarının bir Müslüman derneğin, kendi vatandaşlarını kazıklamasını ortaya çıkarmasına hiç değer biçilmiyor!

Bu ne yaman çelişkidir ki, bunların arkasındaki nesil ayakta uyumaya hala devam ediyor!

Türkan Saylan’ın çalışmalarından dolayı 30’un üzerinde aldığı başarı ödüllerini veren birçok kurumların amaçlarıyla çelişkilerim vardır elbette.

Bunlardan Rotaryanlar, Kemalistlerin askeriye ve askercil kanadı, Lions Kulüpleri, ..vs.

Bunların ödül vermiş olmaları, yapılan faydanın üstünü asla örtemez. Bir değerin üzerine kimler oturursa, o değer onları kaldırıyor.

Farklı politik yerde olmasına karşın, T. Saylan’ın emeklerine Cumhurbaşkanı’nın eşi, Hayrünnisa Gül’ü makamın dengesi mi zorlamıştır yoksa dürüstlüğün itici gücü mü dür bilinmez ama, en içten yorumu O yapmıştır...


TKODER Gn. Başkanı (90’lı yıllarda) Ayşe Akman ve daha sonra T. Saylan tarafından öpüldüğümü belirterek başlığa bağlayalım konuyu.






Saygıyla anıyorum.

8.5.09

28.4.09

İman ve diyalektik

insan doğa karşısında zafer kazanıp, kaynakları insanlığın ortak çıkarına sunacakken, ayrıca bir de insan-insan ile mücadele etmek zorunda kalıyor/ demiş marks.

Canlıların altbenliği midenin doyumu ve güvencesine kadar özgür kalabilmeli. İnsanların, diğer canlılardan farklı olarak, altbenliğinin başıboşluğu toplumun ortak amacı tarafından dizginlenemiyorsa, insanlık, tüm canlıların yüz karası olmaya mahkum!

İktisat teorisi, kaynakların kıt” olduğu temelinden yola çıkar. Kıt kaynakla, kimine göre yokluğu, kimine göre gaspettiği varlığı azaltmak kaygısını ve gerilimini artıracaktır.

Oysa doğada kıt olan maddi kaynaklar değil, etik ve ahlaki kaynaklardır.
Savaşmanın amacı ekonomik yağmacılık olduğundan devletler arası savaşlar, tüm toplumun ortak kaygısı olarak kabul edilemez.

Sürekli biriktirme tutkusu, haklarının ve gücünün farkında olmayanların özgürlüğünü yiyerek beslenir hep.
Bu dünyadaki temel değerlerin korunmasına gerek duyulan enerjiyi, "ölümötesi sonsuzluğa" peşkeş çekmenin faturası, kocaman bir yokluk ve sürüngenliktir. Öyle ki, bir değerin sonsuz ile çarpımı yine erişilmez (sonsuz) bir antigerçekliktir.
* * *

İnsanın dört zindanı

İnsanın Dört Zindanı/ Ali Şeriati, İslam Dünyasındaki şeriatçı okurların başucu kitabı olmuş. Sevgili Ağabeyim (kendileri, nesli tükenmekte olan saf-temiz Müslümanlardan biri olarak) bu kitabı mutlaka alıp okumamı istemişti. Kitabın aslını henüz bulamadım ama, özetini ve eleştirileri (aslında övgüleri) okudum.
Bu kitabın, Marks-Engels’in “Alman İdeolojisi”nin basit bir eleştirisi olduğunu söyleyebilirim.

“insanı baskı altına alan ve insanın özgürlüğünü kısıtlayan 4 zorlayıcı güç vardır” diyor.
1. Naturalizm (Doğanın zorlayıcı gücü)
2. Historizm (Tarihin zorlayıcı gücü)
3. Sosyolojizm (Toplumun zorlayıcı gücü)
4. İnsanın kendisi
-Naturalizm zorun tutsağıdır; doğayı eksene alır ve insanı şekillendiren unsurun tabiat olduğunu belirtir.
-Historizm, insanı şekillendiren unsurun tarih olduğunu öne sürer.
-Sosyolojizm ise toplumu asıl belirleyici olarak kabul eder ve toplumsal ilişkilerin insanı her yönden şekillendirdiğini iddia eder.
-İnsan; Tarihin, Doğanın ve Toplumun zindanından bilimle kurtulabilir,
kendi zindanından ise inançla ve aşkla kurtulur.
diye devam ediyor.

Ali Şeriati , son maddede, kurtulmak için insanı asıl karanlık olan bilinmezliğe atmaktaki yanılgısı ancak imanın ürünü olabilir. Zira iman önceden teslim olmak (esir olmak gibi), sonradan gereklerini kendi içinde öğrenme” mantığına dayanmakta. Yani, seni teslim alanın bakış aracından (paradigmasından) başka türlü anlamaya kapatılmışsın.
“Özgürlük verilmez, alınır”. Diyalektiğin olmadığı bir yerde çok boyutlu düşünme olmayacağına göre, özgürlük nasıl olabilir ki?
ALMAN İDEOLOJİSİ
Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır.

Felsefeyi, tanrıbilimi, tözü ve bütün öteki boş şeyleri "öz-bilinç"e indirgemekle, "insanları" hiçbir zaman kölesi olmadıkları bu sözlerin egemenliğinden kurtarmakla "insan"ın "kurtuluşu" yolunda tek bir adım bile atılmış olmayacağını;
gerçek dünyanın dışında ve gerçek araçları kullanmadan gerçek bir kurtuluşu gerçekleştirmenin mümkün olmadığını,
buharlı makine olmadan köleliğin, tarımı iyileştirmeksizin serfliğin kaldırılamayacağını;
daha genel olarak, insanlar, yeterli nicelik ve nitelikte yiyecek, içecek, barınak ve giyecek tedarik edecek durumda olmadıkları sürece, onları kurtarmanın mümkün olmadığını,

"Kurtuluş", zihinsel değil, tarihsel bir iştir, ve bu tarihsel koşullar, sanayiin, ticaretin, tarımın, karşılıklı ilişkinin durumu tarafından gerçekleştirilir.
sonra farklı gelişme aşamalarına göre, şu saçmalıklara meydan verirler töz, özne, öz-bilinç ve katıksız eleştiri, tıpkı dinsel ve tanrıbilimsel saçmalıklar gibi, bunları da yeteri kadar geliştirildikleri zaman bir yana atarlar./Marks-Engels

24.3.09

"keşkeleriniz?" gibi bir MİM



Dilek Öğretmen
"Mim"lemiş.
Mim ve MUM arasında söz uyağından başka aydınlık benzeşmesi de var.
Mum ki, kendi tabanından çok çevresini aydınlatmasıyla simgeleşmiş.
Mimler de öyle değil mi? Beynimizin ve yüreğimizin kuytu köşelerine projeksiyon tutmakla, kaderin ortak paydasını fomüle etmek gibi...

Bu Mim için şu uyarıyı eklemiş Dilek Öğretmenim:
Genellikle çok derinlerde sakladığımız kazarak ortaya çıkarabileceğimiz yönlerimiz vardır. Kim ne derse desin hiçbir zaman çok geç değildir.Eksiklerimiz kadar olumlu yönlerimizi de kabul etmek oldukça önemlidir.
Cümleleri tamamlayın lütfen:

Büyük harfli sözcükler cümlelerin tamamlayıcı yanıtlarıdır.

1. Çocukken KENDİMİ SIRADANLIKTAN kaçırdım.

2. Çocukken AYDIN BİR ÇEVREDEN yoksundum.

3. Çocukken UYGARLIĞIN KIRIK DİŞLİSİNİN FIRLATTIĞI PARÇADAN yaralanmış olabilirim.

4. Çocukken KENTLİ olmayı hayal ederdim.

5. Çocukken OKUMA İSTEĞİME ENGEL OLUNMA KORKUSUNDAN UZAK OLMAK isterdim.
6. Evimizde asla yeterli ELEKTRİK IŞIĞI olmadı.

7. Çocukken daha fazla MADDİ DESTEĞE ihtiyaç duyardım.

8. Bir daha asla BABAMI göremeyeceğim için üzgünüm.

9. Yıllar boyunca AYNI MODDA, TEKRAR TEKRAR KAZIKLANMANIN TEPKİSİZLİĞİNİ merak ettim.

10. İLK PROJEKSİYONDA AŞIRI İYİMSERLİĞİMDEN DOLAYI “SAF” YERİNE KOYULMAMIN ZAMAN kaybımdan dolayı hep kendimi suçladım.

16.3.09

MART MİM’İ VE SÜPER EGO


Kim başlatmışsa Blog dünyasında bu ayın asaletine denk düşen BİR KONU seçmiş.
Konu bu ayın asaletine denk düşse de sorulan kişinin libido freni süperego olunca, sorunun cevabı da bir o kadar patinaj refleksine müsait.

“Hangi blog yazarıyla sevişmek istersin?” biçiminde sorulmuş.

Sevgili eLEŞTİRELgÜNLÜK e sormuşlar ve O da aydın kimliğiyle cevaplamış; topu buraya fırlatmış.
Şimdi, bir top var elimizde; bu topu sektirip de kimselerin camını kırmadan bir başkasına fırlatalım mı? Yoksa, “sevişme” kavramının yan ürünlerinden sayılan –genel anlamada-fantezi gerçeğini inkara mı kalkışalım?
“Sevişmek” konusu “cam kırmak”la eşdeğer bir konu mu ki?
Eskiden öyleydi, hatta günümüzdeki eskilerde de öyle hala…
E.G. bir konuğuna eleştiri cevabında çok duru özetlemiş bu pasajı, aynen katılıyorum:

…Ayrıca ben sevişmeye düzme diye hiç bakmadım. Sevişmek iki kişi arasındaki güzel bir doyumsal (hem tensel hem de tinsel) ilişkidir. Düzüşmek sizin (i…….da) erkeğe verilmiş bir imtiyazdır. Ben insan olmak için de bu imtiyazları bile red edecek kadar insanim. Düzmek bir hayvana yaraşır.E.G.

Bir başka boyutu,
“Hangi Blog yazarıyla sevişmek istersin”? sorusunun gizli yerinde sanki bir blog yazarıyla sevişme önceden gündemimizde ya da fantezimizde varmış gibi ittirilmiş bir soruyla karşı karşıyayız.
Soruda “aranan özne” etik sınırların mekanına uymuyor bana göre. Bu durumun “bana göre”sini belirleyen dinamizm ise, karşıdakinin aynı konuyu algı kapsamıyla sınırlı. Yani ,kendimi onun yerine koyarak bir değer algısı yaratmak. Bu sınır, insan ilişkilerindeki uzlaşı ve güvenin çapıdır da…
Tanış olmak aynı zamanda kişilerin hassas sınırlarının deklare edilmesidir birbirlerine. Bu deklare ediş sessiz ise, toplumun ortalama değer yargısı ölçü alınabilir. Sesli ise zaten karşıdakinin yaşam felsefesi ip uçlarını verir. Size düşen o sınırlara saygılı durabilmek.
Söz konusu fantezilerimizi frenleyebildiğimiz ve kapıp koyverdiğimiz dönemlerimiz olmuştur ve olacaktır yerince elbette.
Özellikle bu Mart ayında erkek doğasının vazgeçilmez bir parçası olduğu kesin. Ama bunu doğru zamanda ve doğru yerde olmak koşuluyla, süperegomuzun insafına bırakırız.

E.G.nin dediği gibi, evliyiz ve mutluyuz bu halimizle. Öyleyse bu fanteziye bu mekanda YOKUM.
Son olarak, bir özlü söz(üm) ile konuyu eleştiriye açalım:

Hükümetimizin enflasyonu Evangeline Lilly’nin mayosuna benzer, düşer ama, açılan yeri fark etmezler.
Ama her açılan böyle Martl’ık olsa, enflaasyon ile de sevişirdik:)
Gaykedi'yi ve KSENON'u
Mimliyorum.

8.3.09

KADIN VE GÜN

Sözün Özü:
Kadının sosyal hayattaki eylemsel ve daha sonra simgesel duruşu,
kendi hakkının-hukukunun ve özgürlüğünün,
ne kadar umurunda olduğuna işaret eder.

Özgürlüğünü önemsemeyen kadın, aşkı da saygıyı da hak etmez.
Aşkı haketmiyorsa, bütün haklarından vaz geçer, sığınmacı olur.
En sağlıklı kadın erkek ilişkisi, kişiliklerin alt alta değil, yan yana koyulanıdır.

Kadınların günü:
1- konken günü olanlar
2-altın günü olanlar
3-yasin günü olanlar
4- ilk üç şık hariç, HER günü olanlar

bu yazı, burda yorum kısmında önemsenmiş ama kaynak belirtilmemiş, canı sağolsun:)

bir kısmı da BURAdan alınmış.

28.2.09

GÜLÜMSE

GÜLÜMSE

bu kısa filmi izleyelim ve birlikte düşünelim.

yönetmen : Hasan Tolga Pulat senaryo : Tuncay Tunca - Hasan Tolga Pulat oyuncular: ekim ekemen, esra yurtsever, emre kavuk, melek ekemen...

BURADA "Gülümsemenin Enerjisine Tetiklenmek" başlıklı yazımızda,

“Gerçek gülümsemenin resmini yerli ve yabancı sitelerde bulamadım. Demek, gülümsemek kolay olsaymış, ayaklara düşermiş” demiştim.
"Gülümseme"nin resmi ayaklara değil ama, yüreklere düştüğü kesin.

Bu film yalnızca gülümsemeyi değil, aynı zamanda AHLAK kavramını da kapsamlı düşünmeyi tetikledi.
Sevgili Aysema Öğretmen, “Ben en çok "farkındalığı tetiklemek" sözünü sevdim.” demişti.
Bu filmin her karesi (ya da aşaması), bir başka FAYDA'yı tetiklemesi açısından tırnak içindeki deyimi onaylıyor.
Başkasına yapılan bir "fayda"nın karşılığı maddi değilse, ona İYİLİK, maddi ise "görev" deriz. Oysa iyiliğin karşılığında mutluluk duygusu da bir FAYDA değil midir?

Ahlakın kökeni nedir? diye sorulur:

Dindarlara göre "cennet ödülü" ya da Tanrı korkusunun davranışlarımıza yansıması olarak bilinir.

R. Dawkins'e göre,
Evrimin doğal seçilimle işlediğini açıklayan Darwinci görüş, sahip olduğumuz iyilik, ahlak, namus, duygudaşlık ve merhamet gibi eğilimlerimizi açıklamakta yetersiz kalır. Doğal seçilim açlık, korku ve cinsel arzuyu kolayca açıklayabilir ki bunların hepsinin sağ kalmak ya da genlerimizin korunmasında doğrudan payı vardır. Fakat yetim bir çocuğu bir kenarda ağlarken fark ettiğimizde, yaşlı bir dulun yalnızlığına ve umutsuzluğuna tanık olduğumuzda ya da acılar içinde inleyen bir hayvanı gördüğümüzde hissettiğimiz iç burkucu merhamet hissi hakkında ne düşünmeliyiz?

İçimizdeki bu “Merhametli Kimse” nereden gelir?
"İyilik, 'bencil gen teorisiyle uyumsuz değil midir?"

"cennet" bencil genin bir isteği olamaz mı? İsmail Peygamber'in, cennete gitmek (Allah emretti diye) oğlu İsmail'i "bıçakla kesme" girişimi (sonradan yerine bir koyun verildiği söylenir) ahlakın neresine konulabilir?

Bencil gen bir doğal seçilim biriminin (örnek, kişisel çıkar birimi) bencil bir organizmayı, bencil bir grubu, bencil bir türü ya da bencil bir ekosistemi işaret ettiğini düşünemeyiz çünkü bencil olan sadece gendir. Organizma, grup organizma ve türIer kendilerinin birebir kopyalarını türetmez ve kendini kopyalayan varlıkların havuzunda rekabet etmezler.
Genler beslenmek için bencil davranmak zorunda, organizmadaki kollektif işlevde "dayanışma" içinde bencillikten uzaklaştığını anlıyoruz. Vücudun organları kendi işlevlerini yerine getirirken, örneğin mide yiyecek hamlesini yapabilmesi için göz, el, diş.. gibi organların dayanışmasına ihtiyaç duyar.

Ahlak için bir başka söz:

ZİZEK'İN Paralaks TÜRKÇE BASKI İÇİN ÖNSÖZÜ’nden idefix e-postasından

Bana sık sık soruyorlar: kitaplarınızda nasıl bir etik savunuyorsunuz? Bütün hepsinde ortak olan bir etik tutum var mı?
İşte yanıtım: evet, var, ahlaktan yoksun bir etik savunuyorum – ama Nietzsche'nin bizi kendimize sadık kalmaya, iyinin ve kötünün ötesindeki seçilmiş yolumuzda ısrar etmeye çağıran ahlaksız etiği değil.
Ahlak, benim diğer insanlarla olan ilişkilerimin simetrisiyle ilgilidir; onun sıfır seviye kuralı "benim sana yapmamı istemediğin şeyi bana yapma"dır; etikse, tersine, benim kendimle tutarlılığımla, kendi arzuma bağlılığımla ilgilenir.
Fakat, etikle ahlakı ayırmak için tümüyle farklı bir yol daha var:
Friedrich Schiller'in naifle duygusal karşıtlığı çizgisinde bir yol. Ahlak "duygusaldır," ötekilerini (sadece), ötekilerinin gözüyle kendime baktığımda, iyi olan kendimi sevmem anlamında içerir; etikse, tersine, naiftir – yapmam gereken şeyi yapılması gerektiği için yaparım, iyiliğim yüzünden değil. Bu naiflik düşünümselliği dışlamaz – hatta ona, insanın yaptığı şeye karşı soğuk, katı bir mesafesi olmasına izin verir.


BENLİĞİMİZ SAYGIN ama BENCİLLİĞİMİZ ASLA…

10.12.08

sanatkarın orak-çekici

bu yazı 2017'ye güncellenmiştir.

 SANATKARIN (orak) ÇEKİCİ BİN ALTINDIR

Fabrikatör, ressama bir tablo siparişi verir,
yarım saat sonra ressam fabrikatörü arar,
"resmin tamam olduğunu, gelirken yanında yarım milyon dolar getirmesi gerektiğini" söyler.
(Resam bu parayı Şişlideki Sanat Merkezini kurtarmaya harcayacağını belirtmiştir)

Patron kükrer.
-Ne! ben fabrikatörüm, yarım saatte yarım milyon kazanamıyorum, sen bunu nasıl istersin benden!

Ressam da kükrer,
*patron efendi, ben bu sanatı kimseden miras almadım, kimseyi sigortasız çalıştırarak kazanmadım. meclis koridorlarında kredi kovalamadım: Bu sanatı çalmak için parmak izim çıkmasın diye eldiven takmadım. Onun bunun hayal gücünü İsviçre ve Katar bankalarında saklamadım.... 

Patron tekrar kükrer, "efendi diye kapıcıya denir ressam bey, terbiyeli konuşun LÜTFEN"

Ressam da tekrar kükrer, "efendi sözcüğünün anlamını açıklar:fent sözünden gelir. O da "hile" ve "düzen" demektir.
Söyle bakalım patron e-fendi, kapıcı mı hileyle para kazanır, patronlar mı? Seni elektronik hileci seniiiii!! 

Tablomun turşusunu kuracağım, satmıyorum! der ve telefonu kapatır.

* * *


Özlenen dünyamda emeksiz yemek olmayacağına göre, üretmek moda olacak, toplumsal zenginliğin akordu yapılarak, bir ömre eğlenmek-mutlu olmak için her bireyin payına düşecek kadar yatırım ve zaman ayrılabilecek.

Belki de bu durumda mesai süresi 4 saati geçmeyecek. Belki (belki değil kesin) birilerinin astronomik düzeyde zengin olması önlenecek, o kaygı ve stresten uzak kalınacak; sanatçı sanatını sürdürebilmek için para polemiği yerine, onur hevesine bürünecek.

Herkes (varsa) kendi derdine yanacak, kendi ölüsüne ağlayacak, ağanın ölüsüne sadece ağanın yakınları ağlayacak. O zaman ağa olmayacağına göre.... yurtiçi ve yurtdışı savaşlar da son bulacak, sanata biçilen ticari değerler de…

16.11.08

yeşil kapitalizme öğüt


Bir seçim kazanmak ise düşündüğün,
bir filecik sadaka ver!
İş ver, on yıl sonrasıysa tasarladığın.

Düşünüyorsan yüz yıl ötesini
fırsatları eşitle o zaman.

Bir tek file dağıtırsan bir kez oy’unu alırsın
Bir poşet te kömüre iradesini alırsın.

Oysa,
Yüz kez olur bu destek eşitlersen hakları.
Bir kez balık yedirirsen, birşey olmaz doyunca
Balık tutmayı öğretirsen, doyar ömür boyunca.

(Çin Atasözünden uyarlama)


ya tutarsa?

4.11.08

gülümsemenin enerjisine tetiklenmek

Ara sokakta yürürken, 14 yaş civarı bir çocuğun bana doğru ilgisi ilgimi çekti.
Hayır, ben O’nun ilgisini çektim; hayır o, hayır ben… hayır…
her neyse, çekiştik işte….

Bir anda oyununu terk edip, YILIŞIK bir görünümle bana doğru yaklaştı…
Acaba “spastik engelli” miydi?
Hayırdır inşallah!
Bu yaklaşımın tonunda bir ısrar vardı ki,
Israr-esrar-esrarengiz…
diyalog farz oldu artık.
-Adın ne?
-Cengiz…

Yoksa geçenlerdeki gibi,
“abi bir liran var mı? iki gündür açım da…!!”
diyen adamın “geçim sıtratejisi”yle mi buluşmuştum?
Günde 20 kişiden istenen 1 lira, garantili yövmiye doğrulturdu,
hiç kimse 1 liracığın yorumunu da yapmazdı… gibisinden düşünmüştüm.

Ama, 20 kişiden kaç kişinin aklına gelirdi o ünlü Çin Atasözü?
“Bana balık ikram edeceğine, balık tutmasını öğret”
Tabi bir kereye özel (gerçek açlık olasılığına karşın) yemeğini de yedirerek.

Hayır efendim, yanılmışım, “bu yılışık çocuk” başka meramı dillendiriyordu:
-Abi, sen hasta mısın?
-Öyle mi görünüyorum?
-He abi, çirkin görünüyon; aha hastane şurada yakın…

Farkındalığa tetiklenmekti bu.

-Yok Allaha şükür, hiçbir derdim sıkıntım yooookk (memleketin derdinden başka).
-O zaman gülümsemeyi öğren abi; suratın çok asık!
-Kurusun diye asmıştım ama kuruturken yakmışım demekJ)

Gerçek şu ki, Çocuğun alnından öpmek geldi içimden ama,
elini dostça sıkmakla yetinebildim.



Gerçek gülümsemenin resmini yerli ve yabancı sitelerde bulamadım.
Demek, gülümsemek kolay olsaymış, ayaklara düşermiş.

* * *
Tebessüm:GÜLÜMSEME:
Vikipedi'den

Tebessüm veya gülümseme, fizyolojide özellikle ağzın iki kenarındaki ve gözlerin çevresindeki kasların hareketiyle oluşan bir yüz ifadesidir. Gülümseyen bir simaya veya sık sık gülümseyen bir kişiye mütebessim veya güleç denir.
İnsanlar arasında özellikle zevk ve eğlencenin ifadesi olsa da, istemsiz (gayri ihtiyari) olarak endişenin (
anksiyete) ifadesi de olabilir. Gülümsemenin kültür farkı gözetmeksizin, belirli uyarıcılara (stimulus) verilen normal tepki olduğuna dair birçok kanıt mevcuttur. Çoğunlukla gülümsemenin nedeni mutluluktur. Birçok çalışma gülümsemenin doğuştan gelen bir tepki olduğunu, ve hatta insan ceninlerinin (fetüs) gülümsediğini göstermektedir; yine de vahşi çocukların genellikle gülümsemediği bilinmektedir, bu var olan tezlere karşıt delil olabilir.
Hayvanlar arasında, dişlerin gösterilmesi, gülümsemeye benzese de genellikle tehdit etmek için yapılır veya teslim olma işaretidir.
Gülümsemek sadece yüz ifadesini değiştirmez,
beynin fizik ve duygusal acıyı azaltan endorfinler üretmesine neden olur ve böylece esenlik hissi verir./

30.6.08

ELEKTRİK "ZAM"PÜLÜ





ışık seçimi ile aydınlanma çelişkisinin resmi                                                  

1 Temmuzda yürülüğe girecek olan Elektrik zammından dolayı, elektrik-ampul ilişkisini bir sorgulayalım dedik. UYGARLIK-EKONOMİK-POLİTİK düzeyimizin altında gizlenen anlayışları görmeye çalıştık.
-------------------------------------------------------------------------



armudun iyisini yiyenler-amcalar-tanıdıklar




Kapitalizm dedikleri ideolojinin resmidir.
Armudun iyisini üreten ler değil, amcalar, oğullar, "yienler"......
tüketirken, alabildiğine
 sempatik duruş sergilerler.

ışıtan değil ısıtan ampul
----------------------------------------------------------------

Tungsten flamanlı ampullerin harcadığı enerjinin %10'u ışık, geriye kalanı ısı olarak harcanır. Bu ısı temmuz ayında "Türban-pardesü" sıcağıyla, laik-antilaik kaynamasına dönüşebilir. Geriye kalan %10'luk ışık ise, "aydın-cahil" sürtüşmesinde kullanılmaya yetmeyecektir.




---------------------------------------------------------------------------------


Elektriğe yapılan %21'lik zam %9 enflasyonu sırtından hançerlese de, önemli değil, armut ışığında bunu gören az çıkar. Van minıt ile Van depremi ilişkisi çelişkisi ortalığı ısıtınca, bulanık havada, yeni bir tür renkte sermaye sınıfı yaratmak vaciptir.


amaç ak ampul olsaydı bütçeler dikkate alınırdı

Doğru Aydınlatma: gözü yormayan, kamaşma yapmayan, aydınlatılacak ortam için doğru renkte ve doğru miktarda seçilmiş ışık kaynağı kullanılan ve dekoratif bir biçimde tasarlanmış bir ışıklandırmadır.

Kurulan bir siyasi partinin seçtiği "aydınlanma" simgesinin özellikleri, aynı zamanda toplumun hangi ekonomik diliminde yaşayanların işine yaradığının da göstergesi sayılır.

---------------------------------------------------------------------------

* * *
Güneş enerjisi
 TEKNOLOJİSİ VE SİYASETİ


Allahın rüzgarına zam yapılamaz ya!

yalnızca öfkeniz değil, Güneşiniz de bol olsun





* * *
G-mailime gelen bir Ampul hikayesi :

sakın denemeye kalkmayın!... ÇOK KOMİK AMA GERÇEK.......!!!!!!
Olayın kahramanları, iki üniversite ögrencisi.. .
Koyu geyik muhabbetinin düğümlendiği durumlardan birinde,bu iki kafadar bir iddiaya girer....
Delikanlılardan biri, odanın tavanında asılı olan ampulü ağzına tamamen sığdırabileceğini iddia eder....
Evet yanlış okumadınız, bildiğiniz 100 mumluk ampulü... ve sığdırır da.
Ancak bir sorun vardır. Ampulü ağzından geri çıkaramamaktadır.
Arkadaşı hayret eder bu nasıl iş diye, o da evdeki başka bir ampulü ağzına sokar ve tabii ki o da çıkaramaz.
Bunun üzerine iki kafadar hastanenin yolunu tutmaya karar verirler. Ağızlarında ampul olduğu halde bir taksiye atlarlar.
Konuşma zorluğu çekerek güya taksiciye dertlerini anlatırlar.
Taksici bir taraftan gülme krizi geçirirken bir taraftan da 'nasıl olur abi ya, uğraşsanız çıkar, bir asılın şuna, şaka mı yapıyonuz ?' diye söylenmektedir.
Neyse akşamın bir yarısında acile gelirler. Taksici ayrılır.
Doktorlar çocukları beklemeleri için bir odaya alir.
Veeee, aradan 15 dakika geçmeden taksici kapıda görünür; tabii ağzında bir ampulle.

Amcam çocuklara inanmamış, açık olan bir marketten ampul almış ve denemiştir !!
Şimdi anladınız mı Ampul Partisi'nin Türkiye'de nasıl iktidara geldiğini?

BİR ŞEY OLMAZ DİYE HERKES DENEDİ VE GÖRDÜK ÇIKARAMIYORUZ.
OY VERİRKEN İYİ DÜŞÜNÜN, AMPUL BU SEFER AĞZIMIZDAN ÇIKMIYOR...
YARIN ÖYLE BİR YERE GİRERKİ DOKTORA BİLE GİDEMEZSİNİZ.
BİR DAHA SAKIN DENEMEYE KALKMAYIN!!! 


 İtüSözlükçü yine aşırmış

20.6.08

HÜZÜNÇ

"...böyle hafif sakin melankolik." bir isteği oldu sevgili Ebru'nun. Saman alevinin yangınında tavlanan yüreği yaz demeye getiriyordu sanki...

Melankoli (melankolia); mutsuzluk, yalnız kalma istediğir.
‘’Melankoli, hüzünlü olma mutluluğudur.‘’ - Victor Hugo (Wikipedi)

"Hüzünç" süzcüğünü Cumhuriyet Gazetesi yazarı Mustafa Balbay'dan ilk duyduğumda, ilk işim bu sözcüğün daha önce kullanılıp kullanılmadığını aramak oldu. (Google'da) birkaç kıytırık cümle arasında geçse de yerleşik bir sözcük olmadığı anlaşılıyordu.

Ümit Zileli-M.Balbay ile söyleşirken, ABD'nin AKP'yi artık gözden çıkarabileceğini, AKP'yi İran'a saldırma konusunda, Irak'a saldırmada kullandığı kadar kullanamayacağını anlatıyordu.

ABD'nin, Türkiye cephesinden İrana saldıramayacağını SEVİNÇle karşlarken, yerine başka bir "piyon" yaratabileceğini düşünmek HÜZÜNLE karşılanıyordu.

Sevinç ile hüzün bir araya geldiğinde, "HüzünÇ" ile özetlenebilirdi. Melan-koliyi kolileyip depoya atabilecek bir sözcük türetilmişti artık.

Politikadaki sevinç ile hüzünden melankoli çıkarılamazdı kuşkusuz.

"Seni seviyorum ama kavuşmamıza aşılamaz engeller var"
kıvamında limon kokulu bir cümle bırakıldığında geriye,
sevilmeye değer birinin,
irade dışındaki bir olguyla,
tarihe gömmekle başlayan bir duygu,
yerini melankolik bir duruma bıraktığında,
hüzünç dalgası aşk rıhtımını dövmeye başlanmıştır artık.
Dalga kayadan birşey koparamasa da, altındaki toprağı için için oymayı sürdüreceği kestirilemezdi ki o zaman!

Yürekten kopan üç damlalık hüznün üzerine, sevildiğini hissedişin izdüşümündeki iki damla sevinci eklediğimizde, artan bir damlalık hüznün yakmadığını sanıyoruz.

Ama, saman ateşi gibi içinden yürüyen köz, zararın farkını yürek yorgunluğu masajına döndürüyor adeta..
Çevreniz tarafından standart yaşam algısının dışına taştığınız farkedildiğinde, köşeli parantez içine alınıveriyorsunuz.

İşte o zaman başlıyor yalnız kalma isteğinizi "hüzünç" olarak ifade etmeye. Karmaşık ve de sarmaşık duyguların özeti olarak arşivinize yerleşiveriyor o.

Sevgiliye kavuşamamaktan hüzünçlü, aynı zamanda kalbine bağışıklık kazandıran Fuzuli, sevgilisini yanında görünce, "çıkarın şunu odamdan, onun hayali yetiyor bana" diyerek, melankolizmi Divan Edebiyatına aşılıyordu...
Ve Nazım Hikmet'in Tahir ile Zühre Aşkı da öyle...

"Melankolizm-hüzünçizm" ideolojisi gibi...
Aşk illüzyonu, sevgi savurganlığna götürüyor insanı ama şöyle formüle edenler de var:

*akilli erkek + akilli kadin = ask (sevinç)

* akilli erkek + aptal kadin = iliski (hüzünç)

* aptal erkek + akilli kadin = evlilik (hüzünç)

* aptal erkek + aptal kadin = hamilelik(sadece hüzün)

(parantez içi ekler bana aittir, çok linki olan bu formülün asıl kaynağı bilinmiyor)

19.5.08

KÜRESEL K(E)RİZ

Amerika’da “Mortgage krizi”, “peyk”indeki ülkeleri de krize sokmuş!
( kötü kader!..)

Tabi ki öyle olacak, alçakta durursan, ağzına girenin değil, kıçından çıkanın kokusunu duyarsın.

Nedense,
Amerika’daki işçilerin, siyahların, kırmızıların, esmerlerin “krizleri” hiçbir ülkenin “iş adamlarını” krize sokmuyor!

Bizde krizlerin yaşamasında birilerinin çıkarı varsa onun adına “canavar” derler: enflasyon canavarı, terör canavarı, trafik canavarı..yani, yakasından tutulacak olan adres kendileri değil, canavarlardır.

Küresel kriz de çift başlı canavara benzer:
1-Mortgage ekonomik
2-Kuraklık krizi …

Bir bankanın bir başka bankadan ya da borsadan paralarını çekmesiyle (ABD'de böyle olmuş) dünya ekonomisi sallanıyorsa,
Bunun yansıması olarak, sadece yoksulların başı sallanır.

Buna karşılık hiçbir soygun, yolsuzluk, kara para, sömürü mekanizması.. gibi olaylardan hiçbir yoksul olumsuz etkilenmez. (nah etkilenmez demelisin içinden)

Atmosfer tabakasının delinmesiyle kutuplardaki buzların erimeye başlaması arasında kuraklık ilişkisi kurulur.
Buzların erimesi, sıcaklığın artması ve bunlara bağlı olarak KURAKLIK ve sonucunda gıda kıtlığının baş göstermesi....

Ne yapmalı bu durumda?
Elbette piyasa ekonomisi kuralları işletilmeli, yani, yaşama dair her şeyi birkaç misli pahalıya tüketilmeli. Bunun diğer ayağı ise, ücret ve dar gelirlerin düşürülmesi olmalı.

* * *
Durum o kadar karmaşık mı dersiniz?
Bence işin püf noktası “kerizlik”te yatıyor.

"Küresel Kriz" dedikleri olayın asıl adının "kapitalizmin 4. bunalım dönemi" olduğunu işaret eden düşünürlerin öngörüleri önemsenmelidir.

Küresel kriz servet stokçularının kar akışını yavaşlatmaktan öteye bir risk daha taşıyor (kendilerine göre): köle-efendi ilişkisinin sorgulanması olasılığı...


"küresel krizin düğümü nasıl çözülür" diye bir anket koyduk yan tarafa. Bu ankete, 9 değerli konuk cevap vermiş:) Onlara teşekkür ediyoruz.

"küresel krizin düğümü nasıl çözülür"?
a- Yoksullarıntırnakları uzarsa :%11
b- G 8'lerin G noktsına çomak sokulursa:%11
c-Krize neden olanları Sosyalizm çarparsa:%22
d-küresel kriz kördüğüm olmuş, çözülemez:%55

* * *

başlıkta olduğu gibi asıl amaç "kriz-keriz" ilişkisinin nüvesini dağıtmaktı.

Marks ve Engels, kapitalizmin birkaç kalp krizinden sonra öleceğini demişti de çoğu keriz inanmamıştı... (kendileri bilir)

Biraz da alıntı:

"Kapitalizmin
1. bunalım dönemi yaklaşık 18 yıl,
2. bunalım dönemi 27 yıl sürmüş,
3. sü ise 1945'den bu yana devam etmektedir.

3. bunalım döneminde emperyalist ülkeler sosyalist sistemin varlığını kendilerini tehdit edici unsur olarak gördüklerinden aralarındaki çelişkiyi yumuşatarak, uzlaşmacı, entegrasyoncu bir tutum takındılar. Kendi aralarında çıkabilecek bir savaştan, askeri çatışmadan kaçındılar."

"Emperyalist dönemde temel anlamda 3 büyük çelişkiden bahsetmek mümkündür.
Birincisi; emek-sermaye çelişkisi, yani proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi.
İkinci çelişki; çeşitli tekeller, finans grupları ve emperyalist devletler arası çelişkiler, yani emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkiler.
Üçüncüsü ise; emperyalistlerle sömürge halkları arasındaki çelişkiler."


Eee? nolacak bu çelişkiler varsa?

Bu kadar çelişkiyi sırtında taşımak ahmaklık değilse, ayağının altında köle görme sadistliğinden başka birşey olamaz. (günümüzde köleliğin ortadan kalktığını değil, sadece şekil değiştirdiğini unutmayalım)

* * *
Son olarak, Z. Ö.'den (K)özlü sözlerle bitirelim:

-Krizler bağırsaktaki gaz sıkışmasına benzer, vücudu terk etmedikçe sancısı bitmez.
-Krizlerin varlığı kerizlerin çokluğuna bağlanabilir ancak.
-ÇANTADA KEKLİK olan kerizlerin ekonomik-kredi notu (arada bir) yükseltilir.
-Engin eşeğe çıkan çok olur.

zihni örer

21.4.08

Mim'li hayatlar


Aslıberry “Mim”lemiş, sağolsun değer vermiş.

Zaten mimli herifin biri olduk, geleneksel yaşam biçimini değiştirdikten sonra:)
İş hayatımda mimli, mahallede mimli, askerde mimli, ve hatta aile-akraba içinde de hayatı mimli olarak sürdürmeyi seçmiş olmanın gurur ve şuuru üzerimde…

Mim dediysem, heyecanlanmayın, öyle ahım şahım mimlilerden değil… sıradan, “sempatik ve empatik mim” diyebileceğimiz dozda... Bu bile lüks sayıldıysa özellikle iş yaşamında, terfi ve hak ettiğiniz avantajların bütününü, “ağzınla kuş bile tutsan, bu kafayla sana mevki vermezler” özlü sözünü bir pankart gibi gördüm hep karşımda.

Neden? Mim dedik işte mimmmmmm…

Ya bir de mimli mahkumlar, anarşistler, sakıncalı piyadeler… onların yanında “mimliyiz” demek biraz ukalaca kaçıyor ama, neyse biz de kendi çapımızda mimli yaşadık işte.

Bu mimin özü neydi? Diye zahmet edip sormayın, hemen söyleyeyim:
Toplumsal ve kamusal ahmaklığın her bir zerresinde protest davranışlardı. Protest davranışların alt yapısı nedir? Diye sorabilirsiniz. Sormayın onu da diyeyim:Kamu organizasyonu tarafından verilenden fazla bilgi ve dürüstlük ilkesini kazanmak ve arzetrmektir efendim. Bütün suçum budur, bundan sonrası masumluktur efendim.
Şu koyu sözcüğe bir bakıverin lütfen, “bilgi” diyor.. işte aslıberry’nin bize yüklediği görev (başüstüne) bilginin kaynağı (anası) olan KİTAPtır efendim.
“Kitap” dedim de aklıma geldi, valla aklıma gelen her şeyi yazsam bir roman olur (havam batsın değil mi). Doğru diyorum inanın ki, kitap konusunda….. çooooook zengin bir konudur bildiğiniz gibi.

* * *

Geleneksel-ailesel kültürün uzantısıyla, tamamen “şeriat-İslam” kültürünün en derin (çoğunlukla politik) eserlerini okumak ve (militanca) yaymakla başladım lise sonrası 5 yıl kadar.
İş hayatımın ekonomik yarı-özgürlük dönemine girdiğimde, dışarıda başka bir dünyanın döndüğünü görünce, dünyaya paralel başım da dönmeye başladı.
Doktora danıştım, “kapalı yerden çıkınca, dünya dönüyorken başım da dönüyor. Dünya devam etsin de başımı nasıl durdururuz?” dediğimde, iki duble rakı iç demesin mi!
“Nasıl olur doktor, şu ana kadar hiç günah işlemedim ki”,
“doktor tavsiyesi günah olmaz” deyiverdi birden!
Eee? Rakıyı içersin, , dünya bir yana dönerken, kafayı biraz bulunca başın öbür yana döner. İki zıt kuvvet birbirini nötürler, yani dönen başın durur, etrafını daha net kavrarsın demez mi! Heyecan sevdası bastı yüreğime hemencecik.

Buradan ötesini ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim. (eee, mim ne olacak ya?)
Yani, şu an en son elimde bulunan kitap “hegel felsefesine giriş” bittiğinde, onu yontacak bir kitap sırada bekliyor:”felsefenin başlangıç ilkeleri”/georges politzer.
Bakmayın “başlangıç ilkeleri dediğine, birkaç sayfa çevirdim de, “marksit (diyalektik materyalizm)felsefesi çerçevesinin içini dolduruyor gibi.
Bu bileşimi ayrı bir başlık halinde güncel anlayışa paralel yazmayı tasarlıyorum (inşallah).
Bu Mim başlığına koşut bir düşünce dizisi yapmıştım aha BURADA


SANAL DÜNYAnın KİTAPLARI AĞAÇ KOKMUYOR AMA!



"İnternet icat oldu mertlik bozuldu" diyecektim.... demedim. Suçun internette değil, günlük zamanını planlı ve dengeli kullanamayan bizde olduğunu anladım. Eskiden evden çıktığımızda, diğer işlerin ve başıboş gezmelerin dışında bir de kitapçı vitrinleriyle yüzleşirdik. Sergideki kitapların çeşitli konu başlıklarını gördükçe, kültür dağarcığımızın daha ne kadar boş ve hacmının küçük olduğunu anlardık. Bizi tahrik ederdi vitrindeki kitap dizileri ve onların ağaçsı kokuları...
Günlük yaşamın pürtlettiği stresin ilacını bu vitrinlerde bulabilirdik. Sigara bu yüzden "stressavar" olamamıştı yaşamımda.
Yeni dünya düzeni, yaşamımıza ve içindeki davranışlarımıza yeni bir biçim verince bilgisayar başına kilitlenerek, İslam peygamberinin sözünü tedavüle koyduk farkında olmayarak: “düşmanın silahıyla silahlanmak”.
İnsanları sosyalleşmeden alıkoyan, olası örgütlülüğü moleküllerine kadar dağıtıp, odamızın daracık köşesine sıkıştırıldığımızda, orada kocaman bir dünya yaratmalıydık. Bütün bilgilere ve ortak niyetlere daha rahat erişebilmenin avantajını kullanabilmeliydik.

İnternet ile kitap vitrini arasındaki fark ile, (harcanacak kağıtların ana maddesi olan ormanların gürleşmesi nedeniyle) teselli bulabilmeliyiz.
Bilgisayar ekranında orman yeşilliğinin resmine razı olurken, tutsaklığa arada bir ara verip, gölgesinde uzanabilmeyi ve bazen dalların arasından gök maviliğne doğru "uzun yolculuğa çıkabilme gerçek özgürlüğünü" de kendimize çok görmemeliyiz. Çünkü, bilgiyi de enerjiye ve oradan mutluluğa çeviren oksijendir./zihni örer




Mim gülünü, sevgili Edi’ye


ve


Neverland'a atıyorum.


İlk kez bu kadar isabetli, hem de “12” den vurulmuş mim diyebilirim.

(Ama, sevgili neverland icralık olacak bu gidişle )
Sevgi ve saygılar efendim.

6.4.08

KAPİTALİST TEZGAH



Sosyalizm, sanayileşmeye atılan ilk adımlarla birlikte, icraatın toplum üzerindeki etkisini de izleyerek, aynı zamanda siyasal tavrını da koyarak, nefesini kapitalizmin ensesinde hissettirmeye devam ediyor.

* * *
Kapitalizm, “kölelik-derebeylik-feodalizm” dönemlerinin “mehter marşı hızındaki” süreci olduğundan, geldiği noktada, sadece üretim araçlarındaki model ile buna uyum davranışları değişti. Yeni adı Neo-liberalizm oldu. Dolayısıyla “milliyetçilik” ekolü, kapitalizmin sınırlarındaki dikenli tellerin adı olmaktan öteye geçemedi.

Neo-liberalizm  dikenli tellerini, yoksul ülke insanlarının “kontrolsüz emek göçüne” karşı kullandı. "Sosyalizm tehdidi"ne karşı, “ önce insan” sloganıyla bazı “insani” mesajlar üretse de, gasp ettiği emek değerlerinden pay vermeye gelince, orada arsızlığını gizleyemedi.
Sermaye,  böyle bir milliyetçiliği “değişim kültürüyle” aşmış bulunmaktaydı. (değişmeyen tek şey değişimdi)

Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülke egemenleri, dikenli tellerin iç alemindeki yoksulların nabzını, “dış güçler tehdidine nefret, vatana fedakarlık” koşullanması biçiminde geliştirmeyi görev bilirler. Ülke kaynakları toplumun en uyanık (kendilerine göre en becerikli) sınıfının elinde istiflenirken, yoksullar dış güç şantajını sayıklamaya devam eder. (önce vatan millet sakarya, ardından çalış senin de olur)

Savaş zamanlarındaki gibi barış zamanında da fedakarlık, hatta ölüm göze alınabilir. Hiçbir varsılın böyle bir fedakarlığı üstlenmeyeceği bilinse de… onlar savaş zamanlarında kapağı atacak bir ülke bulsalar da…
Ama, bir toplum yaşamında savaşların ömrü kısa, barışın ömrü daha uzun olduğu halde, egemenler vatandaşlarına hep savaş koşullarını dayatırlar. Slogan şudur özetle: UCUZ ÇALIŞ, İTİRAZ ETME, her durumda allahına şükret. Vatanseverliğin (milliyetçiliğin) ölçütü budur(!)
Bu ölçütlere itiraz edildiği görüldüğünde kapitalizm, “vahşi” yüzünü göstermeyi ihmal etmez.

Böylece, kendi halkının emek değerleriyle büyük güç edindiklerinde, artık uluslar dışına taşma zamanı gelmiştir.
Barış zamanlarında yatırım ve kâr kavramı (pazarlama) daha çok “ikna olgusu”na muhtaçtır.
Büyük şirketler yine kendi güdümlerinde olan hükümetleri de devreye sokarak, zayıf ülkelerde çıkarlarını kollamaya devam ederler. Artık, emeklerini istiflediği kendi halkına, ranttan pay verme zamanı gelmiştir. Çünkü, daha ahmak ve ucuz insan yığınları bulunmuştur artık. Bu aşamada kendi halkının yaşam düzeyine şükretmesini ve ahmaklara model oluşturmasını sağlamak için, bizim gibi “beterleri” göstermesi yetmektedir. Kendilerine hizmet ettirebilecek ucuz insan bulabilmekte zorlanmazlar. Bu nedenle nüfus çoğaltma gibi, “dış güçten” sakınma ve fabrikasını ucuz emek ile çalıştıracak güç bulamama gibi dertleri kalmamıştır. En azından, emekli ücretleriyle, doğası bakir (istese de sanayileşememiş) ülkelerde tatil yapabilirler. Böylece avunabilirler.

Ama bu gidişin doyum (tıkanma) noktası, yeni bir savaşın başlangıcı olduğunu her sıradan insan fark edemez. Vietnam ve Irak halkının ABD’ye direnişleri ve dünya savaşları bu durumu izah eder.

“ikna olgusu” demiştim. İşte burada, LİBERAL felsefenin “neo”su devreye sokulmaktadır. Sıcak savaşlardan daha ucuza gelen bir yatırımdır bu politika. Hele de karşıdaki ülke politikacıları vizyonsuz ise, kendi ailevi çıkarını sinsice öne almışsa, liberal politikaya hizmet etmesi kaçınılmazdır.
Artık kendi milliyetçilikleri içerdeki yoksullarının avuntusu ve savaş zamanı kullanılabilecek bir araç olarak yedekte durmaktadır. Şirketlerin adımları uluslar dışına taştığında, milliyetçilik itici ve sevimsiz bir kavram olarak alınmaya başlanacaktır.

Vahşi kapitalist, sosyalistin emek hakları için sınır tanımayan “enternasyonal” fikrini lanetlerken, “sermaye hakları “ için Liberaller, bu kavramı da ipotek altına almışlardır.
Globalizm, sermaye sınıfının ideolojik adres alanı olmaya başlamıştır.
Artık, muhtaç hatta ahmak toplumların hükümetlerine talimat verebilecek kadar ileri gidebilmektedirler. En azından kontrol mekanizmalarını besleyebilmekteler.
* * *
Serbest piyasada “değeri “ arz ve talep belirlerdi. Bir mal piyasada ne kadar az ise, fiyatı o kadar yüksek olurdu. Ya da tersi. Emeği de alınıp satılan bir MAL yerine koyduklarına göre, Başbakan’ımızın çok nüfus –hem de genç nüfus-istemesinin altında yatan sır tamamen açığa çıkmaktadır.
İşsizlik ortamında, bir kardeşin kendi kardeşine hatta babasına rakip olduğu bir toplum düzeni nasıl etik(ahlaki) olabilir?
* * *
Yukarıdaki yorumlar çerçevesinde, yoksulların bu tuzağa düşme gerekçelerini anlamak oldukça zordur...

'ÜÇ ÇOCUK' TARTIŞMALARI-

'Üç çocuk' tartışmalarına değinen Erdoğan, şunları söyledi; Ben evlendiğim zaman zengin bir ailenin çocuğu olarak evlenmedim./ Milliyet Gazetesi 


Ekonomi Dergisi Forbes, dünyanın en zengin şirketlerini ve hükümet adamlarını açıkladı. Türkiye'den 14 şirketin listeye girdiği kaydedilirken, Başbakan Tayyip Erdoğan ise en zengin devlet ve hükümet başkanları sıralamasında sekizinci sıraya girdi. Tayyip Erdoğan kralların ve prenslerin ardından listedeki ilk parlamenter olarak dikkat çekiyor. //SolGazete

Başbakan devam ediyor,

“Sakın ha doğum yapmayın diyenler bu ülkenin yararını düşünmüyor. Şu andaki nüfus artış oranı ile devam edersek 2037 yılında Türkiye'nin nüfusu yaşlı nüfus haline gelecektir.Ben hesapla, bilimsel konuşuyorum. Artması lazım bu oranın. Bak Avrupa ağlıyor. Biz yanlış yaptık diyorlar. Bizi de birileri bu oyuna kurban etmek istiyor. Almanya şu anda para veriyor yeter ki doğur diyor ama doğuramıyor."

* * *
Önce öptü sonra öldürdüİşsizlik bunalımı bir aileyi daha yok etti. Diyarbakır'da cinnet getiren adam kızlarından birini öldürdü, diğerini yaraladı. Sonra intihar etti.
* * *
İşsizliğin azalmamasının nedeni yüksek genç nüfus ve önceki yıllardan biriken işsizlik stoku. Nüfusun yüzde 65'i 35 yaşın altında./ YEni Şafak
-SOSYAL GÜVENLİK REFORMU- Konuşmasında Sosyal Güvenlik Reformu'na değinen Erdoğan,"Sosyal Güvenlik Yasası tartışılıyor. Bu yasa ile her doğan sosyal güvence ile doğsun istiyoruz. Ama bu solcular ve onların yanında olanlar buna karşı çıkıyor.
 demagoji

Biz isçiden, emekçiden yanayız diyorlar ama bunun karşısına dikiliyorlar. Bunların işçiden yana olmak gibi bir derdi yok sistemi kilitlemek gibi bir derdi var.

a=b, b=c ise, a=c olur. Yani bu matematiksel mantığa göre, bu sistem sadece işçiden emekçiden yanadır. Solculara ters düşen durum, emekçiye verilen haklardır. (bu başbakan sosyalizmi adam smit ten öğrenmiş belli ki.

Dikili bir ağaçları olmamıştır bu ülkede. Bunlar yıllardır bu ülkede bağırıp, çağırdılar.Benim vatandaşımın ilaç kuyruklarından kurtulabilmesini sağlayabildiler mi? Hani sosyalist, komünist gezinenler bu ülkeye niye bunları getiremediniz? Biz halkımızı ayırt etmeksizin seviyoruz."diye konuştu
* * *
Duyan duymayan da sanacak ki, bu ülkeyi 80 yıldır, kapitalist-liberaller değil de, sosyalist-komünistler yönetmiştir.
EVET, SOSYALİSTELER BU SİNSİ DÜĞÜMÜ ÇÖZMEK İÇİN, BU OYUNLARI BOZABİLMEK İÇİN, SİNSİ LİBERALİZMİN ENSESİNDE OLMAYA DEVAM EDECEKLER, her şey pahasına…… /z.örer

28.3.08

alfabetik MİM felsefesi

Sevgili EDİ

MİMlendiniz... Çekiniz şimdi ordan bi' "alfabe" :P!!!her harfi sizde bi anlama yumruk atıyordur herhalde, e biz de bilek biz de görek gayrı :)
demiş.
sevgi ve saygılarımızı yollayarak, "baş üstüne" demişiz ve kolları sıvamışız.


* * *
Buyurun efendim:
A -Dünyaya ilk gelişimin kutsal mimarı ve Son durağımın olabilme ihtimalini sevdiğim kişi ve şehir: ANNEM ve ANTALYA

B -Mutsuzluğun panzehiri ve evrendeki sırları insanlığın emrine sunacak olan kılavuz, BİLİM

C -Baharat ve sarımsak ezmesiyle desteklendiğinde, rakının vazgeçilmez mezesi, CACIK

Ç -Aslında bahar coşkusunun habercisi ve günümüzde politik oyunların harcı haline gelen Nevruzun can yoldaşı, ama simgeleşemeyen küskün çiçek ÇİĞDEM

D -Sivrisinekleri saz sanatçısı olarak algılayabilen başka devlet yöneticileri olduğu halde, bizde avazından ve öfkesinden hiçbir şey anlaşılamayan, zurnanın can yoldaşı, DAVUL

E -Yeryüzünde en fazla sömürülen, yaşamın birinci derecedeki ihtiyaç maddelerinin mimarı, onlar olmadığı zaman fabrikaların, fırınların, tarımın, temizliğin…vs durduğunu, buna rağmen saygınlığı toplumda dibe vurmuş olan, EMEKÇİ

F -Demokrasilerde eşitlik talebinin asıl öznesi olan, FIRSAT

G -Cinslerinden biraz daha farklı sevdiğim ama uzun yıllar lale ile arasındaki farkı fark edemediğim kır çiçeği, GELİNCİK

Ğ -Torpil ile işe girip de çalışmadan maaş alan kamu görevlisi gibi, alfabemizde istihdam edilen bir harf “Ğ”

H -Ülkemizde daha çok “ön gerekler” yerine getirilmediği için oraya zorunlu düşülen iki kurum, HASTANE ve HAPİSHANE


I -Demokrasi götürülmek adına, o demokrasiyi yaşayacak halkı, demokrasiyi götüren güçler tarafından katledilen ülke, IRAK

İ - Doğada en fazla yeteneğe sahip olduğu halde, doğa ürünlerini en adaletsiz paylaşan varlık, İNSAN

J -Güçlülüğün her yerde geçerli olmadığının ve küçük olmasına karşın, keskin olabilmenin de önemli kanıtı, JİLET

K -“İslam sosyalizmi”ni simgeleyen, içi kırmızı dışı yeşil KARPUZ

L -On parmağında onbir marifetiyle, Rönesans’ın simgesi olma ününe sahip, içinde yaşadığı çağın karanlık sistemi O’na koyduğu üniversite okuma yasağını özel çabasıyla delerek, diplomasız aydın olma vasfını kazanan, LEONARDO DA VİNCİ

M -Leonardo da’nın “vinci”yle şöhrete kaldırılmış olan, en seksi gülümsemenin fotoğrafı, MONA LİSA

N -Yaşamda her şeyin iman’a (teslimiyete) bırakıldığı bu dünyada, ihanet, aldatma ve diğer “yutturmaların” şifresini bozmak için, uyanıklığın dedektörü olacak felsefi anahtar sözcükler, NEDEN, Niçin, Nasıl, Nerede…

O -Şeriata göre asıl amacın, hazımsızların vijdani sorumluluğunu geliştirmek için düşünülmüş olan, ama daha çok “aç”ların gerçekleştirdiği bir eylem, ORUÇ

Ö -Eskiden duvar, nakış gibi işlerde simgeleşmesi düşünülse de, günümüzde kritik politika ve stratejilerin kurgulanması için de düşünülebilecek bir soy ad ÖRER (örmek)

P -İhtiyaçtan fazlası da azı da “egemenlik politikası”nı besleyen, her iki uçtaki miktarıyla insanların birbirlerine işkence etme ve işkence görme aracı olan, PARA

R -Cisimlerin bir saniyelik “seçme” görüntülerinin sürekli olmasını istediğimiz “model” eser, RESİM

S -Hayatımın her anını anlamlandıran, bana kırgın olduğu anları, çayımın şekerini karıştırmayarak ima eden, uğruna hayatımı, hatta özgürlüğümü vereceğim (özelim) kişi …

Ş -“Susun lan, etrafı rahatsız etmeyin” cümlesinin özeti, ŞİŞŞŞŞTT!

T -Mesleğimin biri için çizimlerde kullandığım cetvelim “T” CETVELİ

U -Trafikte geldiğimiz aynı yöne dönmenin yasak olduğunu belirten işaret ama, politikada, kişsel çıkar görüldüğünde, en az bir gecedeki dönüşlerin kınanmadığı bir dönüş şekli “U” DÖNÜŞÜ

Ü -Kadın dediğin bir lir gibidir, gerçekleştirmedikçe ondan ses çıkmayan eylem, ÜFLEMEK

V -O’nun varlığında hayat bandımın yeniden başa sarıldığını düşündüğüm, yaşlanmak ve hatta ölüm “vız gelir” saydığım (kendimi O’nun yerinde gördüğüm) oğlum, VOLKAN

Y -İnsanlar arası ilişkilerde, önlemi alınamayacak en tehlikeli eylem, YALAN

Z -yorumlarımın ve onay’larımın imzası……

Zihni Örer

Mim dalgasını neverland'dan yana atacağım ama, O'nun bu sıralarda blogundan uzun süre uzak kalması mazereti olabilir. Eğer zamanı varsa, bekleriz bu çalışmayı.
1- neverland
2- eleştirel günlük
3- haydar eren
Mimlendiniz baştaki siyah pasaj çerçevesinde.

26.3.08

DOLAPÇI BEYGİRİ

Kör döngüler girdabında
"Dönen" başım olsaydı aramazdım.
Bir dolapçı beygiri kurgusunda
Eşeğin yol almadığı malum da
Boynundaki nasır bir garip duruyor bayım...
Döndürülen çıkrıkta sarılıysa yol haritanız,
"Daha gidilecek çook yolunuz var" anladım.




Ampulün iyisini kim yerse yesin de
modelinin modasını bu fiyata,
düzenzedelere katıksız yedirmeseniz?
diyorum.


Çağ arıyorcasına basıyorsanız,
Eşeğin sırtındaki semere,
"Daha gidilecek çook yolunuz var bence de.

* * *
Umut, aşk, romantizm bir yana da,
İş ekmek ya da su....
Hem de kör kuyuda bu?
Diyorum bazen.
Akordu bozuk naranızla,
Zorlamalı sırıtkanlığınızla
Gülümsemeye muhalefetiniz çok hoş
inanın.
* * *
Bir son "duruş" sarıyor içimi bazen:
Şeytan diyor ki,
Yasal olmayanlar bana,
Yasal dedikleriniz size kalsın.
Ve
Gözü bağlı sayın eşekten ricam:
Önce beni affet,
Sonra,
Ya şeytana uy,
Ya da sonsuza kadar sabret. (z.ö.)

16.3.08

gri ve yeşil sermayenin politik kapışması


Kapitalizmin 3. bunalım dönemi olarak adlandırılabilecek gelişmelerin bizim topluma yansıyan yanında, "dikkatlere kelepçe vurma" manevraları yaşanıyor günümüzde.

Başbakan'ın "türban kaç, kemalizm yakala" oyunundaki kurnazlığını başka nasıl anlamlandırabiliriz ki, ikisine eşit uzaklıktan bakılınca?

Demokrasi isteyenin demokratlığına ait kanıt yok; otoritenin bunlardan fazla yanı yok!

Emeğinin karşılığını talep eden işçilerin, polis copuyla, o da yetmez, eksi 35 derecelik bir soğuklukta basınçlı suyla hastanelik edilmesiyle, cumhuriyet tarihi boyunca sermayeye sınrsız örgütlenme ve koruma sağlandığı halde, emek kesimine linç politikası uygulanmasının arasında ne fark olabilir ki demokratlık iddiası açısından!!!


Al birini vur ötekine, çünkü, aralarındaki rekabet yeşil ile gri sermaye arasındaki iktidar kavgasından başka birşey değil.

* * *

Sözü fazla uzatmadan, değerli konuğum sima (hanım)'ın bu konudaki youmunu, iç odadan çıkarıp, manşetten paylaşmanın yararlı olacağını düşündüm. Kendilerine bu katkılarından dolayı teşekkür ediyorum.


* * *
selam,
Yıllar önce mecburi hizmetini Adıyaman'da yapan bir doktor arkadaşın yaşadığı bir olayı anlatmak istiyorum.
Bölgenin üst düzey komutanı il ve ilçelerde görev yapan doktorları ve diğer sağlık personelini bir toplantıya çağırıyor ve onlara verdiği brifingin önemli bir bölümünü doğum kontrolü başlığına ayırıyor.

Özetle komutanın doktorlardan beklentisi şu: terörle mücadelenin yollarından biri kürtlerin nüfuslarının kontrol altında tutulması, bölgede nüfus planlamasına çok büyük önem verilmeli. Kürtlerin çoğalmasını önlemek doktorlar için milli bir görev sayılmalı. Bu zihniyetin birinci boyutu bu.

İkinci boyutu: yine yaşadığım bir örnekten aktarmak istiyorum.
Kürt olan ancak hayata milli kimlik penceresinden bakmayan bir arkadaşıma diğer bir yurtsever kürt arkadaşım sık sık sorular sorar, "neden çocuk yapmadığıyla ilgili" olarak. Arada bir de espri yapar: kürtlerin çoğalması gerekir diye.

Olayın bir başka boyutu: Bütün tek tanrılı dinlerde doğum kontrolü ve kürtaj günahtır. Kadınların doğurması tüm dinlerde ortak olarak teşvik ve takdir edilir.

Olayın bir başka boyutu: Tüm totaliter rejimler (frankoizm, nazizim, şeriat sistemleri, latin amerika diktatörlükleri gibi) kadını mutfak, çocuk ve kilise (islam'daki karşılığıyla ibadet) üçgeninde görmek ister; bu üçgeni besleyen, onaylayan, kutsallaştıran bir düşünsel ortak paydayı paylaşır.
Kapitalizm bir yandan anneliği kutsayıp yücelterek, bir yandan gebelik sürecini estetize ve romantize ederek, bir yandan da güvenli seksi teşvik ederek kadının üreme sürecini her yönüyle bir ticari sektöre dönüştürür.

Kısacası her tür iktidar (dinsel, ekonomik, cinsel, siyasal) kadın bedeninin denetlenmesi üzerinden kendini var eder. Bunun bir yolu kadını türban gibi bir nesneyle işaretleyip "cinsel nesne oluşunu" mutlaklaştırmaksa, diğer bir yolu da kadının hizmetinde olunan ideolojiye ya da kutsala uygun olarak doğurup doğuramayacağını belirleme yetkisini elinde tutmaktır.

Kadın bedeni her tür iktidar için mutlak tehlikedir. denetlenmesi, kontrol altında tutulması, kendi başına bırakılmaması elzemdir. Ne yazık ki başbakanlarının bu başlama düdüğünü duyan çok sayıda insanın görev başı yaptığına eminim. Çünkü "doğum kontrolünün bir yahudi uydurması olarak müslümanların kökünün kazınmak için icad edildiğine" yönelik kuvvetli bir kanı halk arasında hızla yaygınlaşıyor.

Evet çok kısa bir zaman içinde bir nüfus patlaması yaşayacağız bu kesin. hani köşelerimizde sürekli yakınıp duruyoruz ya benim derdim şu (ortak bir dilimiz olduğunu düşündüğüm herkese o yüzden laf yetiştiriyorum kusura bakmayın lütfen):

Bir başka dünya mümkün diyebilen insanların ortak bir zemini hiç mi olamaz, yani bir çok ayrıntıda farklılaşan ama ortak sözleri de olan insanların bir araya gelişini engelleyen nedir? ne olmasını bekliyoruz?

Şu saçma kapatma davasının da doğrudan akp'ye hizmet edeceği aşikar. Komplo teorilerine inanmayan biri olarak bile yoğun bir "ne oluyoruz" duygusu yaşıyorum açıkçası.
AKP'nin politikaları sermayeyi incitmiyor, askeri incitmiyor, sünnileri incitmiyor, türkleri incitmiyor, erkekleri incitmiyor yani akp bu ülkenin ezel ebed iktidarı olan hiç bir kesimi incitmiyor, ama hala en demokrat parti sayılıyor ve tüm despotluğuyla, tüm iktidarıyla hala en mağdur, en mazlum parti muamelesi görüyor, hala entelektüellerimiz tarafından en fazla himaye edilen parti akp oluyor.
Görünen o ki bu kapatma davasıyla akp'nin mağduriyet havası giderek kronikleşecek ve sonuçları daha dramatik olacak.

CHP ya da MHP ile bu kadar uğraşılması şaşırtıcı bence. Ateş olsa cürmü kadar yer yakacak, giderek kendi dar kanalizasyon borusuna sıkıştırılan iki muhalifliği kendinden menkul partiyle uğraşmanın neresi entelektüel tavırdır bilmiyorum! Yani genel bir eleştirel tavrın nesnesi olacaklar elbette ancak asıl olan iktidara karşı muhalefet örgütlemek değil midir? Kaldı ki chp ve mhp'ye yönelik itiraz gerektiren ideolojik çemberin çok da dışında değil akp.

Sınıfsal mücadeleye gelince: tarihin bu sahfasında, emekçi sınıflar kapitalizmin ilk dönemindekine benzer (hatta daha ağır) bir dönemeçten geçerken, üç yüz yıllık bir mücadelenin kazanımları bir bir yitirilirken eğer ezilen sınıflar tavırlarını sadece iki saatlik işbırakma eylemiyle gösterebiliyorlarsa, zaten söylenecek söz kalmamış demektir.

Yoksulların ortak sesi olacak örgütlü bir oluşum yaratılması yönünde bin yıllık lafazanlıkları bir yana bırakıp ortak bir paydada artık "eylem" için bir araya gelinmeyecekse, bence artık konuşmanın da bir gereği yoktur. Bunca lafa gerek yok. susalım ve oturalım: olacaklar olduğunda bir kahraman çıkacaktır bizi kurtaracak, bir mesih, bir mehdi... En kötü ihtimalle hepimizin kendi küçük kıyameti.

"Ne yapabiliriz"i konuşmanın zamanı değil mi zihni bey? belki buralardan başlar eğer birşeylerin başlama olasılığı varsa.
sevgi ve saygıyla. sima...

Mart 15, 2008 7:40 PM