3.5.10

İlk “Bahar”ın sonu!

1 Mayıs ile başlayan bir son.

Bu yıl, Bahar’ın nefesi bir başka üfledi.
Yumurta üzerinde avlanan keklik gibi hissediyorum.
Renkler, kokular, fısıltılar, nağmeler, şiirler, umutlar...
büyülü lensini gözlerime, hangi tempoda yapıştırdığını anlamayacak kadar saf iken…

Ey sevgili, (diyesi geliyor insanın)
Birkaç cümleye ve kısa zamana sığdırılamayacak kadar, içi dolu, ateş tutamaklı cümlelerle "bir şarkı" eşliğinde.... bir bahar geçmek üzere! diyesi geliyor...

Bahar’ın son’u 1 Mayıs emekçi bayramı olarak kutlanırken,
éLLa demiş ki, "1 mayis mi o da ne. iscisin sen isci kal ..
isci bayraminda bile isciler calisiyor, patronlar tatil oluyor.. o ates coktan sönmus bile. sen yine de yellemeye devam et.."
Ardından
Taciz
ve tecavüz eylemlerini duyduğumda, birkaç yazıdır sözünü ettiğim, bahar yansımaları olan sevda aşk, sevme-sevişme gibi insani duygulara kuşkuyla bakmaya zorlanıyorum!

Evet, Bu yıl, Bahar’ın nefesi bir başka üfledi. Ama yellemeye devam etmek “ahmaklıktır diyor ella
Sıcaklar bastırıyor, artık yellemeyeceğiz yananlar saman alevi gibi ya için için yanacak, ya da kendi içinde sönecek.

30.4.10

öpüşmek>sevişmek



"Bahar sevdası"

Edibe Özlem Birsöz yazarlığa ilk adımını atmak üzere.

"Bir gün aşk kitabını yazacak", demiştim'in" şımarıklığı ve gururu... "buradaki "Sevgi Dağarcığımdakiler" başlığının 9. sırasında ve yıl 2007. Bir de Facebook yorumumda yazmıştım yazarlık sinyalini Sevgili edi'ye. Zaman ve kışkırtmaların zoru değildi elbette bu. Edibe’nin doğasının derinliklerinden fışkırdığını, Edibe’nin can Arkadaşlarından Ahmet Nesin’den (belki) önce keşfetmiştim:)

Edibe ile (bloglarımızda), "aşk ve sevgi" üzerine "edebi" yazışmaların keyfine doyum olmazdı. Hemen bütün yazışmaları arşivimin onur köşesinde saklamaktayım.
Edibe bu başlıktaki kitabı yaşayarak, hissederek, çözümleyerek, dik durarak yazan, "mutfak yazarlığı" farkıyla bir adım önde gittiğini düşünüyorum.
Edibe Birsöz, yazarlıktan öte bir tiyatro oyuncusu, Müzisyen, akademisyen… ve....

Nazım Hikmet'in Tahir ile Zühre aşkı Edibe'nin "karşılıksız aşk" tezinin referansıydı sanki.

Öpüşmek Sevişmek üzerine bir yorumda şöyle dediğimi hatırlıyorum bir yazı altına:

"Sevişmek"
aşkın, değiştirilmesi teklif bile edilemez temel anayasası.
Yaşama isteğimizin asıl odak noktası.

Bütün İŞ "sev" ile "mek" arasına girmekte.
“Yani (iki) yürekte., iş’te, emekte.

"öpüşmek"
Dudaktan kalbe değilse,
Grip enfeksiyonu kaçınılmaz.

Bütün iş “an” ile “ten” arasına girmekte,
Yani, zamanda ve karşılıklı sevmekte.

24.3.10

İdealizmin Gücü-Materyalizmin karizması




"Düşüncenin Gücü" kitabından özet:

Her insan varoluşunun kuralı ile bulunduğu yere gelmiştir. Karakteri içine inşa ettiği düşünceleri onu oraya getirmiştir.
İnsan kendini dış koşulların yarattığına inandığı sürece darbe alır.
Herhangi bir süre boyunca kendi kendini kontrol etmiş ve kendini arındırmış herhangibir kişi, koşulların düşünceden kaynaklandığını bilir.
Koşulların dış dünyası kendisini düşüncenin iç dünyasına göre şekillendirir
Bir insan düşkünler evine ya da hapishaneye talihin veya koşulların zalimliği yüzünden değil, “aşağılık” düşüncelerin ve “adi isteklerin” yolunu izleyerek gelir
Koşullar insanı oluşturmaz, ancak onu açığa çıkarır.

İnsan düşüncenin sahibi ve efendisi olarak kendinin yapması ve çevrenin biçimlendirici ve yapımcısıdır.
Doğumda bile ruh kendi başına gelir.
İstekleri ve duaları düşünce ve eylemleriyle uyumlu oldukları zaman yerine getirilir ve cevaplanır.

Çok yoksul bir adam düşünün, evindeki konforun iyileşmesi konusunda son derece heveslidir; fakat her zaman işten kaytarmakta ve maaşının yetersizliğinden dolayı işvereni aldatmaya çalışmasının haklı olduğunu düşünmektedir. Bu adam, gerçek refahın temeli olan en basit ilkeleri bile anlamamaktadır.
Her türlü bencil düşünce yalnız kendi çıkarını gözeten alışkanlıklarda belirginleşir ve bunlar acı verici şartlarda somutlaşır.

Sevgi dolu ve bencil olmayan düşünceler kesin ve sonsuz refah ve gerçek zenginlik şartlarında somutlaşır.
“ bir insan doğrudan koşullarını seçemez, fakat düşüncelerini seçebilir.

Beden zihnin hizmetçisidir.

Şüphe ve korku düşünceleri asla birşey seçemez, fakat düşüncelerini seçebilir.
Şüphe ve korku düşünceleri asla birşey başaramazlar.
Pek çok insan bir kişinin baskıcı olmasından dolayı köledir. “baskıcıdan nefret edelim” der.
Pek az sayıda insan bunu tersine çevirir, “pek çok insan köle olduğu için bir kişi baskıcı olur, köleleri hor görelim deme eğilimi vardır. İki taraf da cehalette işbirliği yapmaktadır.

Hayaller gerçeklerin fideleridir.

Yaşam okyanusunda mutluluk adaları gülümsemektedir ve ideallerimizin güneşli kumsalı sizin gelişinizi beklemektedir.


MArksist Felsefe den özet

"Kurtuluş", zihinsel değil, tarihsel bir iştir, ve bu tarihsel koşullar, sanayiin, ticaretin, tarımın, karşılıklı ilişkinin durumu tarafından gerçekleştirilir

İdealizme göre fikirler, insanların kafasında nedenleri bilinmeksizin ve onların varolma koşullarından bağımsız olarak ortaya çıkarlar. Ama o zaman idealizmin yanıtlayamayacağı bir soru konuyor ortaya: neden şu fikir antikçağda değil de zamanımızda ortaya çıktı!
Fikirleri hiçbir zaman onların nesnel temellerinden ayırmayan diyalektik materyalizm, yeni fikirlerin sihirli bir işlemle ortaya çıktıklarını düşünmez. Yeni fikirler, toplum içinde gelişmiş olan nesnel bir çelişkinin çözülmesi olarak ortaya çıkarlar.

Gerçekte ve pratik materyalist için, yani komünist için sorun, mevcut dünyayı köklü bir biçimde dönüştürmek varolan duruma pratik olarak saldırmak ve onu değiştirmektir.
ahlaki fikirler de nesnel toplumsal ilişkilerin bir yansısı, toplumsal pratiğin bir yansısıdırlar.

İdealistler, ahlakta, ortam koşullarından mutlak olarak bağımsız bir sonsuz ilkeler birliği görüyorlar: bu ilkeler bize tanrıdan gelirler, ya da yanılmaz "bilinç", bize, bu ilkeleri yüklemiş, kabul ettirmiştir.

Ama, örneğin "asla çalmayacaksın" buyruğunun ancak özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla varlık ve anlam kazandığını dikkate almak yeter. Geleceğin sınıfsız toplumunda hırsızlık kavramı, gerçeğe dayanan tüm temelini yitirecektir, çünkü servetler öylesine bol olacaktır ki, çalmak için bir neden kalmayacaktır

"... insanlık, kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar."

Diyalektik materyalizme katılmamış bir kimse için anlaşılmaz olan bu tümce şöyle açıklanır:
"Sorun" diyen, çözülecek "çelişki" der. Ama çelişki, eski ile yeni arasında bir savaşım değil de nedir?
O halde eğer bir çelişki beliriyorsa, bu demektir ki, yeni, daha önceden orada vardır, tohum halinde de, kısmen de olsa, yeni, daha önceden oradadır. Örnek: feodal toplum, ancak kendi bağrında, daha sonra kendisini yıkacak olan karşıt güçlerin (sanayi, burjuvazi) işlemeye başladıkları gün suçlanabildi. Sorunun çözümü, yolunu aramakta olan bu yeninin zaferi oldu
Ahlak, böyle bir ahlakı fiilen gerçek kılacak olan toplumsal koşullar nesnel olarak gerçekleşeceği zaman, bütün insanlar için aynı ahlak olacaktır, yani dünya çapında insanlar arasındaki bütün çıkar ayrılıkları geri gelmemek üzere yok edildiği, bütün sınıflar ortadan kalktığı zaman.

O halde, evrensel, yani tamamıyla insancıl olan bir ahlakın zaferine nesnel olarak yolaçan, idealistlerin ucuz tekerlemeleri değil, proletaryanın burjuvaziye karşı (ve sözde evrensel ahlakına karşı) devrimci savaşımıdır.

25.2.10

Kara Sevda (Nilgül)




Elbette,
kara sevda çağını hem zaman hem de kültürel olarak çoktan aştım.
Hem, kara sevda yokluktan, kıtlıktan doğar.
Bu başka bir şey, ama ne?

Bu aralar bu şarkı teslim aldı beni.
Biliyorum, geçici bir tutuklanma hali. Savunmam alındığında bırakılacağımı da biliyorum. Savunma dosyamda geçmişime ve her anıma ait belgelerimin tamamı hazır. Kesinlikle haklıyım ve de mutluyum; aynı zamanda güçlüyüm.

Şarkının sözlerini hiç mi hiç dikkate almıyorum. Bana kelepçe vuran şarkının melodisi ve ritminin arasında adliyeye doğru yol alıyoruz.

Bilinç altı mı karıştı? Yoksa bir darbe teşebbüsü mü sezildi, anlayamadım gitti:)
Yüksek sessizlikle bağırarak savunmamı yapıyorum şu an.
Bu sayfaya her dalışımda, play'a farenin ucuyla (kedi ile değil) "tık" yapıyorum, melekler not tutuyor anında. Tahliyemi bekliyorum.

14.2.10

sevgili olmak kolay sevgili kalmak zor

14 Şubat’ın “sevgililer günü ilan edilmesinin özel nedenini bilmiyorum ama, neden bir kış ayına rastladığı, “ya ocak ısıtır ya kucak” özdeyişine götürüyor insanı.

Hani, kedilerin“Mart sevdası”ndan esinlenilse, damardan akan kanın fıkıf fıkır kaynadığı iki sevgili,  kucak muhabbetinde farklı keyif çatarlardı.
İki sevgili kedinin damdan dama uzun atlama rekoru ve yüksekten düşme riski, aşka doğru orantıdan başka ne olabilirdi bu ay?
Çiçek özlerinin, arıların hortumlarına çektiği cilvenin esprisi, 14 Şubat ile Güneş'in ittifakına bağlanabilir ancak. Bu ittifak protokolü, arı-çiçek-insan arasındaki “afro-dizayn” problemi de çözmeye  hazır pek yakında. Sonra, temel içgüdüyü gıdıklayan sihirli bir maddenin ortaya çıkması...
O kara kovan balı.

Sokrates’e sormuşlar,
-Hocam, erkekler kadınların ellerini neden öperler?
-Eee, bir yerlerden başlamak gerekir, demiş.

Sevgili olmanın icraatları bunlarla sınırlı değil elbette.
“Gülü soluncaya, seni ölünceye kadar..” sevme ilhamı yine bahar müjdesinden alınmış olunmalı. “Güller ve dudaklar” adına yazılmış olan romanlar da öyle.

Antrenmansız sevgililerin yalnızca sevgililer gününde “seni seviyorum” demesi, dilin hamlamasına neden olabilir; ama çiçek satıcıların sevgilileri hariç.

Aşk ilhamı, sevmek bilmeyi, bu ikiliyi bir yürekte taşıyabilmek de mucizeyi gerektirir.
Bir sağlıklı insan sevme yeteneğine sahip olabilir; iki sağlıklı insan ise sevgili olabilir.
Gençliğinde aşk vurgununa yenilenler, yaşlılıkta kalp krizini yenerler

“Bir gün sevgili olmak yerine, her gün sevgili kalabilmenin” örgütsel politikasını kadınlar yapmalıdır. Çünkü erkekler bu sırada dünyayı kurmakla meşguldürler.

Alman Yeşiller Partisi yöneticileri bir seçim propagandasında bir afiş hazırlamış:
İki sevgili, gözleri kapalı olarak öpüşürlerken çekilmiş bir fotoğraf ve altında iri harflerle şunlar yazılı,
-Ey sevgililer, öpüşürken odaklanmak için gözlerinizi böyle kapatın, ama oy verirken asla!!!

14 şubat’ın “sevgililer günü” olarak uydurulmasının doğru yerinden kavramaya çalışıyorum. Öyle “ahmak kandıran” öpücük günü müdür, yoksa ilgi monotonluğunun, 364 günlük küf bağlamış zamparalığına, bir günlük zımpara atma pratiği mi?

Jetonlarımızın köşelerinden vazgeçebilmeye verilmiş bir fırsat da olabilir.

Sevginin matematiğine inanmayanlar, sevginin miktarını merak etmemelidirler bu gün.
Çünkü, sevginin çelişkilere değil, kusurlara bakmayacağı önceden bilinmeli.

Evet, bu gün sevginin önce varlığını, sonra da bir mevzi daha ilerisindeki miktarını anlamaya zorlamanın yıl dönümü.

Konumuz “sevgi ve sevgili”dir bu gün, unutmayın.
Bu iki sözcüğün ıncığını cıncığını harmanlama gününde, kim bilir birbirine benzemeyen kaç icatlık tanımlama düşer beyaz sayfalara ve kulaklara?

“aşkım için canımı, özgürlüğüm için de aşkımı feda ederim” gibi bir pot kaç kez kırılabilir bu gün?

Örneğin, nasıl bir sevgili olmak istersiniz bu gün ve bu günden sonrakilerde?
Hazırlayın siparişlerinizi.

Saçlarına bir bir yıldızlar takılıp, bulutların sırtında uçurulan melek mi;
yoksa, avrat-herif süngücüne terk edilen kelek mi?

Ciddi olalım bu gün; ciddi ve de dürüst….! Yılda bir kez dürüstlüğün ne zararı olur ki?
Hiç belli olmaz, diyenleri duyuyorum.
İdam mahkumuna son dileğini sormuşlar, bir dakikalığına kral olmak istiyorum” demiş. Kral yapmışlar onu, o da af ilan etmiş kendisine. Ama doğru sevgili bir günlüğüne affeden midir?

Ve sevgi, dalından koparılmış gülün ömründe değil, arasına sarılmış sözün davranışa yansıyan istikrarında aransın….

İki eşin birbirlerine sevgili olarak kalabilmesi zor, ama imkansız değil.
Örneğin, her insan diğerleriyle ilişkilerde "ayrı notadan çalabilir". Ama sevgililerin ayrı notadan ses vermesi, her zaman gerilim yaratmaz. Çünkü, iki sesin (iki ayrı tel gibi) birbirine akordu vardır. Üstteki "si" den çalarken, alttaki her zaman "mi"den çalabilmeli. Buna si-mi uyumu denir. Bu iki sesin akordu yaşamın stresleriyle bozulduğu zaman, sevgi "melodik" olmaktan çıkar, "gürültü"ye dönüşür. Bu akordu uyumlu tutturabilmenin bazı formülleri vardır elbette. Ama burada anlatamam (yerim dar)

13.2.10

politik sobe-2

Açalya ebelemiş-sobelemiş

Aynı model bir Mim daha görmüştüm. O mimden bu ebe(sobe)ye kadar krizlerin faturaları bizi epeyce evrimleştirmiş olamaz mı.

Bakalım:

1)Dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Düşünüyorum öyleyse varım diyemiyorum çünkü, düşünce şişede durduğu gibi durmuyor. Bu yüzden, düşünce suçu işlemek istemiyorum.
…..Desem de, dokunulmazlara değil, dokunmayanlara dokunmaktan yanayım.
Dokunulmazların dokunulmazlığını kaldırırsak, (m)illetvekilliğinin ne cazibesi kalır ki. Karsız eli keserler.
El dediysem, ellemek ile dokunmayı, dokunmak ile de okşamayı ayırmak gerek. Tabi ki yandaşları da kayırmak gerek.

2)Seçim barajı kaldırılsın mı? Neden?

Geçim barajını kaldırmak için, seçim barajını kaldırmak lazım (dersem de inanmayın). Çünkü kimse kaldıramaz bu barajın kapağını. Banu Alkanadan başka.

Bir kaşık suda boğulmaya alışık olan “biz”ler için, “baraj kalksa ne değişir ki” demekten çekinelim her zaman; ne oluruur ne olmaz (darbe falan).

3)Adayların belirlenmesinde nasıl bir yöntem uygulansın?

Valla birkaç yöntemden söz etmiştim daha önce, madem bir daha sordunuz, yeni bir şeyler söylemek lazım:
Bu ülkede öncelikle bir Palavra Fakültesi kurulmalı; hiç olmazsa adayların kariyeri tescilli olmalı. “Bas” ses tonu tercihen öncelikli ve en az yeşil kuşak sahibi olmalı (karate ya da sermaye kuşağı). Adayların seçim masrafları, ileriye yatırımda usta olan iş adamları tarafından karşılanmalı. Tabi ki, seçilecek olan da ağasına nankörlük etmemeli.
Proje-mroje gibi gavur icatlarına meyil edilmemeli,1500 ve 80 yıllık esen rüzgarları arkasına almayı bilenler aday olmalı. (hangi rüzgar? diye sormayın, söylersem tılsımı bozulur, siz anlarsınız).
…..
4)Yargı bağımsızlığı sizin için ne anlam taşıyor?

Yargı dediğin bağımlı olmalı, yargıyı Allah’ın ipine bağlamak gerek ama, ipin ucu kimin elinde bilinmez. Bilinse bile millet Allah dese de ip çekilir, yallah dese de… bu yüzden yargıyı sembolik olarak, “evrensel hukuk ilkelerine” bağlayalım ama paracıların gazabından, askeriyenin azabından kurtarmaya kalkışmayalım ki, çağın rajonuyla zıtlaşmayalım.

5) (Beşinci soruyu siz belirlemek durumunda olsaydınız neyi öğrenmek isterdiniz?)

Arzu edilen ile mümkün olanı uzlaştırma sanatının “kıvırmadan” gerçekleştirilmesine ne denir?

Diye sorardım. Sorunun cevabı ile sobemizin dedikleri arasındaki farkı öğrenmek isterdim.

2.2.10

Sağ ve solun kökeni

Romantizmdeki Politika başlıklı yazımızda sorduğumuz soruyu ve soruyu yönelten deyişi buraya tekrar alarak konuyu tartışalım.

Oğlan:-hah işte, o dünyalar senin olacak;
iste, yıldızları bir bir saçlarına takayım;
iste, bulutların üstünde gezdireyim seni,
iste, güneşi dizinin dibine indireyim

Kız:*-yeterrr... dünyanın dışında ne varsa hepsi senin olsun;
bana, dünyanın içinde verebileceğinden söz et!
Soru:
bu sevgililerden hangisi sağ görüşlü, hangisi sol görüşlü olabilir?Neden?

demiştik
* * *
Sağ-sol
“sağcılık” tanımı ne googlede ne de T. Dil Kurumu sözlüğünde bulunabiliyor.
“Sağcılık anlatılmaz yaşanır” tezine mi yormalı bu gizemi?
Yoksa “, birkaç yüz asırlık statükoya çelme takma misyonu mu sol” kavramının edebiyatını arşa çıkaran?
Bu konuda yazılabilecek çok fazla söz vardır elbette. Bizden önce yazılmış ve daha da geniş boyutlarıyla ele alınmıştır. Biz de burada sol adına bir şeyler özetlemişiz

O özetlerden faklı olarak,
Solculuk-sağcılık, genel olarak, toplumların hayatının odak noktalarına yön veren paradigma farklılığı diye anılabilir mi? Tam kestiremiyorum.

Birçok yerde sık sözünü ettiğim İktisatçı Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini "davranışlarında programlamanın adı" da olabilir sağ-sol ayırımı.

Örneğin, bir sağcı, statükoyu değiştirmeyi denemek yerine, statüko içinde bir yer edinme (tutunma) çabasıyla yetinir.
Bir solcu ise, hayatın zorunlu gereksinimlerini karşılama çabası kapsamında bir sağcı gibi davranırken, buna ek olarak, içinde bulunulan durumdan "daha iyisine" sahip olunması gereğini irdelemeye cesaret eder.

Bir vitrindeki ürün ilanında %70 indirim olduğu yazılı.
Bu görüntüye sağcının verdiği tepki: “oooovvv, iyice ucuzlamış” şeklinde olurken,
bir solcu:ana avrat dümdüz gider. ”Bu %70 indirimin içine bir miktar kâr oranı konulmadığı ne malum? en azından anaparasından aşağı fiyata satacak kadar enayi olamaz. Öyleyse daha önceden bu ürünü hep %70 fazlasıyla satmak, bir de yıl içinde bir kaç kez tekrarlı satmakla katlamalı kâr sağladığı düşünüldüğünde, bu pazarlama kültürünün hırsızlıktan, gasptan başka bir şey olmadığını” haykırır.

Solculuk-sağcılık tanımı, Fransız Devrimi sonrasındaki malum olayın sonucuna götürse de, buradaki konumuzla ilişkisi, yoksul kesimin yerleşik düzene başkaldırısıyla, Sosyalizm ile nispi özdeşik olmasıdır.

Sağ ve sol, “Özetle ve hatta kısaca en net tanımını idealizm ve materyalizm kavramlarında bulur” dersek abartmış olmayız.
* *
İdealizm,Felsefe’de dünyayı ve varoluşu, bilinç ve düşünceyi önemseyerek açıklayan öğreti. idealistler, varlıklar arasındaki soyut ilişkilerin, duyularla algılanan nesnelerden daha gerçek olduğunu ve insanların var olan her şeye düşünsel bağlamda, idealar aracılığıyla ve idealar olarak bildiğini savunurlar
-İdealizmin önceliği, maddenin algısı zihinsel bir durum. İdealizm için, “maddetanımazcılık” diyen filozof da mevcuttur. .


İdealizimin türevi olan metafiziksel dayanağa fazla itibar etmek geleneksel “sağ” anlayışa işaret eder.

* * *
-Diyalektik materyalizme göre, “düşünce maddenin, bilgi de gerçekliğin bir yansımasıdır”

“düşünce maddenin, bilgi de gerçekliğin bir yansımasıdır” sözünü
“madde biriktirme tutkusu” olarak algılayan dindarların “materyalizm”e karşılık “maneviyatçılık” sloganıyla karşı durmaları bir yanılgıdır bana göre. Buradaki materyalizm, doğayı ve “şey”leri anlamada önceliği belirlemeye çalışmakla açıklanabilir.

Oysa, kapitalizmin en büyük tutunma dayanaklarından biri de din ve idealist edebiyattır. İnsan sömürmenin somut güvenceye dayandırılması ise tamamen faşizm diktatörlüğüyle izah edilebilir ki, özellikle Liberal Kapitalistler, Liberalizmin “neo”ekiyle “idealistik yaklaşımlara” insan ilişkilerinde çok sık başvururlar. Elbette “kaos ortamları” için faşizmi yedek güç olarak tutmaları ayrı bir konu.
Ayrıca, sağ görüşlüler (dindarlar hariç) “bencil” önceliği için en küçük tavizi çok görürlerken (dindarların suçladığı anlamda) “maddeci”dirler, sol görüşlüler ise daha çok “bizcil” önceliğini dikkate alarak “materyalist”tirler. Aradaki farkın ayırımı dikkatlerden kaçmamalıdır. Biri önceliği ve dönüştürme gücünün kaynağını, diğeri ise sahip olma güsünü içinde barındırır.

Bu durumda konumuzun kahramanı kızın, oğlandan isteği olan “bu dünyada verebileceklerin”den kastı, oğlanı gerçekçi olmaya davet olarak açıklanabilir mi?
Bence evet.

Sonuç olarak, Kız mı sağcı, oğlan mı sağcı sorusunda, oğlanın daha idealist (metafizik), kızın daha somut, diyalektik kulvarda olduğu görülmektedir.
-------------------
Genetiğin sol-sağ ile ilişkisine burada Prof. Yankı Yazgan beyin fırtınası estirmiş.
Bir de resimde görülen beyin yapısının sağ-sol loblarndaki oluşumlardan söz edilebilir.
Belki bir sonraki yazımızın konusu....

31.1.10

romantizmdeki politika

Adam, sevgilisini iki omzundan tutarak aşk mevzisine alır.

-Sevgilim, gözlerime bak!

Kız gözlere bakmaya çalışır ama, bakış açısı ayın loş ışığında ağaç dallarının gölgesine takılır. Senaryosu malum Türk filminin romantik sahnelerinden biri.

Kız olacakları farkeder ve senaryoya sevgili hatırına katlanmaya karar verir.

*-Bakıyorum sevgilim.
- Ne görüyorsun gözlerimde?
*-Dünyaları görüyorum sevgilim.

-hah işte, o dünyalar senin olacak;
iste, yıldızları bir bir saçlarına takayım;
iste, bulutların üstünde gezdireyim seni,
iste, güneşi dizinin dibine indireyim
......

Kız, bu kadarı fazla diye düşünür içinden.

*-yeterrr... dünyanın dışında ne varsa hepsi senin olsun;

bana, dünyanın içinde verebileceğinden söz et!
* * *
Soru:
bu sevgililerden hangisi sağ görüşlü, hangisi sol görüşlü olabilir?
Neden?

DEVAMI BURADA

13.1.10

gözün nuru sönünce!


Gözlerimde sorun vardı, doktora gittim.
Önce Allah’a sonra doktora güvenerek ameliyat olmaya karar verdim. Ameliyat sonrası gözlerim enfeksiyon kaptı ve kör oldum. Doktor hakkında dava açacağım!
(Tv. Haberlerinden izledim). ve kanalDhaber
***

. ….Gözyaşının ilk görevi gözü mikroplara karşı korumaktır. İçinde bulunan "lizozim" enzimi birçok bakteri türünü parçalayabilme ve mikrop öldürme özelliğine sahiptir. Lizozim sayesinde göz, enfeksiyonlardan korunur. Bu madde, binaları mikroplardan temizlemek için kullanılan kuvvetli dezenfektanlarda kullanılan maddelerden bile daha etkilidir. Bu kadar güçlü olduğu halde göze hiçbir zarar vermemesi ise büyük bir mucizedir.
Bu bilgilerin ışığı altında bir kez daha durup düşünmek gerekir. Böylesine güçlü bir dezenfektan, nasıl olur da göz gibi hassas bir organa hiçbir zarar vermez? Cevap çok açıktır: İçinde son derece güçlü bir dezenfektan bulunan gözyaşı gözün kimyasal yapısına en uygun şekilde yaratılmıştır. Yaratılışın her noktasında mevcut olan muhteşem uyum, aynı şekilde göz ve gözyaşı için de geçerlidir….. Öte yandan insan yapımı hiç bir dezenfektan göz yaşının yerini tutmaz. Bu durum evrimciler tarafından cevaplanması mümkün olmayan soruları da beraberinde getirmektedir. ….
İslam Mucizesi.com dan


***

Bu iki durum birbiriyle öyle bir çelişmiş ki, ayrıntıları düşünmeden edemedim. Yalnızca düşündüm mü ki, aynı zamanda düşündüğümü yazıyorum gördüğünüz gibi:)
Düşünceler alkole benzer bir anlamda; alkol şişede, düşünce akılda durduğu gibi durmaz dışarı çıktığında. İşte böyle olayların içindeki çelişkilerin, özel hayatlara yansıyan bölümüne el koyar.

Hani "söz üçar....." cinsinden bakılsa böyle oluşturulan değer yargılarına? Tam tersine uçan sözlerden değil, alabildiğine şiddetli müdahale halinde bir pradigmadır toplum hayatında.
Allah'ı böyle aralara sokuşturmaya kalkışmak yerine, ondan sezginizin gücü kadar "kişisel huzur bulmak"la yetinilse... daha saygın kalmaz mıydı? diye düşünüyorum.

Nedir o?

Hasta önce Allah’a güveniyor sonra doktora, ameliyat oluyor; sonuçtan ikinci derecede güvendiğini sorumlu tutuyor.

Zamanında ödenmeyen senetin birinci borçlusu yerine kefillere icra kaldıran devlet gibi…..

Bir de “İslam mucizesi” dedikleri konu var ki paragrafta, hasta göz derdinde, İslamcı kardeşler “kanıt” derdinde. Gözyaşına baskın çıkan enfeksiyon ( o da kendiliğinden ve göz yaşı ile eşit koşullarda) geni değişikliğe uğratmıyor mu?
Gözün nuru sönse de nurcunun hırsı sönmüyor.

Neyse buradan ötesi boyumu aşar….. ama birçok imamın boyunu aşmıyor(!)

4.12.09

DEMOGOJİK AÇILIM

Kapitalizm demek ister ki:çalışan (insan) limona benzer, ne kadar sıkarsan, o kadar suyu çıkar. Kabuğunun acısı çıkmasın diye de, duracağı yeri iyi bilir. “Hukuk düzeni ve demokrasinin erdemini propaganda ederken, bunu kasteder.

Şekildeki "yeşil" mengenenin kolunu “sağ”a çevirdiğinizde “kapa”nım, sola çevirdiğinizde “aç”ılım özelliğine sahiptir. Başka deyişle, açma ve kapama kararını, mengene kolunu elinde tutanın siyasi markası belirler.
Bu mengenenin yanakları arasındaki sıkışan temel haklar ile, bu mengeneyi sıkıştıran kolu kimlerin tuttuğu merak edilmelidir ki, amaç ile sonuç arasıdaki aykırılığın suçunu Allah’a atmış olmayalım
* * *

Aç-mak ile kapa-mak arasında sıkışan bir hükümet ya da inanç gurubu ile karşı karşıyayız.

Kürt Açılımını “açmak”, türbanı da “kapa-t-mak” olarak düşündüğümüzde, mengenenin iki yanağını çatmış oluruz.
Son yirmi yılın birinci gündemi yapılan bu iki konu, hayatımızın basamaklı dinamiklerini yani
*Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini altüst etti.

Son yirmi yılın birinci gündemi derken, T. Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecindeki olguları ve sonrasındaki yalpalamaları göz ardı ettiğim düşünülmesin. İşin burası arapsaçından daha karmaşık da ondan girilemiyor.

Sonuçta, bu kadar okul ve genel hak mağduru Türbanlı kadınlar-kızlar ile, çocukların bile kurban edildiği ve bunca insanın öldü-rül-düğü “kürt sorunu” ideolojik markanın bir tercihidir sanki; yani, mevcut düzenin tasarladığı (ya da başka türlüsünü beceremediği) bir sonuç!

Ortada isyanları haykıracak bir yığın neden var iken bile, “kürt” diye başlayan bir açılım isteğinin kaygısından, Kürtler lehine bir sonuç ummak pek akılcı gelmiyor bana.

Yazılı yasalarla kötülüğün üstesinden gelinemiyorsa, elbette ki insanlar bir şekilde örgütlenerek, güçlerini ortaya koyarak egemenlerle hak pazarlığına oturabilirler.
Ancak, öncülerinde “aşiret reisi” gibi feodal gericilik bulunan bir hareketin sonu,
karşısında mücadele ettikleri yapıdan farksız olmayacaktır. Görünen manzaraya göre, yine ezen ve ezilen sınıflar yerlerini alacaklardır orada.
Çok konuşulan Dersim ve Şeyh Said İsyanlarına bakılınca, Cumhuriyet ile hesaplaşmaya girişmesinde şaşılacak bir şey görülmüyor. Aynı zamanda o tür isyanların aleti yapılan halkın kaderinin değişmeyeceği belli ola ola!! Binlerce insanın bir avuç çıkar gurubu hesabına öldüğü ve öldürüldüğü düşünülürse, neden-sonuç çelişkisi ancak böyle sırıtır!!

Kürtler’in sol kanadı, bu çelişkileri görmezden gelirken, yağmurdan kaçıp doluya tutulmaları kaçınılmaz görülüyor.

"Klavuzuna bak, geleceğini gör".

Öncelikle, demokratik kültürü damarlarında (ve yüreğinde) hissetmediği geçmişinden ve mevcut kişiliğinden belli olanlar bu işin öncülüğüne soyunmaları oldukça tuhaf!
Yoksa “hakların verilmesi kavramı” öncelikle kapitalizmin doğasıyla çakışır; daha sonra, “açılım”a start veren düşünce temsilcisi olan Ak Parti öncülerinin “hak verme” (sadaka verme değil) konusunda sicillerinin parlak olmaması ortadayken…
Öyleyse AKP’nin kürt açılımı konusundaki cömertliğinin altında yatan nedeni,
“Kemalizmi sarsmak” olarak sınırlayabiliriz. Kendileri Ümmet toplumunun kültür altyapısına sahip olduklarından, Kürtler içindeki çeşitli mezhep, aşiret tarikat ve cemaat yapılarını yaşamın alt yapısı olarak algılatmakta yarar bulduğu söylenebilir.

Ailesinde kadın açılımını yap(a)mayanların, ülkede “demokratik açılım” yapacakların demokratlığına güvenmek gerek!
Dindar motifli politik kimliğe sahip olanlar, kadını erkeğin emrine veren Nisa Suresi’nin 34. ayetini yok sayabilirler mi?
Nüfusun yarısı olan kadınların üstü örtülmüş demokratik hakları böyle bir zihniyetin övüncünde dururken, nüfusun beşte biri olan Kürtlerin demokratik haklarını vemeye(!) soyunmak mı asıl amaç, yoksa Kemalizm’den Osmanlıcılık rövanşının alınması kurgusu mu?

Kaynağını Türkçü gelenek ve Sünni mezhepten alan bir anlayışın, “kürt ve alevi kimliğinin” “iticiliğini” (!) özünde taşıdığı bir gerçektir. Böyle bir kültürün kışkırttığı Kürt Hareketi”, evrensel emek hareketini aşınca, ırk ve mezhep yarıştırma işi, malum senaristlerin oyunu olarak başarıya ulaştırılacaktır elbette!.
Onlara göre Sosyalizm ölmüştür; Enternasyonalizm’in ünvanını sermaye Globalizmi almıştır; oyunun kuralını onlar koyar!
"Emeğin ve egemenliğin tam karşılığını isteme ama, soyut kavramların tamamı senin olsun, sakıncası yok” !! der gibi........
-----------------------------------------------
Kaygısızlık da değneğin diğer ucu.

Atlı arabaların, faytonların peşinde
Yollarda at tersleri kalıyor geçişinde...
Üşüşür ters başına aç karınlı serçeler
Açlığa nîmet olur terste kalmış taneler...
Tek ümit ters gözlemek ise aç karınlara
Aç karınlar ne kadar güvenir yarınlara...
Alper Kürük
Not:
“Ters” yerine uygun olanı koyabilirsiniz

-------------------------------------------
*maslow un ihtiyaçlar hiyerarşisi

1. fizyolojik ihtiyaçlar ( açlık, susuzluk, cinsellik, soluma gibi)
2. güvenlik (elbise, ev, sağlık, asgari delir ve sosyal güvenlik sigortası)
3. ait olma (sevgi, aşk, dayanışma)
4. saygınlık (doyumluluk, dürüstlük, özveri yeteneği, kariyer)
5. kendini gerçekleştirebilme (icat, sanat, meslek, başarı)

bu görüşe göre insan en temel ihtiyacını gidermeden, bir diğerine geçemiyor.
maslow'un bu teorisi, iki temel varsayıma dayanır.1.insan davranışları onun belirli gereksinmelerini gidermeye yöneliktir.2.insan gereksinimleri öncelik sırasına konabilir.buna göre, alt düzeydeki bir gereksinim belli ölçüde karşılanmadıkça birey, bir üst düzeye gereksinmeyi karşılamaya yönelmez.

10.10.09

“M” LERİN SÖZLÜĞÜ


Cinlerimin aklıma taktığı çelmeye göre,
Türk halkının toplumsallaşmasında “M” harfiyle başlayan lider ve onların kültür simgeleri, yaşamımıza yön veren en etkili klavuz olmuş.
Bu anlamda Alfabemizin “m”si kaderimizin ortak paydası ya da parantez önündeki çarpanı olarak kendini gösteriyor.

***

*Muhammed’in “m”si:
Türk toplumunun sosyal hayatını büyük ölçüde düzenleyen İslam dininin kurucusu,

*Müslümanlığın “m”si, bilindiği gibi …

*Meleğin “m”si, İslam kültüründe iyi huylu olarak tarif edilen ve erkeğinin emrine verilmiş (nisa:34 ile), emeği olan ama varlığı manevi simgeye indirgenen kadın.

**Mustafanın “m”si, Kemal Atatürk’ün ilk adı.
Türk toplumunun yaşama kültürünü çağdaşlaştırmanın son mimarı.

**Mehmetçiğin “m”si, Laik, Atatürkçü Türk toplumunda asker olacak çağdaki (maddi hayatı önemsenmeyen) erkekler.

***

***Marksizmin “m”si, sıradaki…..
ve insanı incitecek maddi etkenlere çomak sokan bir anlayış.
komünizmin “m”sinden ötesini sonra söylerim.
(ne yani, komünizmde m yok mu:))
***
Not:Açalya'ya "Manşet"' için teşekkür ediyorum. Madem ki değerli bulunan bir yorum, buradan da bir köprü kurmak istedim.

23.8.09

gencil BEN

Bloglardan alışılmış devamlılığın dışında uzak kalmak, birçok blog yazarının ortak mazereti sanki. Yaz mevsiminin insana kaybettirdiği olağan ve olağan dışı enerji kaybı insanı söğüt gölgesine mahkum kılıyor.

Hayatın beslenmeye ve yatırıma programlı eylemleri mazeret dinlemiyor elbette. Herkes hem işinde gücünde hem de hurma gölgesinde yalellim (sevgili Açalya’nın kulakları çınlamıştır) ve söğüt gölgesinde uzun hava çekmek boş zamanların (buna tembellik de diyebiliriz) sesli göstergesi sayılır.

Blog meşguliyeti tutkuya dönüşünce, insana duygu ve düşünce paydaşları karşısında bir sorumluluk da yüklüyor. Bu yüzden, sessizce ve vedasızca ve de ardında, bir iz (adres) bırakmadan kaybolan çok değerli insanlar aramızdan uzaklaşmış ve bir hayalet gibi kendilerini (tanışları nazarında) sonsuzluğun boşluğuna itmişlerdir!

“Allah yoksulu sevindirmek için önce kaybettirir, sonra da buldururmuş”. Ama bu blog aleminde önce buldurup sonra kaybettirmesi anti-yoksulluğun göstergesi sayılır mı ki?

Evet.

Materyalist bir bakış açısına sahip olduğum bu zamanlarda, bedenini hiç görmediğim, sadece sözcüklerinin içeriğinden değer biçtiğim ve gönlümde sonsuza kadar da öyle kalacağına inandığım bu insanlar karşısında idealist miyim?

Düşünüyorum.
İdealist değilsem de bencilliği de bir yere sığdıramıyorum.

Söğüt gölgesinde, -hurma gölgesinden farklı olarak- yalellim çekilmiyor; kitap da okunabiliyor aradabir, “kürt açılımı” dizisi de izleniyor, Hebertürk tv. Yorumcusu Yiğit Bulut’un evrim teorisi reyting macerası da…..

Alan Woods - Ted Grant
aklın isyanındanın
“Bencil Gen” ve R. Dawkins’in bencil gen kökeninden “liberal gerçekliğine”(!) önemli bir eleştirisini okumaktayım 3. kez okuyorum ve alanımın dışında olan biyoloji konusunu anlamaya çalışıyorum. Bunu anlamaya çalışırken, karşı görüşe yer vermek için (onu da görüş sayma iyiniyetimi zorlayarak) Harun Yahyanın (kendi sitesinde) bencil gen teorisini eleştirirken(!) ne kadar bencil bir tavır içinde olduğunu keşfediyorum Ve iki eleştirinin arasındaki etik farkı da…..


Evet, anlayacağınız gibi söğüt gölgesinde boş durmuyorum, -daha önce dediğim gibi- arada bir tıngırdatıyorum.
Oğlumuzun gitarda kısa zamanda aldığı yol ile müşterek ritim gösterisiyle gençleşiyor, O'nunaldığı tıp eğitimiyle (gelecekte) gen teorisine yapacağı katkı umudunu da ekleyerek, hayata gençlerin penceresinden bakabilmenin heyecanını yaşamaya yelteniyorum.

"Bencil Gen"i, başlıktaki gibi GENCİL BEN şekinde hece değişimi yaparak söylüyorsam bir sebebi var, gençlik iması:))

26.7.09

TATİLAT

TATİLAT, mekanda tatil ve evde yeniliğin kısaltması olarak Türk edebiyatına bir armağanım olsun bu kelime:)

Evimizin oda içi dekorasyonu bekar (ya da tatil) evi görünümünden kurtarıldı sayılır. Tatlı yorgunlukların çoğu bitti. Resimler çekmek isterdim ama, “görgüsüzlük”le “sevinç ortaklığına davet” kavramlarının çakışması frenledi.
Söz konusu resimler, “her ne kadar Dianne Dengel'in "Home Sweet Home’dan epeyce sınıf farkı olsa da, bizde “mutluluğun resmi” çabalarımızın ürünü oldu.
Sıra mutfakta yeniliğe geldi. Bir de iç kapıların değişimi, salonun dolap-bar projesi… vs.

2009 yılımız geçen yıllarımızın birçoğundan hareketli ve de verimli ve de eğlenceli geçiyor (şeytanın kulağına kör kurşun).

İki çocuğumuzdan Kızımız Konya Selçuk İşletme 2. sınıfa geçti, İşletme Hakimliği hedefliyor, ona göre sorumluluk çıtasını yüksek tutmakta.

Oğlumuz Ankara Tıp hazırlık bitti, birinci sınıfı bu yıl okuyacak.
İkisi de sınav kıskacından kurtulunca, yerçekimi bizime evde yön değiştirdi.

Çocuklarımız artık “bebeklikten” (çocukluktan) çıktı, eğitim ve kariyer programları kendimizce otomatiğe bağlandı, artık onlar ağır misafir gibi ağırlanmalı. Onların bütün davranışları artık yetişkin insan, bağımsız birey ağırlığıyla karşılanmalı düşüncesindeyiz.

Sevgili(m) eşimle romantizm kasetimizi yeniden başa sarmaya başladık. Kaset mi kalmış ortada onu CD’ye dijital ortamda aktarıp, ömrünü olabildiğince uzatmak heyecanındayız.

Alanya’da yaz bu yıl biraz daha güzel. Bu güzelliğin bileşenlerinin bir kısmı, yukarıda sözünü ettiğim ailevi düzene bağlı olduğu gibi, diğer bir kısmı doğanın cömertliğine bağlanabilir. Yeşili, akarsuyu, hava bileşenlerindeki denge, topraktan alınan ürünlerin çokluğu… gibi.

Hollanda’dan gelen misafirlerimizle geçirdiğimiz iki gün yılın nazar boncuklu günü olmaya aday.
Alanya’nın en şirin müzikal ortamlarından biri ÇELLO BAR.

Özgün ve protest müziğe açlığınız varsa Çello Bar’a, uğramadan geçmeyin. Açlığınız yoksa yine geçmeyin. Geçerken bizi de yanınıza almayı unutmayın. Yoksa öbür dünyada yakanızdan tutarım:))

GRUPARAF

19.5.09

aşk aşın "k" haliymiş

aşk karın doyurmazmış he mi?
aç karnına da aşk olmazmış?

"aşk"sızlıktan kimse ölmemiş ama,
"aş"sızlıktan sürünen sürüden betermiş

Aş “aşk”ın “k” haliymiş
"k"sını kış-kışlarsak olurmuş bu iş.

"aşk" metafizikten yola çıkarmış ama,
“aş"tan da diyalektik mama
varmış bir bildiği diyalek-titiz-min:
"k" ve dahi kapitalizmin

Meta ve fizikler aşçılardan koparılanmış
Gerisini siz, ilerisini ikimiz düşünelim demiş.

hayat "Y"nin sapında kök olurken,
Ye memet ye-yenlerle
Memtçiğin hiç alakası yokmuş.

aşk "Y"nin sağ çatalında
aş "Y"nin sol çatalında da yol alırken
kalp soldan atarmış da amanda aman ,
aşk da kalbin attığı yerde yatarmış

aç karnına aşk tok karnına aş olmazmış
bu şiir şişede durduğu gibi durmazmış

zihni örer

YANAKLARIMDA DUDAK İZLERİ





90+’lı yıllar, hey gidi gençlik heeyyyy…:)

ve hey gidi insanlığın değer yargısı!





Toplumsal sorumluluk bilincime pratik kazandırmak için üç dernekte aktif olarak çalışmıştım:

Tüketici Koruma Derneği (TKODER)-Çevre koruma Derneği (ÇKD)-Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD).
ÇKD’de üyelik, diğer ikisinde yöneticilik görevi bana önemli alışkanlıklar kazandırmıştı.
Siyasi partiler, sendikalar, yapı kooperatifleri …gibi maddi çıkar ilişkilerinin çamurunda asla görülemeyecek onurlu çabanın, yukarıdaki üç dernekte yaşanmakta olduğunu gördüm.
TKODER’in çabalarıyla, o zaman Tüketici Hakları yasasının meclisten çıkarılması, zamanın Çalışma Bakanı (ve seçilmeden önce iş yeri arkadaşımız olan) Mehmet Dönen’in katkılarıyla sağlanmıştı.
VE

ÇYDD üyeliğim zamanında da birçok çalışmalara katıldım.



Gençlik konserleri organizasyonu ve amatör müzik gurubunun çalıştırılması görevi, doğudaki yoksul öğrencilere verilmek üzere kamyon dolusu ikinci el kitap kampanyası, kadınların yasal haklarını elde etmeleri için, gönüllü guruplarla köy gezileri, aynı zamanda gönüllü doktorlardan oluşan ekibin sağlık taramasına katılması… gibi birçok görevlere tanık olmuştum.

Türkan Saylan, Türkiye'de özellikle kız çocuklarının sömürülmesi ve aşağılanması karşısında gösterdiği çabadan dolayı, heykeli dikilesicenin biridir bana göre. Bu değerden yararlanma şansı bulamayan ve siyasal rekabetin kurbanı olan kızlar ve kadınlar elbette anlayamazlar bunu.

En yumuşak deyişle muhafazakar kesim, özellikle Samanyolu ve kanal7 medya gurubu ve internet alanındaki benzer siteler… Türkan Saylan’ı sadece diniyle imanıyla sorgularken, bunu birde Ergenekon batağına bulaştırma gayreti içindeler.

Oysa, hayatını muhtaç insanların yararına harcayan birinin nitelikleri onları hiç ilgilendirmiyor.

Hele şu, parasını bol keseden ilgili yandaşlara harcayıp da gayri-meşruluğu Alman Yargısı tarafından ortaya dökülen DENİZFENERİ bataklığından hiç söz edilmiyorken….

T.Saylan’ın dini kökeni ve “hristiyan misyonerliği”(!) araştırılırken, bir hristiyan ülkesi yargıçlarının bir Müslüman derneğin, kendi vatandaşlarını kazıklamasını ortaya çıkarmasına hiç değer biçilmiyor!

Bu ne yaman çelişkidir ki, bunların arkasındaki nesil ayakta uyumaya hala devam ediyor!

Türkan Saylan’ın çalışmalarından dolayı 30’un üzerinde aldığı başarı ödüllerini veren birçok kurumların amaçlarıyla çelişkilerim vardır elbette.

Bunlardan Rotaryanlar, Kemalistlerin askeriye ve askercil kanadı, Lions Kulüpleri, ..vs.

Bunların ödül vermiş olmaları, yapılan faydanın üstünü asla örtemez. Bir değerin üzerine kimler oturursa, o değer onları kaldırıyor.

Farklı politik yerde olmasına karşın, T. Saylan’ın emeklerine Cumhurbaşkanı’nın eşi, Hayrünnisa Gül’ü makamın dengesi mi zorlamıştır yoksa dürüstlüğün itici gücü mü dür bilinmez ama, en içten yorumu O yapmıştır...


TKODER Gn. Başkanı (90’lı yıllarda) Ayşe Akman ve daha sonra T. Saylan tarafından öpüldüğümü belirterek başlığa bağlayalım konuyu.






Saygıyla anıyorum.

8.5.09

28.4.09

İman ve diyalektik

insan doğa karşısında zafer kazanıp, kaynakları insanlığın ortak çıkarına sunacakken, ayrıca bir de insan-insan ile mücadele etmek zorunda kalıyor/ demiş marks.

Canlıların altbenliği midenin doyumu ve güvencesine kadar özgür kalabilmeli. İnsanların, diğer canlılardan farklı olarak, altbenliğinin başıboşluğu toplumun ortak amacı tarafından dizginlenemiyorsa, insanlık, tüm canlıların yüz karası olmaya mahkum!

İktisat teorisi, kaynakların kıt” olduğu temelinden yola çıkar. Kıt kaynakla, kimine göre yokluğu, kimine göre gaspettiği varlığı azaltmak kaygısını ve gerilimini artıracaktır.

Oysa doğada kıt olan maddi kaynaklar değil, etik ve ahlaki kaynaklardır.
Savaşmanın amacı ekonomik yağmacılık olduğundan devletler arası savaşlar, tüm toplumun ortak kaygısı olarak kabul edilemez.

Sürekli biriktirme tutkusu, haklarının ve gücünün farkında olmayanların özgürlüğünü yiyerek beslenir hep.
Bu dünyadaki temel değerlerin korunmasına gerek duyulan enerjiyi, "ölümötesi sonsuzluğa" peşkeş çekmenin faturası, kocaman bir yokluk ve sürüngenliktir. Öyle ki, bir değerin sonsuz ile çarpımı yine erişilmez (sonsuz) bir antigerçekliktir.
* * *

İnsanın dört zindanı

İnsanın Dört Zindanı/ Ali Şeriati, İslam Dünyasındaki şeriatçı okurların başucu kitabı olmuş. Sevgili Ağabeyim (kendileri, nesli tükenmekte olan saf-temiz Müslümanlardan biri olarak) bu kitabı mutlaka alıp okumamı istemişti. Kitabın aslını henüz bulamadım ama, özetini ve eleştirileri (aslında övgüleri) okudum.
Bu kitabın, Marks-Engels’in “Alman İdeolojisi”nin basit bir eleştirisi olduğunu söyleyebilirim.

“insanı baskı altına alan ve insanın özgürlüğünü kısıtlayan 4 zorlayıcı güç vardır” diyor.
1. Naturalizm (Doğanın zorlayıcı gücü)
2. Historizm (Tarihin zorlayıcı gücü)
3. Sosyolojizm (Toplumun zorlayıcı gücü)
4. İnsanın kendisi
-Naturalizm zorun tutsağıdır; doğayı eksene alır ve insanı şekillendiren unsurun tabiat olduğunu belirtir.
-Historizm, insanı şekillendiren unsurun tarih olduğunu öne sürer.
-Sosyolojizm ise toplumu asıl belirleyici olarak kabul eder ve toplumsal ilişkilerin insanı her yönden şekillendirdiğini iddia eder.
-İnsan; Tarihin, Doğanın ve Toplumun zindanından bilimle kurtulabilir,
kendi zindanından ise inançla ve aşkla kurtulur.
diye devam ediyor.

Ali Şeriati , son maddede, kurtulmak için insanı asıl karanlık olan bilinmezliğe atmaktaki yanılgısı ancak imanın ürünü olabilir. Zira iman önceden teslim olmak (esir olmak gibi), sonradan gereklerini kendi içinde öğrenme” mantığına dayanmakta. Yani, seni teslim alanın bakış aracından (paradigmasından) başka türlü anlamaya kapatılmışsın.
“Özgürlük verilmez, alınır”. Diyalektiğin olmadığı bir yerde çok boyutlu düşünme olmayacağına göre, özgürlük nasıl olabilir ki?
ALMAN İDEOLOJİSİ
Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır.

Felsefeyi, tanrıbilimi, tözü ve bütün öteki boş şeyleri "öz-bilinç"e indirgemekle, "insanları" hiçbir zaman kölesi olmadıkları bu sözlerin egemenliğinden kurtarmakla "insan"ın "kurtuluşu" yolunda tek bir adım bile atılmış olmayacağını;
gerçek dünyanın dışında ve gerçek araçları kullanmadan gerçek bir kurtuluşu gerçekleştirmenin mümkün olmadığını,
buharlı makine olmadan köleliğin, tarımı iyileştirmeksizin serfliğin kaldırılamayacağını;
daha genel olarak, insanlar, yeterli nicelik ve nitelikte yiyecek, içecek, barınak ve giyecek tedarik edecek durumda olmadıkları sürece, onları kurtarmanın mümkün olmadığını,

"Kurtuluş", zihinsel değil, tarihsel bir iştir, ve bu tarihsel koşullar, sanayiin, ticaretin, tarımın, karşılıklı ilişkinin durumu tarafından gerçekleştirilir.
sonra farklı gelişme aşamalarına göre, şu saçmalıklara meydan verirler töz, özne, öz-bilinç ve katıksız eleştiri, tıpkı dinsel ve tanrıbilimsel saçmalıklar gibi, bunları da yeteri kadar geliştirildikleri zaman bir yana atarlar./Marks-Engels

24.3.09

"keşkeleriniz?" gibi bir MİM



Dilek Öğretmen
"Mim"lemiş.
Mim ve MUM arasında söz uyağından başka aydınlık benzeşmesi de var.
Mum ki, kendi tabanından çok çevresini aydınlatmasıyla simgeleşmiş.
Mimler de öyle değil mi? Beynimizin ve yüreğimizin kuytu köşelerine projeksiyon tutmakla, kaderin ortak paydasını fomüle etmek gibi...

Bu Mim için şu uyarıyı eklemiş Dilek Öğretmenim:
Genellikle çok derinlerde sakladığımız kazarak ortaya çıkarabileceğimiz yönlerimiz vardır. Kim ne derse desin hiçbir zaman çok geç değildir.Eksiklerimiz kadar olumlu yönlerimizi de kabul etmek oldukça önemlidir.
Cümleleri tamamlayın lütfen:

Büyük harfli sözcükler cümlelerin tamamlayıcı yanıtlarıdır.

1. Çocukken KENDİMİ SIRADANLIKTAN kaçırdım.

2. Çocukken AYDIN BİR ÇEVREDEN yoksundum.

3. Çocukken UYGARLIĞIN KIRIK DİŞLİSİNİN FIRLATTIĞI PARÇADAN yaralanmış olabilirim.

4. Çocukken KENTLİ olmayı hayal ederdim.

5. Çocukken OKUMA İSTEĞİME ENGEL OLUNMA KORKUSUNDAN UZAK OLMAK isterdim.
6. Evimizde asla yeterli ELEKTRİK IŞIĞI olmadı.

7. Çocukken daha fazla MADDİ DESTEĞE ihtiyaç duyardım.

8. Bir daha asla BABAMI göremeyeceğim için üzgünüm.

9. Yıllar boyunca AYNI MODDA, TEKRAR TEKRAR KAZIKLANMANIN TEPKİSİZLİĞİNİ merak ettim.

10. İLK PROJEKSİYONDA AŞIRI İYİMSERLİĞİMDEN DOLAYI “SAF” YERİNE KOYULMAMIN ZAMAN kaybımdan dolayı hep kendimi suçladım.

16.3.09

MART MİM’İ VE SÜPER EGO


Kim başlatmışsa Blog dünyasında bu ayın asaletine denk düşen BİR KONU seçmiş.
Konu bu ayın asaletine denk düşse de sorulan kişinin libido freni süperego olunca, sorunun cevabı da bir o kadar patinaj refleksine müsait.

“Hangi blog yazarıyla sevişmek istersin?” biçiminde sorulmuş.

Sevgili eLEŞTİRELgÜNLÜK e sormuşlar ve O da aydın kimliğiyle cevaplamış; topu buraya fırlatmış.
Şimdi, bir top var elimizde; bu topu sektirip de kimselerin camını kırmadan bir başkasına fırlatalım mı? Yoksa, “sevişme” kavramının yan ürünlerinden sayılan –genel anlamada-fantezi gerçeğini inkara mı kalkışalım?
“Sevişmek” konusu “cam kırmak”la eşdeğer bir konu mu ki?
Eskiden öyleydi, hatta günümüzdeki eskilerde de öyle hala…
E.G. bir konuğuna eleştiri cevabında çok duru özetlemiş bu pasajı, aynen katılıyorum:

…Ayrıca ben sevişmeye düzme diye hiç bakmadım. Sevişmek iki kişi arasındaki güzel bir doyumsal (hem tensel hem de tinsel) ilişkidir. Düzüşmek sizin (i…….da) erkeğe verilmiş bir imtiyazdır. Ben insan olmak için de bu imtiyazları bile red edecek kadar insanim. Düzmek bir hayvana yaraşır.E.G.

Bir başka boyutu,
“Hangi Blog yazarıyla sevişmek istersin”? sorusunun gizli yerinde sanki bir blog yazarıyla sevişme önceden gündemimizde ya da fantezimizde varmış gibi ittirilmiş bir soruyla karşı karşıyayız.
Soruda “aranan özne” etik sınırların mekanına uymuyor bana göre. Bu durumun “bana göre”sini belirleyen dinamizm ise, karşıdakinin aynı konuyu algı kapsamıyla sınırlı. Yani ,kendimi onun yerine koyarak bir değer algısı yaratmak. Bu sınır, insan ilişkilerindeki uzlaşı ve güvenin çapıdır da…
Tanış olmak aynı zamanda kişilerin hassas sınırlarının deklare edilmesidir birbirlerine. Bu deklare ediş sessiz ise, toplumun ortalama değer yargısı ölçü alınabilir. Sesli ise zaten karşıdakinin yaşam felsefesi ip uçlarını verir. Size düşen o sınırlara saygılı durabilmek.
Söz konusu fantezilerimizi frenleyebildiğimiz ve kapıp koyverdiğimiz dönemlerimiz olmuştur ve olacaktır yerince elbette.
Özellikle bu Mart ayında erkek doğasının vazgeçilmez bir parçası olduğu kesin. Ama bunu doğru zamanda ve doğru yerde olmak koşuluyla, süperegomuzun insafına bırakırız.

E.G.nin dediği gibi, evliyiz ve mutluyuz bu halimizle. Öyleyse bu fanteziye bu mekanda YOKUM.
Son olarak, bir özlü söz(üm) ile konuyu eleştiriye açalım:

Hükümetimizin enflasyonu Evangeline Lilly’nin mayosuna benzer, düşer ama, açılan yeri fark etmezler.
Ama her açılan böyle Martl’ık olsa, enflaasyon ile de sevişirdik:)
Gaykedi'yi ve KSENON'u
Mimliyorum.

8.3.09

KADIN VE GÜN

Sözün Özü:
Kadının sosyal hayattaki eylemsel ve daha sonra simgesel duruşu,
kendi hakkının-hukukunun ve özgürlüğünün,
ne kadar umurunda olduğuna işaret eder.

Özgürlüğünü önemsemeyen kadın, aşkı da saygıyı da hak etmez.
Aşkı haketmiyorsa, bütün haklarından vaz geçer, sığınmacı olur.
En sağlıklı kadın erkek ilişkisi, kişiliklerin alt alta değil, yan yana koyulanıdır.

Kadınların günü:
1- konken günü olanlar
2-altın günü olanlar
3-yasin günü olanlar
4- ilk üç şık hariç, HER günü olanlar

bu yazı, burda yorum kısmında önemsenmiş ama kaynak belirtilmemiş, canı sağolsun:)

bir kısmı da BURAdan alınmış.

28.2.09

GÜLÜMSE

GÜLÜMSE

bu kısa filmi izleyelim ve birlikte düşünelim.

yönetmen : Hasan Tolga Pulat senaryo : Tuncay Tunca - Hasan Tolga Pulat oyuncular: ekim ekemen, esra yurtsever, emre kavuk, melek ekemen...

BURADA "Gülümsemenin Enerjisine Tetiklenmek" başlıklı yazımızda,

“Gerçek gülümsemenin resmini yerli ve yabancı sitelerde bulamadım. Demek, gülümsemek kolay olsaymış, ayaklara düşermiş” demiştim.
"Gülümseme"nin resmi ayaklara değil ama, yüreklere düştüğü kesin.

Bu film yalnızca gülümsemeyi değil, aynı zamanda AHLAK kavramını da kapsamlı düşünmeyi tetikledi.
Sevgili Aysema Öğretmen, “Ben en çok "farkındalığı tetiklemek" sözünü sevdim.” demişti.
Bu filmin her karesi (ya da aşaması), bir başka FAYDA'yı tetiklemesi açısından tırnak içindeki deyimi onaylıyor.
Başkasına yapılan bir "fayda"nın karşılığı maddi değilse, ona İYİLİK, maddi ise "görev" deriz. Oysa iyiliğin karşılığında mutluluk duygusu da bir FAYDA değil midir?

Ahlakın kökeni nedir? diye sorulur:

Dindarlara göre "cennet ödülü" ya da Tanrı korkusunun davranışlarımıza yansıması olarak bilinir.

R. Dawkins'e göre,
Evrimin doğal seçilimle işlediğini açıklayan Darwinci görüş, sahip olduğumuz iyilik, ahlak, namus, duygudaşlık ve merhamet gibi eğilimlerimizi açıklamakta yetersiz kalır. Doğal seçilim açlık, korku ve cinsel arzuyu kolayca açıklayabilir ki bunların hepsinin sağ kalmak ya da genlerimizin korunmasında doğrudan payı vardır. Fakat yetim bir çocuğu bir kenarda ağlarken fark ettiğimizde, yaşlı bir dulun yalnızlığına ve umutsuzluğuna tanık olduğumuzda ya da acılar içinde inleyen bir hayvanı gördüğümüzde hissettiğimiz iç burkucu merhamet hissi hakkında ne düşünmeliyiz?

İçimizdeki bu “Merhametli Kimse” nereden gelir?
"İyilik, 'bencil gen teorisiyle uyumsuz değil midir?"

"cennet" bencil genin bir isteği olamaz mı? İsmail Peygamber'in, cennete gitmek (Allah emretti diye) oğlu İsmail'i "bıçakla kesme" girişimi (sonradan yerine bir koyun verildiği söylenir) ahlakın neresine konulabilir?

Bencil gen bir doğal seçilim biriminin (örnek, kişisel çıkar birimi) bencil bir organizmayı, bencil bir grubu, bencil bir türü ya da bencil bir ekosistemi işaret ettiğini düşünemeyiz çünkü bencil olan sadece gendir. Organizma, grup organizma ve türIer kendilerinin birebir kopyalarını türetmez ve kendini kopyalayan varlıkların havuzunda rekabet etmezler.
Genler beslenmek için bencil davranmak zorunda, organizmadaki kollektif işlevde "dayanışma" içinde bencillikten uzaklaştığını anlıyoruz. Vücudun organları kendi işlevlerini yerine getirirken, örneğin mide yiyecek hamlesini yapabilmesi için göz, el, diş.. gibi organların dayanışmasına ihtiyaç duyar.

Ahlak için bir başka söz:

ZİZEK'İN Paralaks TÜRKÇE BASKI İÇİN ÖNSÖZÜ’nden idefix e-postasından

Bana sık sık soruyorlar: kitaplarınızda nasıl bir etik savunuyorsunuz? Bütün hepsinde ortak olan bir etik tutum var mı?
İşte yanıtım: evet, var, ahlaktan yoksun bir etik savunuyorum – ama Nietzsche'nin bizi kendimize sadık kalmaya, iyinin ve kötünün ötesindeki seçilmiş yolumuzda ısrar etmeye çağıran ahlaksız etiği değil.
Ahlak, benim diğer insanlarla olan ilişkilerimin simetrisiyle ilgilidir; onun sıfır seviye kuralı "benim sana yapmamı istemediğin şeyi bana yapma"dır; etikse, tersine, benim kendimle tutarlılığımla, kendi arzuma bağlılığımla ilgilenir.
Fakat, etikle ahlakı ayırmak için tümüyle farklı bir yol daha var:
Friedrich Schiller'in naifle duygusal karşıtlığı çizgisinde bir yol. Ahlak "duygusaldır," ötekilerini (sadece), ötekilerinin gözüyle kendime baktığımda, iyi olan kendimi sevmem anlamında içerir; etikse, tersine, naiftir – yapmam gereken şeyi yapılması gerektiği için yaparım, iyiliğim yüzünden değil. Bu naiflik düşünümselliği dışlamaz – hatta ona, insanın yaptığı şeye karşı soğuk, katı bir mesafesi olmasına izin verir.


BENLİĞİMİZ SAYGIN ama BENCİLLİĞİMİZ ASLA…

10.12.08

sanatkarın orak-çekici

bu yazı 2017'ye güncellenmiştir.

 SANATKARIN (orak) ÇEKİCİ BİN ALTINDIR

Fabrikatör, ressama bir tablo siparişi verir,
yarım saat sonra ressam fabrikatörü arar,
"resmin tamam olduğunu, gelirken yanında yarım milyon dolar getirmesi gerektiğini" söyler.
(Resam bu parayı Şişlideki Sanat Merkezini kurtarmaya harcayacağını belirtmiştir)

Patron kükrer.
-Ne! ben fabrikatörüm, yarım saatte yarım milyon kazanamıyorum, sen bunu nasıl istersin benden!

Ressam da kükrer,
*patron efendi, ben bu sanatı kimseden miras almadım, kimseyi sigortasız çalıştırarak kazanmadım. meclis koridorlarında kredi kovalamadım: Bu sanatı çalmak için parmak izim çıkmasın diye eldiven takmadım. Onun bunun hayal gücünü İsviçre ve Katar bankalarında saklamadım.... 

Patron tekrar kükrer, "efendi diye kapıcıya denir ressam bey, terbiyeli konuşun LÜTFEN"

Ressam da tekrar kükrer, "efendi sözcüğünün anlamını açıklar:fent sözünden gelir. O da "hile" ve "düzen" demektir.
Söyle bakalım patron e-fendi, kapıcı mı hileyle para kazanır, patronlar mı? Seni elektronik hileci seniiiii!! 

Tablomun turşusunu kuracağım, satmıyorum! der ve telefonu kapatır.

* * *


Özlenen dünyamda emeksiz yemek olmayacağına göre, üretmek moda olacak, toplumsal zenginliğin akordu yapılarak, bir ömre eğlenmek-mutlu olmak için her bireyin payına düşecek kadar yatırım ve zaman ayrılabilecek.

Belki de bu durumda mesai süresi 4 saati geçmeyecek. Belki (belki değil kesin) birilerinin astronomik düzeyde zengin olması önlenecek, o kaygı ve stresten uzak kalınacak; sanatçı sanatını sürdürebilmek için para polemiği yerine, onur hevesine bürünecek.

Herkes (varsa) kendi derdine yanacak, kendi ölüsüne ağlayacak, ağanın ölüsüne sadece ağanın yakınları ağlayacak. O zaman ağa olmayacağına göre.... yurtiçi ve yurtdışı savaşlar da son bulacak, sanata biçilen ticari değerler de…

16.11.08

yeşil kapitalizme öğüt


Bir seçim kazanmak ise düşündüğün,
bir filecik sadaka ver!
İş ver, on yıl sonrasıysa tasarladığın.

Düşünüyorsan yüz yıl ötesini
fırsatları eşitle o zaman.

Bir tek file dağıtırsan bir kez oy’unu alırsın
Bir poşet te kömüre iradesini alırsın.

Oysa,
Yüz kez olur bu destek eşitlersen hakları.
Bir kez balık yedirirsen, birşey olmaz doyunca
Balık tutmayı öğretirsen, doyar ömür boyunca.

(Çin Atasözünden uyarlama)


ya tutarsa?

4.11.08

gülümsemenin enerjisine tetiklenmek

Ara sokakta yürürken, 14 yaş civarı bir çocuğun bana doğru ilgisi ilgimi çekti.
Hayır, ben O’nun ilgisini çektim; hayır o, hayır ben… hayır…
her neyse, çekiştik işte….

Bir anda oyununu terk edip, YILIŞIK bir görünümle bana doğru yaklaştı…
Acaba “spastik engelli” miydi?
Hayırdır inşallah!
Bu yaklaşımın tonunda bir ısrar vardı ki,
Israr-esrar-esrarengiz…
diyalog farz oldu artık.
-Adın ne?
-Cengiz…

Yoksa geçenlerdeki gibi,
“abi bir liran var mı? iki gündür açım da…!!”
diyen adamın “geçim sıtratejisi”yle mi buluşmuştum?
Günde 20 kişiden istenen 1 lira, garantili yövmiye doğrulturdu,
hiç kimse 1 liracığın yorumunu da yapmazdı… gibisinden düşünmüştüm.

Ama, 20 kişiden kaç kişinin aklına gelirdi o ünlü Çin Atasözü?
“Bana balık ikram edeceğine, balık tutmasını öğret”
Tabi bir kereye özel (gerçek açlık olasılığına karşın) yemeğini de yedirerek.

Hayır efendim, yanılmışım, “bu yılışık çocuk” başka meramı dillendiriyordu:
-Abi, sen hasta mısın?
-Öyle mi görünüyorum?
-He abi, çirkin görünüyon; aha hastane şurada yakın…

Farkındalığa tetiklenmekti bu.

-Yok Allaha şükür, hiçbir derdim sıkıntım yooookk (memleketin derdinden başka).
-O zaman gülümsemeyi öğren abi; suratın çok asık!
-Kurusun diye asmıştım ama kuruturken yakmışım demekJ)

Gerçek şu ki, Çocuğun alnından öpmek geldi içimden ama,
elini dostça sıkmakla yetinebildim.



Gerçek gülümsemenin resmini yerli ve yabancı sitelerde bulamadım.
Demek, gülümsemek kolay olsaymış, ayaklara düşermiş.

* * *
Tebessüm:GÜLÜMSEME:
Vikipedi'den

Tebessüm veya gülümseme, fizyolojide özellikle ağzın iki kenarındaki ve gözlerin çevresindeki kasların hareketiyle oluşan bir yüz ifadesidir. Gülümseyen bir simaya veya sık sık gülümseyen bir kişiye mütebessim veya güleç denir.
İnsanlar arasında özellikle zevk ve eğlencenin ifadesi olsa da, istemsiz (gayri ihtiyari) olarak endişenin (
anksiyete) ifadesi de olabilir. Gülümsemenin kültür farkı gözetmeksizin, belirli uyarıcılara (stimulus) verilen normal tepki olduğuna dair birçok kanıt mevcuttur. Çoğunlukla gülümsemenin nedeni mutluluktur. Birçok çalışma gülümsemenin doğuştan gelen bir tepki olduğunu, ve hatta insan ceninlerinin (fetüs) gülümsediğini göstermektedir; yine de vahşi çocukların genellikle gülümsemediği bilinmektedir, bu var olan tezlere karşıt delil olabilir.
Hayvanlar arasında, dişlerin gösterilmesi, gülümsemeye benzese de genellikle tehdit etmek için yapılır veya teslim olma işaretidir.
Gülümsemek sadece yüz ifadesini değiştirmez,
beynin fizik ve duygusal acıyı azaltan endorfinler üretmesine neden olur ve böylece esenlik hissi verir./

30.6.08

ELEKTRİK "ZAM"PÜLÜ





ışık seçimi ile aydınlanma çelişkisinin resmi                                                  

1 Temmuzda yürülüğe girecek olan Elektrik zammından dolayı, elektrik-ampul ilişkisini bir sorgulayalım dedik. UYGARLIK-EKONOMİK-POLİTİK düzeyimizin altında gizlenen anlayışları görmeye çalıştık.
-------------------------------------------------------------------------



armudun iyisini yiyenler-amcalar-tanıdıklar




Kapitalizm dedikleri ideolojinin resmidir.
Armudun iyisini üreten ler değil, amcalar, oğullar, "yienler"......
tüketirken, alabildiğine
 sempatik duruş sergilerler.

ışıtan değil ısıtan ampul
----------------------------------------------------------------

Tungsten flamanlı ampullerin harcadığı enerjinin %10'u ışık, geriye kalanı ısı olarak harcanır. Bu ısı temmuz ayında "Türban-pardesü" sıcağıyla, laik-antilaik kaynamasına dönüşebilir. Geriye kalan %10'luk ışık ise, "aydın-cahil" sürtüşmesinde kullanılmaya yetmeyecektir.




---------------------------------------------------------------------------------


Elektriğe yapılan %21'lik zam %9 enflasyonu sırtından hançerlese de, önemli değil, armut ışığında bunu gören az çıkar. Van minıt ile Van depremi ilişkisi çelişkisi ortalığı ısıtınca, bulanık havada, yeni bir tür renkte sermaye sınıfı yaratmak vaciptir.


amaç ak ampul olsaydı bütçeler dikkate alınırdı

Doğru Aydınlatma: gözü yormayan, kamaşma yapmayan, aydınlatılacak ortam için doğru renkte ve doğru miktarda seçilmiş ışık kaynağı kullanılan ve dekoratif bir biçimde tasarlanmış bir ışıklandırmadır.

Kurulan bir siyasi partinin seçtiği "aydınlanma" simgesinin özellikleri, aynı zamanda toplumun hangi ekonomik diliminde yaşayanların işine yaradığının da göstergesi sayılır.

---------------------------------------------------------------------------

* * *
Güneş enerjisi
 TEKNOLOJİSİ VE SİYASETİ


Allahın rüzgarına zam yapılamaz ya!

yalnızca öfkeniz değil, Güneşiniz de bol olsun





* * *
G-mailime gelen bir Ampul hikayesi :

sakın denemeye kalkmayın!... ÇOK KOMİK AMA GERÇEK.......!!!!!!
Olayın kahramanları, iki üniversite ögrencisi.. .
Koyu geyik muhabbetinin düğümlendiği durumlardan birinde,bu iki kafadar bir iddiaya girer....
Delikanlılardan biri, odanın tavanında asılı olan ampulü ağzına tamamen sığdırabileceğini iddia eder....
Evet yanlış okumadınız, bildiğiniz 100 mumluk ampulü... ve sığdırır da.
Ancak bir sorun vardır. Ampulü ağzından geri çıkaramamaktadır.
Arkadaşı hayret eder bu nasıl iş diye, o da evdeki başka bir ampulü ağzına sokar ve tabii ki o da çıkaramaz.
Bunun üzerine iki kafadar hastanenin yolunu tutmaya karar verirler. Ağızlarında ampul olduğu halde bir taksiye atlarlar.
Konuşma zorluğu çekerek güya taksiciye dertlerini anlatırlar.
Taksici bir taraftan gülme krizi geçirirken bir taraftan da 'nasıl olur abi ya, uğraşsanız çıkar, bir asılın şuna, şaka mı yapıyonuz ?' diye söylenmektedir.
Neyse akşamın bir yarısında acile gelirler. Taksici ayrılır.
Doktorlar çocukları beklemeleri için bir odaya alir.
Veeee, aradan 15 dakika geçmeden taksici kapıda görünür; tabii ağzında bir ampulle.

Amcam çocuklara inanmamış, açık olan bir marketten ampul almış ve denemiştir !!
Şimdi anladınız mı Ampul Partisi'nin Türkiye'de nasıl iktidara geldiğini?

BİR ŞEY OLMAZ DİYE HERKES DENEDİ VE GÖRDÜK ÇIKARAMIYORUZ.
OY VERİRKEN İYİ DÜŞÜNÜN, AMPUL BU SEFER AĞZIMIZDAN ÇIKMIYOR...
YARIN ÖYLE BİR YERE GİRERKİ DOKTORA BİLE GİDEMEZSİNİZ.
BİR DAHA SAKIN DENEMEYE KALKMAYIN!!! 


 İtüSözlükçü yine aşırmış

20.6.08

HÜZÜNÇ

"...böyle hafif sakin melankolik." bir isteği oldu sevgili Ebru'nun. Saman alevinin yangınında tavlanan yüreği yaz demeye getiriyordu sanki...

Melankoli (melankolia); mutsuzluk, yalnız kalma istediğir.
‘’Melankoli, hüzünlü olma mutluluğudur.‘’ - Victor Hugo (Wikipedi)

"Hüzünç" süzcüğünü Cumhuriyet Gazetesi yazarı Mustafa Balbay'dan ilk duyduğumda, ilk işim bu sözcüğün daha önce kullanılıp kullanılmadığını aramak oldu. (Google'da) birkaç kıytırık cümle arasında geçse de yerleşik bir sözcük olmadığı anlaşılıyordu.

Ümit Zileli-M.Balbay ile söyleşirken, ABD'nin AKP'yi artık gözden çıkarabileceğini, AKP'yi İran'a saldırma konusunda, Irak'a saldırmada kullandığı kadar kullanamayacağını anlatıyordu.

ABD'nin, Türkiye cephesinden İrana saldıramayacağını SEVİNÇle karşlarken, yerine başka bir "piyon" yaratabileceğini düşünmek HÜZÜNLE karşılanıyordu.

Sevinç ile hüzün bir araya geldiğinde, "HüzünÇ" ile özetlenebilirdi. Melan-koliyi kolileyip depoya atabilecek bir sözcük türetilmişti artık.

Politikadaki sevinç ile hüzünden melankoli çıkarılamazdı kuşkusuz.

"Seni seviyorum ama kavuşmamıza aşılamaz engeller var"
kıvamında limon kokulu bir cümle bırakıldığında geriye,
sevilmeye değer birinin,
irade dışındaki bir olguyla,
tarihe gömmekle başlayan bir duygu,
yerini melankolik bir duruma bıraktığında,
hüzünç dalgası aşk rıhtımını dövmeye başlanmıştır artık.
Dalga kayadan birşey koparamasa da, altındaki toprağı için için oymayı sürdüreceği kestirilemezdi ki o zaman!

Yürekten kopan üç damlalık hüznün üzerine, sevildiğini hissedişin izdüşümündeki iki damla sevinci eklediğimizde, artan bir damlalık hüznün yakmadığını sanıyoruz.

Ama, saman ateşi gibi içinden yürüyen köz, zararın farkını yürek yorgunluğu masajına döndürüyor adeta..
Çevreniz tarafından standart yaşam algısının dışına taştığınız farkedildiğinde, köşeli parantez içine alınıveriyorsunuz.

İşte o zaman başlıyor yalnız kalma isteğinizi "hüzünç" olarak ifade etmeye. Karmaşık ve de sarmaşık duyguların özeti olarak arşivinize yerleşiveriyor o.

Sevgiliye kavuşamamaktan hüzünçlü, aynı zamanda kalbine bağışıklık kazandıran Fuzuli, sevgilisini yanında görünce, "çıkarın şunu odamdan, onun hayali yetiyor bana" diyerek, melankolizmi Divan Edebiyatına aşılıyordu...
Ve Nazım Hikmet'in Tahir ile Zühre Aşkı da öyle...

"Melankolizm-hüzünçizm" ideolojisi gibi...
Aşk illüzyonu, sevgi savurganlığna götürüyor insanı ama şöyle formüle edenler de var:

*akilli erkek + akilli kadin = ask (sevinç)

* akilli erkek + aptal kadin = iliski (hüzünç)

* aptal erkek + akilli kadin = evlilik (hüzünç)

* aptal erkek + aptal kadin = hamilelik(sadece hüzün)

(parantez içi ekler bana aittir, çok linki olan bu formülün asıl kaynağı bilinmiyor)

19.5.08

KÜRESEL K(E)RİZ

Amerika’da “Mortgage krizi”, “peyk”indeki ülkeleri de krize sokmuş!
( kötü kader!..)

Tabi ki öyle olacak, alçakta durursan, ağzına girenin değil, kıçından çıkanın kokusunu duyarsın.

Nedense,
Amerika’daki işçilerin, siyahların, kırmızıların, esmerlerin “krizleri” hiçbir ülkenin “iş adamlarını” krize sokmuyor!

Bizde krizlerin yaşamasında birilerinin çıkarı varsa onun adına “canavar” derler: enflasyon canavarı, terör canavarı, trafik canavarı..yani, yakasından tutulacak olan adres kendileri değil, canavarlardır.

Küresel kriz de çift başlı canavara benzer:
1-Mortgage ekonomik
2-Kuraklık krizi …

Bir bankanın bir başka bankadan ya da borsadan paralarını çekmesiyle (ABD'de böyle olmuş) dünya ekonomisi sallanıyorsa,
Bunun yansıması olarak, sadece yoksulların başı sallanır.

Buna karşılık hiçbir soygun, yolsuzluk, kara para, sömürü mekanizması.. gibi olaylardan hiçbir yoksul olumsuz etkilenmez. (nah etkilenmez demelisin içinden)

Atmosfer tabakasının delinmesiyle kutuplardaki buzların erimeye başlaması arasında kuraklık ilişkisi kurulur.
Buzların erimesi, sıcaklığın artması ve bunlara bağlı olarak KURAKLIK ve sonucunda gıda kıtlığının baş göstermesi....

Ne yapmalı bu durumda?
Elbette piyasa ekonomisi kuralları işletilmeli, yani, yaşama dair her şeyi birkaç misli pahalıya tüketilmeli. Bunun diğer ayağı ise, ücret ve dar gelirlerin düşürülmesi olmalı.

* * *
Durum o kadar karmaşık mı dersiniz?
Bence işin püf noktası “kerizlik”te yatıyor.

"Küresel Kriz" dedikleri olayın asıl adının "kapitalizmin 4. bunalım dönemi" olduğunu işaret eden düşünürlerin öngörüleri önemsenmelidir.

Küresel kriz servet stokçularının kar akışını yavaşlatmaktan öteye bir risk daha taşıyor (kendilerine göre): köle-efendi ilişkisinin sorgulanması olasılığı...


"küresel krizin düğümü nasıl çözülür" diye bir anket koyduk yan tarafa. Bu ankete, 9 değerli konuk cevap vermiş:) Onlara teşekkür ediyoruz.

"küresel krizin düğümü nasıl çözülür"?
a- Yoksullarıntırnakları uzarsa :%11
b- G 8'lerin G noktsına çomak sokulursa:%11
c-Krize neden olanları Sosyalizm çarparsa:%22
d-küresel kriz kördüğüm olmuş, çözülemez:%55

* * *

başlıkta olduğu gibi asıl amaç "kriz-keriz" ilişkisinin nüvesini dağıtmaktı.

Marks ve Engels, kapitalizmin birkaç kalp krizinden sonra öleceğini demişti de çoğu keriz inanmamıştı... (kendileri bilir)

Biraz da alıntı:

"Kapitalizmin
1. bunalım dönemi yaklaşık 18 yıl,
2. bunalım dönemi 27 yıl sürmüş,
3. sü ise 1945'den bu yana devam etmektedir.

3. bunalım döneminde emperyalist ülkeler sosyalist sistemin varlığını kendilerini tehdit edici unsur olarak gördüklerinden aralarındaki çelişkiyi yumuşatarak, uzlaşmacı, entegrasyoncu bir tutum takındılar. Kendi aralarında çıkabilecek bir savaştan, askeri çatışmadan kaçındılar."

"Emperyalist dönemde temel anlamda 3 büyük çelişkiden bahsetmek mümkündür.
Birincisi; emek-sermaye çelişkisi, yani proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi.
İkinci çelişki; çeşitli tekeller, finans grupları ve emperyalist devletler arası çelişkiler, yani emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkiler.
Üçüncüsü ise; emperyalistlerle sömürge halkları arasındaki çelişkiler."


Eee? nolacak bu çelişkiler varsa?

Bu kadar çelişkiyi sırtında taşımak ahmaklık değilse, ayağının altında köle görme sadistliğinden başka birşey olamaz. (günümüzde köleliğin ortadan kalktığını değil, sadece şekil değiştirdiğini unutmayalım)

* * *
Son olarak, Z. Ö.'den (K)özlü sözlerle bitirelim:

-Krizler bağırsaktaki gaz sıkışmasına benzer, vücudu terk etmedikçe sancısı bitmez.
-Krizlerin varlığı kerizlerin çokluğuna bağlanabilir ancak.
-ÇANTADA KEKLİK olan kerizlerin ekonomik-kredi notu (arada bir) yükseltilir.
-Engin eşeğe çıkan çok olur.

zihni örer

21.4.08

Mim'li hayatlar


Aslıberry “Mim”lemiş, sağolsun değer vermiş.

Zaten mimli herifin biri olduk, geleneksel yaşam biçimini değiştirdikten sonra:)
İş hayatımda mimli, mahallede mimli, askerde mimli, ve hatta aile-akraba içinde de hayatı mimli olarak sürdürmeyi seçmiş olmanın gurur ve şuuru üzerimde…

Mim dediysem, heyecanlanmayın, öyle ahım şahım mimlilerden değil… sıradan, “sempatik ve empatik mim” diyebileceğimiz dozda... Bu bile lüks sayıldıysa özellikle iş yaşamında, terfi ve hak ettiğiniz avantajların bütününü, “ağzınla kuş bile tutsan, bu kafayla sana mevki vermezler” özlü sözünü bir pankart gibi gördüm hep karşımda.

Neden? Mim dedik işte mimmmmmm…

Ya bir de mimli mahkumlar, anarşistler, sakıncalı piyadeler… onların yanında “mimliyiz” demek biraz ukalaca kaçıyor ama, neyse biz de kendi çapımızda mimli yaşadık işte.

Bu mimin özü neydi? Diye zahmet edip sormayın, hemen söyleyeyim:
Toplumsal ve kamusal ahmaklığın her bir zerresinde protest davranışlardı. Protest davranışların alt yapısı nedir? Diye sorabilirsiniz. Sormayın onu da diyeyim:Kamu organizasyonu tarafından verilenden fazla bilgi ve dürüstlük ilkesini kazanmak ve arzetrmektir efendim. Bütün suçum budur, bundan sonrası masumluktur efendim.
Şu koyu sözcüğe bir bakıverin lütfen, “bilgi” diyor.. işte aslıberry’nin bize yüklediği görev (başüstüne) bilginin kaynağı (anası) olan KİTAPtır efendim.
“Kitap” dedim de aklıma geldi, valla aklıma gelen her şeyi yazsam bir roman olur (havam batsın değil mi). Doğru diyorum inanın ki, kitap konusunda….. çooooook zengin bir konudur bildiğiniz gibi.

* * *

Geleneksel-ailesel kültürün uzantısıyla, tamamen “şeriat-İslam” kültürünün en derin (çoğunlukla politik) eserlerini okumak ve (militanca) yaymakla başladım lise sonrası 5 yıl kadar.
İş hayatımın ekonomik yarı-özgürlük dönemine girdiğimde, dışarıda başka bir dünyanın döndüğünü görünce, dünyaya paralel başım da dönmeye başladı.
Doktora danıştım, “kapalı yerden çıkınca, dünya dönüyorken başım da dönüyor. Dünya devam etsin de başımı nasıl durdururuz?” dediğimde, iki duble rakı iç demesin mi!
“Nasıl olur doktor, şu ana kadar hiç günah işlemedim ki”,
“doktor tavsiyesi günah olmaz” deyiverdi birden!
Eee? Rakıyı içersin, , dünya bir yana dönerken, kafayı biraz bulunca başın öbür yana döner. İki zıt kuvvet birbirini nötürler, yani dönen başın durur, etrafını daha net kavrarsın demez mi! Heyecan sevdası bastı yüreğime hemencecik.

Buradan ötesini ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim. (eee, mim ne olacak ya?)
Yani, şu an en son elimde bulunan kitap “hegel felsefesine giriş” bittiğinde, onu yontacak bir kitap sırada bekliyor:”felsefenin başlangıç ilkeleri”/georges politzer.
Bakmayın “başlangıç ilkeleri dediğine, birkaç sayfa çevirdim de, “marksit (diyalektik materyalizm)felsefesi çerçevesinin içini dolduruyor gibi.
Bu bileşimi ayrı bir başlık halinde güncel anlayışa paralel yazmayı tasarlıyorum (inşallah).
Bu Mim başlığına koşut bir düşünce dizisi yapmıştım aha BURADA


SANAL DÜNYAnın KİTAPLARI AĞAÇ KOKMUYOR AMA!



"İnternet icat oldu mertlik bozuldu" diyecektim.... demedim. Suçun internette değil, günlük zamanını planlı ve dengeli kullanamayan bizde olduğunu anladım. Eskiden evden çıktığımızda, diğer işlerin ve başıboş gezmelerin dışında bir de kitapçı vitrinleriyle yüzleşirdik. Sergideki kitapların çeşitli konu başlıklarını gördükçe, kültür dağarcığımızın daha ne kadar boş ve hacmının küçük olduğunu anlardık. Bizi tahrik ederdi vitrindeki kitap dizileri ve onların ağaçsı kokuları...
Günlük yaşamın pürtlettiği stresin ilacını bu vitrinlerde bulabilirdik. Sigara bu yüzden "stressavar" olamamıştı yaşamımda.
Yeni dünya düzeni, yaşamımıza ve içindeki davranışlarımıza yeni bir biçim verince bilgisayar başına kilitlenerek, İslam peygamberinin sözünü tedavüle koyduk farkında olmayarak: “düşmanın silahıyla silahlanmak”.
İnsanları sosyalleşmeden alıkoyan, olası örgütlülüğü moleküllerine kadar dağıtıp, odamızın daracık köşesine sıkıştırıldığımızda, orada kocaman bir dünya yaratmalıydık. Bütün bilgilere ve ortak niyetlere daha rahat erişebilmenin avantajını kullanabilmeliydik.

İnternet ile kitap vitrini arasındaki fark ile, (harcanacak kağıtların ana maddesi olan ormanların gürleşmesi nedeniyle) teselli bulabilmeliyiz.
Bilgisayar ekranında orman yeşilliğinin resmine razı olurken, tutsaklığa arada bir ara verip, gölgesinde uzanabilmeyi ve bazen dalların arasından gök maviliğne doğru "uzun yolculuğa çıkabilme gerçek özgürlüğünü" de kendimize çok görmemeliyiz. Çünkü, bilgiyi de enerjiye ve oradan mutluluğa çeviren oksijendir./zihni örer




Mim gülünü, sevgili Edi’ye


ve


Neverland'a atıyorum.


İlk kez bu kadar isabetli, hem de “12” den vurulmuş mim diyebilirim.

(Ama, sevgili neverland icralık olacak bu gidişle )
Sevgi ve saygılar efendim.