24.6.10

Dans et benimle-müzikal-yorum





Bu şarkının İngilizceden Türkçe’ye çevrilmiş halini bulduğumda şiire benzer yanını göremedim. Birkaç yerini kırpıp bükerek, “şiir diline” çevirmeye çalıştım.


Dans et benimle

güzelliğinin şerefine kızıl bir keman eşliğinde dans et benimle
paniklercesine dans et benimle kendime gelene kadar
beni zeytinyağı gibi kaldır ve benim ev güvercinim ol
benimle aşkına uzansın dansın.


ah tanıklar gittiğinde güzelliğini göster bana
babylonda yaptıkları gibi dans ettiğini hissettir
tüm sınırlarını bildiğim kadar yavaşça göster bana
benimle aşkına uzansın dansın.

düğünde dans et benimle dans et
nazikçe dans et benimle ve uzunca
ikimiz de aşkımızın bazen altındayız bazen de üstünde
benimle aşkına uzansın dansın.

dünyaya gelmek isteyen çocuklar için dans et
perdelere doğru dans et benimle öpücüklerimiz eskisin
sığınak çadırı dik şimdi tüm ipler iğneli olmasına rağmen
benimle aşkına uzansın dansın.

güzelliğinin şerefine kızıl bir keman eşliğinde dans et benimle
paniklercesine dans et benimle kendime gelene kadar

benimle aşkına uzansın dansın.

Leonard cohen


Müziği tartışılmaz kaliteli. Her sanatçının bir de hayata bakış vizyonu vardır.
Kimi para kazanmanın dışında her şeye boş bakar; kimi, ünlenmenin kolaycılığını sonuna kadar yaşamayı önceler;
kimi sanatıyle güzel duygular yaşatmaya çalışırken, politik duruşuyla insan hayatının temel güvencesiyle de ilgilenir, kendi hayatını ve sanatını riske atmayı göze alır….

L. Cohen ise,
Aşk, seks, din, psikolojik depresyon ve müziğin kendisi Cohen’in eserlerinde en çok görülen temalardır. Diğer temalar kadar olmasa da şarkılarında politikaya da rastlanır. Aşk ve cinsellik popüler müziğin ortak konusu olmasına rağmen sanatçının romancı ve şair altyapısı sayesinde Cohen’in işlerinde bu temalar daha karanlık ve derin bir hal alır/Wikipedi.

Hayat serüveninde “her dala sığan adam” profili seziliyor.
1960-70’lerin (modaya uygun) romantik şair ve müzisyeni. Bol para kazandığı zamanlarda rahip olma heveslisi (işi düzgün Musevi). Problemli alacaklarını toplarken mafyavari (bu dedikodu imiş).
Depresyon ve para sıkıntısı çektiği zamanlarda isyankar “Musevi solculuk” (Tower of song şarkısıyla popüler). Artık yaşlanıyor ve vijdanı dünyalığın üstüne ağır basmaya başladığında dünya turu ve yeni bir

19.6.10

BAHAR MOTİVESİNDEN TEMBELLİK HAKKINA

Bilgisayar, tüm marifetleriyle dolu zamanlarımızın bir başka dünyası.
Evli olsanız da, kendinize özel uğraşların harcadığı zaman kaçınılmaz. Hani, susamadan suyun, acıkmadan yemeğin, özlemeden sevgilinin ne anlamı ve tadı olacak ki. Her üç öğenin de doyum noktasından ötesi tekrar acıkmaya (devridaime) götürür ve aynı evin farklı odalarında sürdürülen ayrı dünyaların içinde yaşatır insanı…

İşimden ve Eş’imden artan zamanlarımın bir kısmında pencere kenarındaki kültür dolabımın orta yerindeki bilgisayar karşısındayım. Penceremden giren, bahçedeki kolonya ve adını bilmediğim diğer çiçeklerin kokusu, baharın doğum sonrası bıraktığı çiçek sütü gibi, içimi coşkuyla dolduruyor her akşam. Okuyor, yazıyor, tıngırdatıyor, hangi sıvı konulursa masama içiyorum.
Otellerin turizm açılış şenliklerindeki havai fişeklerin cümbüşü arada bir nakarat tutuyor kulağımın, gözlerimin ve ruhumun ritmine.

Bir Baharı böyle atlatarak, yaz sıcaklığının gönül sıcaklığına terfi etmesinin izdüşümleri yansıyor her yanıma.
Bahara şiirler şarkılar adarken, zamanın takvim yapraklarından ibaret olmadığı belli olmuştu. Ardından sıcaklar yerin çekim gücüne eklenerek bastırmaya başlayınca, deniz ile en küçük bir meltemin tadı bir başka özel geliyor ruhuma.
Öyle sıcak ki, toprağın yüzeyiyle sıfır mesafesinde durmuyor kişisine göre. Böyle giderse, hasta ve yaşlılar için, toprağın mezar versiyonu alınan yola dahil olabilir!

Baharın nemalarına çarpan kalp ile, yazın çılgın sıcağına çarpan kalp arasındaki farkı “doğrusal zıtlık” olarak açıklayabiliriz. Farklı mevsime çarpan kalplerin atış frekansı, aşk-sevda kriziyle, kalp-ölüm krizi arasındaki fark gibi adeta.

Yaz sıcağı, bu iki olgunun dışında, insana “ideolojik tembellik hakkının” sonuna kadar kullanılması düşüncesini dayatıyor.
Tembellik hakkı, Baharın depoladığı enerjiyi sindirme eylemi olarak beliriyor ister istemez.
Deniz bir başka kaçış alanı mevsimin anlam ve önemine koşut. Uzanıyorsunuz denizin yüzeyine paralel. Gökyzünün mavi beyaz renkleri arasında kendinize buluttan bir arsa seçiyorsunuz; ya da sevgilinizi çıkarıp yüzdüreceğiniz sonsuz bir mekan. Yıldız da asılabiliyor bazen gözlerimizin odak noktasına. Yüzerek kenardan sızan bir söğüt yaprağı ilişiyor bedeninizin herhangibir yerine. Havva Ana’nın bikinisi olabilir mi? Diye bir hınzırlık kaplıyor içinizi.

Tembelliği nasıl da özlemişiz!

"Tembel hakları evrensel beyanname¬sini" okudum. Yan gelip yatmanın en te¬mel insan haklarından olduğunu, hiç kimsenin isteği dışında çalışmaya zorlanamayacağını öğrendim.
Ütopyalar insanlara daha az çalışma, daha çok boş zaman vaad ediyorlardı.
O halde hedef buydu: Tembellikten arta kalan boş zamanları çalışmaya ayır¬mak, "Niye hiç çalışmıyorsun?" sorularını da "Hiç boş vaktim olmuyor ki" diye ya¬nıtlamak...
Doğrusu bahar, bu tedavi sürecinde en etkili ilacım oldu
/ diyor Can Dündar

Tembellik hakkı, şu kapitalistlerin küçümsediği “işe yaramaz, kalitesiz, geri zekalı…” şeklinde sunduğu aşağılık durum değildir asla.
Paul Lafargeue, “Tembellik Hakkı” kitabında, burjuvazinin iktidar olmasıyla birlikte, insanlığın kendini kaptırdığı “ilerleme” çılgınlığıyla, dalgasını geçiyor(muş). Kapitalist düzeni eleştirirken, “yaşamlarının tamamını çalışarak geçiren insanların, bu çalışmalarının ne kadarı kendileri için?”, diye soruyor(muş). İçinde çalışma aşkı duyanlara lanet” okuyor(muş). “Komünüst Manifesto”dan sonra, dünya dillerine en çok çevrilen Sosyalizm klasiği” olarak tanımlanan bu kitabı en kısa zamanda okumalıyım.

Dünyanın gidişatının hızını ve dozunu çılgınların rekabeti ayarlayacağına, toplam yaşam felsefesi bileşkesine göre belirlense. Çalışma mesai saatleri yarıya indirilse. Din sektörüne ayrılan resmi ve sivil ekonomik kaynaklar bilim çalışmalarına aktarılsa. Her kişiye, Tanrı’sını ve dinini özgür iradesine dayanarak (dayatmasız) bulma fırsatı tanınsa.
İnsanların mutlu olmasına zemin oluşturacak “boş zaman” miktarı artırılsa, kimse zengin olmasa, kimse de (dolayısıyla) yoksul olmasa. Bilimin, insan hayatını kolaylaştıracak ve doğal entropiyle savaşacak kudreti tek başına rakipsiz olsa.


Böyle bir zamanda klimanın üflediği soğukluk, medikal mankenle sevişmek gibidir.
İnsanın romatizmasına dokunacak havadan, romaNtizmasına dokunacak havayı tercih ediyorum.
Yaşasın tembellik hakları.

12.6.10

vampir öpücükleri



-Alo zihni bey ile mi görüşüyorum?
Evet, üstüne bastınız, çekin ayağınızı.
-Hayır efendim, üstünüze basmadım.
Ama basacaksınız biraz sonra, ne fark eder şimdiki geçmişi ve geleceği...!
-Ne alakası var efendim…

Bakın anlatayım alakasını, (ya da 3 G’ye geçince bakın, şimdi dinleyin lütfen):
Arayanım çoktur sizin gibi. Beni çok severler, sağ olsunlar (sol olamazlar tabi)..

TTkom çalışanı aramıştı bir ay önce, küçük bir “vals”te ayağıma basmıştı.

11 tl.lik telefon faturamı 20 tlye çıkardı. “Kayıt altındaki görüşmemizde” bir kez “evet” dedirtmek için (sanki nikah kıyacaktık) 1 saat dil döktü. Lügatimdeki “hayır”ı sildiğimden, bir kısık “evet”in bedeli olarak, sadece internet için kullandığım telefon aboneliğime, aylık 20 tl. fatura ödemek zorunda bırakıldım. 1 saat sonra pişmanlıkla, yirmi kez “hayır” dedim ama iptal etmediler. “hayı’ı size yakıştıramıyoruz” der gibi.

Maddi miktarını sorun ettiğimden değildi, sahte öpücükler yüzümü yara ediyordu da ondan. Uzun hikaye bunlar.
Siz ne için aramıştınız?

-Efendim, siz Boyner Mağazaları eski müşterimizsiniz, size “müşteri kartı” göndermek istiyoruz, adres güncellemesi yapmamız gerekiyor.
Şu kadar indirim-mindirim, vs….

Hanım efendi, size kısaca bir şey söyleyeyim de boşuna yorulmuş olmayın, ayağınızı da ayağımın üstümden çekin olur mu?

-Buyurun söyleyin efendim.

Boyner Mağazaları bir zamanlardı; evet, iyi marka biliyorum ama şimdi o bir zamanlar tarih oldu. İki çocuğumuz Üniversitede okuyorlar ve ben artık bit pazarından giyiniyorum. Almancı eskileri bulsam onları da giyerim.
Geçim için dizini-kıçını yırtmayanlar, dizi- kıçı yırtılmış kot giyebiliyor da,
biz geçim için dizi kıçı yırtarken, dizi-kıçı yırtılmış kot niçin giymeyelim!

Burası Antalya sahilleri , hiç birşey giymeden dolaşmayı da düşünüyorum da; ahlak yasası geçim yasasından keskin duruyor!
Çocuklarımızın, toplumu yöneteceklere bilinçli oy verebilmeleri için yırtık elbise giymeye değmez mi sizce?
(Eşimin karşıya yansıyan kahkahasına gülüyor görevli).

Yani anlayacağınız, özel sektör (bankalar, mağazalar, adidas, Tcell malum hep “mahalle –pardon, kurumsal cazibe-baskısı” kuruyorlar ayağıma, cebime-üzerime; bil umum fizyolojime ve psikolojime…
Her neyse. beni öpmek isteyen isteyene… biliyorlar ağızlarının tadını kitapsızlar.

Özlü söz:
Ticaret odalarındaki müşteri sicilleri parlak olanlar, öpülmeye müsaittir.

-Teşekkür ederim,
-Hoşçakalın.

8.6.10

Öznesiyle örtüşmeyen ana fikir (Türkçe Olimpiyatları)

120 ülkeden 750 davetli çocuğun buluşturulduğu (bence sadece) müzikal bir topluluk.

Bu yıl 8.si düzenlenmiş. Türkçe şarkı ezberleyip söyleyen çocuklar, o sevimli yüzlerinin duruluğunu her renkten yansıtıyorlar etrafına..

Bu kapsamda hoş bir organizasyon gibi görülüyor.

Konuya organizasyon başarısı ve çocukların dünyası açısından bakıldığında, insan imreniyor, duygulanıyor, aynı zamanda eğleniyor da…

Organizatörler ve manzaranın ortasına kendini atan Ak Parti ve dini cemaat kurmaylarının bildiğimiz dünyalarına bakıldığında, o kocaman çelişkiyi yutmak imkansızlaşıyor!.

Kökeni İslam milliyetçiliği ve politik kariyerlerinde Liberal Dünya görüşünün Nurcu Cemaat izlerini taşıyan organizatörler, Yurt dışındaki Fetullah Okullarının gölgesiyle sınırlı bir Türkçe Olimpiyat gösterileri….

Davet ettikleri (çoğunluğu Orta Asya ve İslam ülkesi olan) 120 ülkenin profiline bakılınca o çocukların temel ihtiyaç ve haklarıyla Ümmetçilik  Yeni Dünya Düzeninin neresi örtüşecekse ?

Programın adını oldukça büyük sloganla süslemiş olmaları, hangi evrensel idealin davetine kucak açacaksa?

YENİ BİR DÜNYA sloganı ve müziğin ritmik mesajı, tek başına insanın müzik kulağını okşamaya yetiyor doğrusu. Bu müziğin bestecisinin ortada görülmüyor olması aklıma takılan sorulardan diğeri…

Sonunda, Fransız Burjuva Devriminin dünyaya hediye ettiği barış kardeşlik, huzur… gibi dolgusu olmayan sözcükler, animasyonik büyüsüyle biryerlere eklemlenmiş. Alt tarafı Orta Doğu patentli eski dünya projesi...

Açıkçası, “yeni bir dünya” mesajının fikir babasının Erbakan Hoca, bu fikrin içeriğini dolduranın da Fetullah hoca zihniyeti olduğu anlaşılıyor.

Programın bitiş kısmındaki bu müziğin sözleri nasıl bir yeni dünya kastettiklerini özetliyor.

Gördüm o “nurlu” geleceği rüyamda bir gece. “Işıklar” yağıyordu, her yer sessizce, ahenkle işleyen saat gibiydi, bir gün silinip gitmişti karanlık geceler.. Her taraf gökler gibi pırıl pırıl, Yeni bir dünya kuruyorlardı. Ne cihanlar yüzlerinde gariplikleri, anladım ki bunlar “kutsiler” gibi. “Şükranla” güzeller vardı kol kola, sonra bir bir ulaştı herkes bu yola. Yeni bir dünya kuruyorlardı Her taraf gökler gibi pırıl pırıl, Yeni bir dünya kuruyorlardı. Hep birlikte yeni bir dünya kuruyoruz, sevgi dili Türkçe ile buluşuyoruz.

Yeni Bir Dünya'nın içeriği bu kadarcık!

Evet, slogan oldukça güncel ve aynı zamanda acil bir ihtiyacı çağrıştırıyor:
Yeni Bir Dünya

Ama hangi Yeni Bir Dünya?
1500 yıl öncesinden kalan "yeni" bir dünya? İnanmayanların ve farklı inançların içinde olmayacağı bir dünya?
Servet, tarikat ve cemaatlerin, insanların maddi temel gereksinimlerini hiçe saydığı (ya da hiç saymadığı) bir dünya ?
 Çocuk ölüm oranlarının ve ulusal servet dağılımının  fiyasko olduğu ortadoğu rejimi izlerinin bulunduğu yeni bir dünya?
Çocuğun, özellikle kız çocukların adının olmadığı yeni bir dünya? Servetine servet eklemek için (çocuk emeğinin sömürüsü dahil) her yolun mübah sayıldığı Arap çöllerinde kalmış köhne bir dünya?

Evet, İhtiyaç sahipleri için Hangi ve nasıl “Yeni Bir Dünya”? İyiye alamet değil ama sabah ola hayrola.



1.6.10

yaralı onur

Onur elçilerinin bir gemiye binip Gazze’ye doğru gidiş serüveni bir tek anafikri barındırmıyordu bünyesinde. Birbirinden bağımsız kurgucular her tünelden gaz vererek, Gazze’nin yollarında sağdan giderek altın bulmayı umut ediyorlardı.

ABD, İran, Türkiye, İsrail dörtlüsünün, son zamanlardaki satranç hamlelerinin toz dumanından başka görüntüsü yoktu bu tablonun. İşin diyalektiği daha derinlere iniyordu bilindiği gibi.

Yol deniz idi. Deniz dalgalıydı, gemi yolcuları dalgadan da dalgalıydı. Karşı kıyıda bekleyen Filistinli ezilenlerin ezikliğine eziliyor, içlerinden dalgalı dağınıklığı bir nebze olsun toparlayabilmek için onlara yiyecek-ilaç ve birer yudum sevgi damlası aktarmayı umuyorlardı. Ama damla küçük, dalga azgındı, tusunami avazıyla gelen nara, postasını postalayıp duruyordu günün belli aralıklarında. Avaz ne kadar gürültülü olsa da, İnsanlık onuru kulaklarını dalga gürültüsüyle tıkayarak hız kesmeden ilerlemeye devam ediyordu.
Sonuç, birkaç ölü ve yaralı!

Onur akılsızca atılan adımlara izin veremezdi ama, birileri onların iç dürtülerini alabildiğine dürtüyordu ve de arkadan hayalet tamponuyla ittiriyorlardı.
Belli ki dürtenlerin hesabı vardı, dürtülenlerin ise iç hesaplarında karmaşıklık….
Onur karesine giren görüntüler bulanıktı.
Kimi koşulsuz ve iç hesapsız kulaç atarken mayınlı dalgalarda, kimi derinlerden denizaltı kurgusuyla Osmanlıcılığın ve yahudicilğe hıncın tutkusuyla yerini alıyordu onur tablosunda.

Birileri acının ezen ve ezilen kapsamında “bir tek” noktasına odaklanırken,
kimileri de “Tekbir” noktasından sevaba çıkan yol arıyor olabilirdi sadece kendi adına.
Çünkü sevap ve mahşer kişiseldi.
Tek yol devirmek ise, bu macera duygusunda, devrilmişini ele geçirmekle ondan kereste çıkarmaktan başka bir hesabın olmadığı düşünülebilirdi kareye bakılarak
Çünkü, büyük işleri aşma isteği toplumsaldı.

Yahudicilik bu tablonun şifresini biliyordu, benim bildiğimden daha fazlasını hem de….
İslamcılık da biliyordu aynısının daha fazlasını…
Belli ki Yahudicilik İslamcılıkla savaş halindeydi asırlaraşırı bir zamandan beri.

Belli ki aşkta ve savaşta her yol yalnızca bizim atasözümüzle mübah kalamazdı.

Birleşmiş milletler bu serüvenin neresinde birleşebilirlerdi ki?
Kim yutar, kim karartabilirdi arkadan ittiren nedenleri?

Bir daha söylüyor rahmetli K.Marx:
bir ömrü aşacak kadar özel mülk biriktirme hak olmaktan çıkarılıp, din inançları her bireyin mezarı ve mahşeri kadar kişisel kalmaya mahkum edilirse, dünyada ne açlık kalacak, ne hırsızlık, ne de savaşmak için nedenler…
İnsanlık onuru ne ezmeye ne de ezilmeye layıktır. Böyle bir düzene alışmak bile onurunu yitirmektir.

27.5.10

kirve


Hayatta her şeyin bir sonu olduğu gibi, bunun da susacağı bir son vardır elbette.
Birazcık sabır, hepsi o kadar.
Zaten kalmayacak, kısa bir süre konuğum olarak kalıp, çekip gidecek,
bütün "çekip gitmeler" gibi..

Kirve

http://www.zapkolik.com/video/huseyin-turan-kirvem-110138
29-Mys.2010

20.5.10

"kara kader"

Başbakan, maden ocağındaki ölümler için "kader" demiş.

Bir başbakan demiyor ki bunu. Böyle ucuz ölüm ve sürüngenlikleri kaderleştirmek için kaç bakanlığın bütçesi kadar para harcanmıyor mu dini kurum ve cemaat yollarına?

"Kadere karşı gelinmez"!
Hele o bir de kara kader ise!....
kara karanlıktır bir anlamda, ona karşı gelsen ne olurki!

Gözlerin görmez.
Direk cehennemi boylarsın.
Üstelik buranın kara cehenneminden daha da cehennem olduğu enayiliğimize kazınmışsa diğer cehennem, burada yanmaya seve seve(!) katlanırız. Üstüne bir de "tevekkel Allah" diyerek , tevekkel hükümetleri hedeften çekmiş oluruz.

Hani bir zamanlar enflasyona ve trafik salaklığına "canavar" ön sıfatını takarak, sorumluların hedeften çekilip, hedef kararttıkları gibi....

Kara kader kara habere her zaman gebedir. Zaten işe alınışlarında, işe alan taşerunculuk zihniyetinde bir meymanat var mıydı ki! Hükümetler burada da araya taşeron gibi başka hedefler koyarak hedef tahtasını arkadan dolaşmıyorlar mı!

Dünyanın en ucuz ve ölüm istatistiği saptanmış 5. ve Avrupa'nın birinci ülkesinin "kara kaderlisi ise, asla bu derece kaptırılmamalı! "1". lik ve "5". lik....

Tıpkı, ulusal gelirimizi paylaşma adaletimiz sıralamasındaki rekorumuz gibi!

14.5.10

Faşizimin dalgakıranı ve bir müziğin buruk hikayesi

Ağlama Angelita...bu akşam sana ya bir ev alacağım ya da yasımı tutacaksın

romantizmimi azdıran müziğin, El Cordobes’in Matadorluk ünü anısına yapıldığını öğrenince, sevdama kan sıçradı!

“Anadolu'nun terk edilmiş kıraç coğrafyasında kağnı arabalarına koşulan, sırtı nodurdan yaralanmış öküzlerin isminden önce  “..afedersiniz..” ifadesi ve ağır yükün altında düştüğü zaman, kesilip etinin yendiği”ne lanet okurken, Ispanya avare takımının arenada boğa kanı görmekten zevk duyduğu kültür arasındaki fark da düşündürücüydü.

Ispanya’daki Franko Faşizminin dalga kıranı, masum insanların yönünü kendine nasıl çevirebildiğinin öyküsü var bu müzikte.

Sanırım 1970’li yıllarda kamran akkor un seslendirdiği bu müziği Salim Dündar Ispanyolca'dan çevirmiş olmalı(?) O yıllarda (Franko’nun da ölümüne sevinme yılı) sözleri değiştirilmiş, adam akılı bir aşk şarkısına döndürülmüştü. Bu dönemde nino de murcia –“seni beklerim öptüğüm yerde” diyerek bir anlamda Ispanya versiyonunun günahını çıkarmaktaydı. Daha sonraları Nilüfer bu şarkının türkçesiyle, Franko’nun mezarına bilerek ya da bilmeyerek tükürmekteydiler.

** *
Her iki yorumun simgeleri ve sözleri fazla söze gerek bırakmıyor.



Seni beklerim öptüğün yerde
Belki bir akşam dönersin diye
Belki dönersin eski günlere
Dayanamadım yazdım ben sana
Dargınlık bitsin cevap yazsana
Beraber olalım ömür boyunca
Dağlara şimdi akşam çöktü
çiçekler boynunu büktü
Hepsi sensiz öksüzdü
kuşlar yuvaya döndü
Senin şehrine yolcular vardı
şafakta gemiler hep demir alır
Seven sahilde hep yalnız kalır
Kıskanırım seni o yolculardan
belki seversin birini diye
Mektubumu sen sen oku bana
Dağlara şimdi akşam çöktü
çiçekler boynunu büktü
Hepsi sensiz öksüzdü
kuşlar yuvaya döndü
Seni beklerken duydum annemden
Saklarmış veda mektubunu benden
Evlenmişsin şimdi bir esmerle




Kordobanın korkulu sokağından
Ünün yayıldı bütün dünyaya
Madrid boyandı kırmızı kana
Sen sen gelince bu güzel bir ara
Güneş bile senden renk alıyor
Alev alev gök sanki yanıyor
Parlayan canlı gözlerin
Fethetti bütün arenayı
Dövüşün zamanı geldi
Heyecan sardı sahayı
Gölge ve güneş raksediyordu
Ayaklarının altında senin
Fırtına gibi saldırıyordu
Korkuszudn herkes biliyordu
Herkes onu biliyordu
Ölüm bile senden korkuyordu
Sivri kılıcı ona saplarken
Coşkular her yerinde çınkladı oley oley sesleri
Madridde her yer titredi
Sonsuzluk zafer neşesi
Toledo Barselone Sevlle Linares
Kutluyor seni Manuel Benites
Kalplerdesşin artık
el Cordobes
El cordobes

***


yasımı tutacaksın da şöyle anlatılıyor :

1954'lü yıllar. Elcordobes o yıllarda 18 yaşındadır. General Franco'nun koyu bir faşizmle ülkeyi yönettiği, baskının, açlığın halka dayatıldığı zulmün yaşandığı yıllardır o yıllar. Halk isyan içindedir.

"Yaşam koşullarını protesto amacıyla gösteri yapan Asturias maden işçileri Franco İspanyasında yasak olan bir silahı kullandılar. Grev ilan ettiler. Endülüs'te, ekmekle yetinemiyeceklerini ve ülkelerine yağan nimetlerden pay istediklerini söyleyerek…..

Benitez’in Ablası Angelita şöyle anlatıyor:
"Aç kalmadınızsa açlık nedir bilemezsiniz.O günler aklıma geldikçe hala ağlarım.O zamanlar elimizden gelen tek şey ağlamaktı.Gece yatarken ağlardık çünkü yiyecek birşey yoktu.Sabah ağlardık çünkü gene yiyecek birşey yoktu...Adamlar sokaklarda yolun ortasında düşüp ölürlerdi...Yaşamımız boyunca çok acı çekmiştik ama savaştan sonra çektiğimiz günlerdeki acılar hepsini bastırdı."

Annesi ölünce üç kardeşine Angelita bakmaya başlar.On altı yaşındaydı ve ailesinin bütün yükü omuzlarına yüklenmişti...Kardeşlerini besleyecek, bakacaktı...Annesinin mezar taşına şu sözcükler yazılmıştı: "Vasiyetnamesiz Ölmüştür."
Böylesine bir yoksulluğun içinde büyüyen Manuel Benitez,yıllar sonra, cesareti, yeteneği ve olağanüstü azmiyle İspanya'nın en büyük matadorları arasına adını yazdırmayı başaracaktı... (“Bir sezonda 111 boğa güreşine katılarak Juan Belmonte'nin 109'luk corrida'lık rekorunu kırdı. yalnızca Ağustos ayı içinde 64 boğa öldürerk 35 milyon peseta yaklaşık 600 bin ABD Doları kazandığı sanılmaktadır”/vikipedi).

Yoksulluk günlerini hiç unutmadı,ablası Angelita'yı hiç ihmal etmedi...
Büyük ve tehlikeli bir dövüşten önce,kensdisi için ağlayan ablasına şöyle demişti:

"Ağlama Angelita...bu akşam sana ya bir ev alacağım ya da YASIMI TUTACAKSIN."/kaynak

 “İspanya İç Savaşı, 1936'da bir grup milliyetçi generalin seçilmiş Cumhuriyetçi hükümet karşısında darbe düzenlemesi ile başlamış, 1939'da General Franco liderliğindeki milliyetçilerin zaferiyle sonuçlanmıştı. Bu kanlı savaşta üç yıl içinde 350 bin kişi öldü, öldürüldü. Savaşın sonunda zafere ulaşan ve iktidarını sağlamlaştıran General Franco'nun faşist rejimi 1975 yılında ölümüne dek sürdü.

Yujenu, Franco rejimi sırasında sol kanat görüşlere sahip oldukları için öldürülen, ya da hapsedilen ailelerden alınan yaklaşık 30 bin çocuktan biri. Yujenu Oblana, çocukluğunun geçtiği Grave’nın sokaklarında geziniyor. Kendisini dinlemeye hazır olan herkese acıklı öyküsünü anlatıyor. ‘Yaşlandım!’ diyor; ‘Tazminat beklemiyorum, geride bulacağım bir ailem de kalmadı; sadece, insanların bilmesini istiyorum.

‘Rahipler, hükümeti deviren faşistlerle tam bir işbirliği içindeydi, sübyancıydılar; onların yüzünden ateist oldum.
İspanya’da iktidarda olan sosyalist hükümet, yeni bir yasa geçirdi. “Tarihsel Hafıza Yasası” Franco rejiminin infaz ettiği kişilerin ailelerine tazminat verilmesini öngörüyor; ancak Montzi Almengo, yaşları artık hayli ilerlemiş olan kayıp çocukların, ailelerinin izini sürmek ve hayatta kalan birini bulmak için pek de zamanları kalmadığını söylüyor
Franco rejiminin destekçileri, tarihin bu sayfasını kapatmamız gerektiğini söylüyorlar; ama bir sayfada neler yazdığını okumadan kapatmak, aptallık olur.

* * *

seni beklerim öptüğüm yerde ve cordoba'nın akıttığı kan müziğinin değişik yorumları:

http://www.youtube.com/watch?v=yPk0QD8Xnaw
http://www.youtube.com/watch?v=grSaZCaLSAY&feature=related
http://www.youtube.com/watch?v=36W6luhQFjM&NR=1
http://www.youtube.com/watch?v=3SSBPmzriMI&feature=related
http://www.youtube.com/watch?v=v633ylB-z6E&NR=1
http://sonerium.org/el-cordobes-cordobali-adam-ve-sarkisi.html (melodi)

12.5.10

unutma beni-amatör müzik

video kaldırıldı


Sloganım ve iddiam şudur:

Amatörlüğün heyecanı, profesyonelliğin ticaretinden daha sanattır.

9.5.10

ANNELER GÜNÜ

iki büyük nimet : Sümer Ezgü'den

Bence de kutlu olması gerek:)
ama kuru iltifatlarla değil somut haklarla...

Anne önce “kadın” iken çeşitli araç-gereçlerle asırlar boyunca sindirilince, koşulsuz “fedakarlık” kadın doğasına çaktırmadan ya da çoğunlukla zorla monte edilmiş.

Böyle olunca da, kemiksiz dilin çok kolay ürettiği iltifatın karşılığı, kemikli kasların zor koşullarda, bir yığın enerji, uykusuzluk ve yorgunlukla ürettiği değerlerle değiştirilmekte.

Anne, acınacak ve koruncak mağdurluk sıfatıyla özdeşleştirilmemeli.
Emeğinin miktarı, kalitesi ve önemi bilindiğinde, karşılık olarak diğer alemde ayağının altına (sanal) cennet sermek yerine, yaşarken gözünün önüne nimet yığmak daha önde olmalı.

Kaldı ki, Anneler doğası gereği, içinde debelendiğimiz “kapitalist ahlakın” tersine, önüne yığılan maddi karşılıkların tamamını dağıtmakla, mutluluğun fabrikasının temelini atmaya yatkınlığından bir şey yitirmez.

Annelik bir meslek, bir emek, bir insani değer, yaşamsal var oluşun önemi, birinci derecede değer arz eden özelliklere sahip iken,
menapoz dönemine giren bütün kadınlar neden emekli sayılıp da tazminatını ve ücretini alamazlar ve sosyal güvencesi bir erkeğin omzuna monte edilir!
Başka kapılarda çalışan hamile anneler hamilelik ve emzirme döneminin tamamında neden izinli sayılmazlar?
O anne doğurup büyüteceği çocuğun, askerlik dahil, içinde yaşadığı servet sahiplerine potansiyel “emek avı” olduğunu bilenler için, bebek iken hiçbir değerinin yok sayılması ahlaksızlık, vahşilik değil de nedir!

Kuru iltifatın maliyeti yok da ondan!
Para, “değişim aracı” olmak yerine, sadece sömürü çarkını döndürmek amacıyla “değer ölçüsü” olmuş da ondan.
Alırken “somut”, verirken “soyut” olmanın çelişkisini hiç olmazsa kendi annelerine gösterenlerden çok ciddi sakınmak gerektiğini düşünüyorum.

anneler günü yıl dönümü
Kadın-erkek eşit olsaydı

3.5.10

İlk “Bahar”ın sonu!

1 Mayıs ile başlayan bir son.

Bu yıl, Bahar’ın nefesi bir başka üfledi.
Yumurta üzerinde avlanan keklik gibi hissediyorum.
Renkler, kokular, fısıltılar, nağmeler, şiirler, umutlar...
büyülü lensini gözlerime, hangi tempoda yapıştırdığını anlamayacak kadar saf iken…

Ey sevgili, (diyesi geliyor insanın)
Birkaç cümleye ve kısa zamana sığdırılamayacak kadar, içi dolu, ateş tutamaklı cümlelerle "bir şarkı" eşliğinde.... bir bahar geçmek üzere! diyesi geliyor...

Bahar’ın son’u 1 Mayıs emekçi bayramı olarak kutlanırken,
éLLa demiş ki, "1 mayis mi o da ne. iscisin sen isci kal ..
isci bayraminda bile isciler calisiyor, patronlar tatil oluyor.. o ates coktan sönmus bile. sen yine de yellemeye devam et.."
Ardından
Taciz
ve tecavüz eylemlerini duyduğumda, birkaç yazıdır sözünü ettiğim, bahar yansımaları olan sevda aşk, sevme-sevişme gibi insani duygulara kuşkuyla bakmaya zorlanıyorum!

Evet, Bu yıl, Bahar’ın nefesi bir başka üfledi. Ama yellemeye devam etmek “ahmaklıktır diyor ella
Sıcaklar bastırıyor, artık yellemeyeceğiz yananlar saman alevi gibi ya için için yanacak, ya da kendi içinde sönecek.

30.4.10

öpüşmek>sevişmek



"Bahar sevdası"

Edibe Özlem Birsöz yazarlığa ilk adımını atmak üzere.

"Bir gün aşk kitabını yazacak", demiştim'in" şımarıklığı ve gururu... "buradaki "Sevgi Dağarcığımdakiler" başlığının 9. sırasında ve yıl 2007. Bir de Facebook yorumumda yazmıştım yazarlık sinyalini Sevgili edi'ye. Zaman ve kışkırtmaların zoru değildi elbette bu. Edibe’nin doğasının derinliklerinden fışkırdığını, Edibe’nin can Arkadaşlarından Ahmet Nesin’den (belki) önce keşfetmiştim:)

Edibe ile (bloglarımızda), "aşk ve sevgi" üzerine "edebi" yazışmaların keyfine doyum olmazdı. Hemen bütün yazışmaları arşivimin onur köşesinde saklamaktayım.
Edibe bu başlıktaki kitabı yaşayarak, hissederek, çözümleyerek, dik durarak yazan, "mutfak yazarlığı" farkıyla bir adım önde gittiğini düşünüyorum.
Edibe Birsöz, yazarlıktan öte bir tiyatro oyuncusu, Müzisyen, akademisyen… ve....

Nazım Hikmet'in Tahir ile Zühre aşkı Edibe'nin "karşılıksız aşk" tezinin referansıydı sanki.

Öpüşmek Sevişmek üzerine bir yorumda şöyle dediğimi hatırlıyorum bir yazı altına:

"Sevişmek"
aşkın, değiştirilmesi teklif bile edilemez temel anayasası.
Yaşama isteğimizin asıl odak noktası.

Bütün İŞ "sev" ile "mek" arasına girmekte.
“Yani (iki) yürekte., iş’te, emekte.

"öpüşmek"
Dudaktan kalbe değilse,
Grip enfeksiyonu kaçınılmaz.

Bütün iş “an” ile “ten” arasına girmekte,
Yani, zamanda ve karşılıklı sevmekte.

24.3.10

İdealizmin Gücü-Materyalizmin karizması




"Düşüncenin Gücü" kitabından özet:

Her insan varoluşunun kuralı ile bulunduğu yere gelmiştir. Karakteri içine inşa ettiği düşünceleri onu oraya getirmiştir.
İnsan kendini dış koşulların yarattığına inandığı sürece darbe alır.
Herhangi bir süre boyunca kendi kendini kontrol etmiş ve kendini arındırmış herhangibir kişi, koşulların düşünceden kaynaklandığını bilir.
Koşulların dış dünyası kendisini düşüncenin iç dünyasına göre şekillendirir
Bir insan düşkünler evine ya da hapishaneye talihin veya koşulların zalimliği yüzünden değil, “aşağılık” düşüncelerin ve “adi isteklerin” yolunu izleyerek gelir
Koşullar insanı oluşturmaz, ancak onu açığa çıkarır.

İnsan düşüncenin sahibi ve efendisi olarak kendinin yapması ve çevrenin biçimlendirici ve yapımcısıdır.
Doğumda bile ruh kendi başına gelir.
İstekleri ve duaları düşünce ve eylemleriyle uyumlu oldukları zaman yerine getirilir ve cevaplanır.

Çok yoksul bir adam düşünün, evindeki konforun iyileşmesi konusunda son derece heveslidir; fakat her zaman işten kaytarmakta ve maaşının yetersizliğinden dolayı işvereni aldatmaya çalışmasının haklı olduğunu düşünmektedir. Bu adam, gerçek refahın temeli olan en basit ilkeleri bile anlamamaktadır.
Her türlü bencil düşünce yalnız kendi çıkarını gözeten alışkanlıklarda belirginleşir ve bunlar acı verici şartlarda somutlaşır.

Sevgi dolu ve bencil olmayan düşünceler kesin ve sonsuz refah ve gerçek zenginlik şartlarında somutlaşır.
“ bir insan doğrudan koşullarını seçemez, fakat düşüncelerini seçebilir.

Beden zihnin hizmetçisidir.

Şüphe ve korku düşünceleri asla birşey seçemez, fakat düşüncelerini seçebilir.
Şüphe ve korku düşünceleri asla birşey başaramazlar.
Pek çok insan bir kişinin baskıcı olmasından dolayı köledir. “baskıcıdan nefret edelim” der.
Pek az sayıda insan bunu tersine çevirir, “pek çok insan köle olduğu için bir kişi baskıcı olur, köleleri hor görelim deme eğilimi vardır. İki taraf da cehalette işbirliği yapmaktadır.

Hayaller gerçeklerin fideleridir.

Yaşam okyanusunda mutluluk adaları gülümsemektedir ve ideallerimizin güneşli kumsalı sizin gelişinizi beklemektedir.


MArksist Felsefe den özet

"Kurtuluş", zihinsel değil, tarihsel bir iştir, ve bu tarihsel koşullar, sanayiin, ticaretin, tarımın, karşılıklı ilişkinin durumu tarafından gerçekleştirilir

İdealizme göre fikirler, insanların kafasında nedenleri bilinmeksizin ve onların varolma koşullarından bağımsız olarak ortaya çıkarlar. Ama o zaman idealizmin yanıtlayamayacağı bir soru konuyor ortaya: neden şu fikir antikçağda değil de zamanımızda ortaya çıktı!
Fikirleri hiçbir zaman onların nesnel temellerinden ayırmayan diyalektik materyalizm, yeni fikirlerin sihirli bir işlemle ortaya çıktıklarını düşünmez. Yeni fikirler, toplum içinde gelişmiş olan nesnel bir çelişkinin çözülmesi olarak ortaya çıkarlar.

Gerçekte ve pratik materyalist için, yani komünist için sorun, mevcut dünyayı köklü bir biçimde dönüştürmek varolan duruma pratik olarak saldırmak ve onu değiştirmektir.
ahlaki fikirler de nesnel toplumsal ilişkilerin bir yansısı, toplumsal pratiğin bir yansısıdırlar.

İdealistler, ahlakta, ortam koşullarından mutlak olarak bağımsız bir sonsuz ilkeler birliği görüyorlar: bu ilkeler bize tanrıdan gelirler, ya da yanılmaz "bilinç", bize, bu ilkeleri yüklemiş, kabul ettirmiştir.

Ama, örneğin "asla çalmayacaksın" buyruğunun ancak özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla varlık ve anlam kazandığını dikkate almak yeter. Geleceğin sınıfsız toplumunda hırsızlık kavramı, gerçeğe dayanan tüm temelini yitirecektir, çünkü servetler öylesine bol olacaktır ki, çalmak için bir neden kalmayacaktır

"... insanlık, kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar."

Diyalektik materyalizme katılmamış bir kimse için anlaşılmaz olan bu tümce şöyle açıklanır:
"Sorun" diyen, çözülecek "çelişki" der. Ama çelişki, eski ile yeni arasında bir savaşım değil de nedir?
O halde eğer bir çelişki beliriyorsa, bu demektir ki, yeni, daha önceden orada vardır, tohum halinde de, kısmen de olsa, yeni, daha önceden oradadır. Örnek: feodal toplum, ancak kendi bağrında, daha sonra kendisini yıkacak olan karşıt güçlerin (sanayi, burjuvazi) işlemeye başladıkları gün suçlanabildi. Sorunun çözümü, yolunu aramakta olan bu yeninin zaferi oldu
Ahlak, böyle bir ahlakı fiilen gerçek kılacak olan toplumsal koşullar nesnel olarak gerçekleşeceği zaman, bütün insanlar için aynı ahlak olacaktır, yani dünya çapında insanlar arasındaki bütün çıkar ayrılıkları geri gelmemek üzere yok edildiği, bütün sınıflar ortadan kalktığı zaman.

O halde, evrensel, yani tamamıyla insancıl olan bir ahlakın zaferine nesnel olarak yolaçan, idealistlerin ucuz tekerlemeleri değil, proletaryanın burjuvaziye karşı (ve sözde evrensel ahlakına karşı) devrimci savaşımıdır.

25.2.10

Kara Sevda (Nilgül)




Elbette,
kara sevda çağını hem zaman hem de kültürel olarak çoktan aştım.
Hem, kara sevda yokluktan, kıtlıktan doğar.
Bu başka bir şey, ama ne?

Bu aralar bu şarkı teslim aldı beni.
Biliyorum, geçici bir tutuklanma hali. Savunmam alındığında bırakılacağımı da biliyorum. Savunma dosyamda geçmişime ve her anıma ait belgelerimin tamamı hazır. Kesinlikle haklıyım ve de mutluyum; aynı zamanda güçlüyüm.

Şarkının sözlerini hiç mi hiç dikkate almıyorum. Bana kelepçe vuran şarkının melodisi ve ritminin arasında adliyeye doğru yol alıyoruz.

Bilinç altı mı karıştı? Yoksa bir darbe teşebbüsü mü sezildi, anlayamadım gitti:)
Yüksek sessizlikle bağırarak savunmamı yapıyorum şu an.
Bu sayfaya her dalışımda, play'a farenin ucuyla (kedi ile değil) "tık" yapıyorum, melekler not tutuyor anında. Tahliyemi bekliyorum.

14.2.10

sevgili olmak kolay sevgili kalmak zor

14 Şubat’ın “sevgililer günü ilan edilmesinin özel nedenini bilmiyorum ama, neden bir kış ayına rastladığı, “ya ocak ısıtır ya kucak” özdeyişine götürüyor insanı.

Hani, kedilerin“Mart sevdası”ndan esinlenilse, damardan akan kanın fıkıf fıkır kaynadığı iki sevgili,  kucak muhabbetinde farklı keyif çatarlardı.
İki sevgili kedinin damdan dama uzun atlama rekoru ve yüksekten düşme riski, aşka doğru orantıdan başka ne olabilirdi bu ay?
Çiçek özlerinin, arıların hortumlarına çektiği cilvenin esprisi, 14 Şubat ile Güneş'in ittifakına bağlanabilir ancak. Bu ittifak protokolü, arı-çiçek-insan arasındaki “afro-dizayn” problemi de çözmeye  hazır pek yakında. Sonra, temel içgüdüyü gıdıklayan sihirli bir maddenin ortaya çıkması...
O kara kovan balı.

Sokrates’e sormuşlar,
-Hocam, erkekler kadınların ellerini neden öperler?
-Eee, bir yerlerden başlamak gerekir, demiş.

Sevgili olmanın icraatları bunlarla sınırlı değil elbette.
“Gülü soluncaya, seni ölünceye kadar..” sevme ilhamı yine bahar müjdesinden alınmış olunmalı. “Güller ve dudaklar” adına yazılmış olan romanlar da öyle.

Antrenmansız sevgililerin yalnızca sevgililer gününde “seni seviyorum” demesi, dilin hamlamasına neden olabilir; ama çiçek satıcıların sevgilileri hariç.

Aşk ilhamı, sevmek bilmeyi, bu ikiliyi bir yürekte taşıyabilmek de mucizeyi gerektirir.
Bir sağlıklı insan sevme yeteneğine sahip olabilir; iki sağlıklı insan ise sevgili olabilir.
Gençliğinde aşk vurgununa yenilenler, yaşlılıkta kalp krizini yenerler

“Bir gün sevgili olmak yerine, her gün sevgili kalabilmenin” örgütsel politikasını kadınlar yapmalıdır. Çünkü erkekler bu sırada dünyayı kurmakla meşguldürler.

Alman Yeşiller Partisi yöneticileri bir seçim propagandasında bir afiş hazırlamış:
İki sevgili, gözleri kapalı olarak öpüşürlerken çekilmiş bir fotoğraf ve altında iri harflerle şunlar yazılı,
-Ey sevgililer, öpüşürken odaklanmak için gözlerinizi böyle kapatın, ama oy verirken asla!!!

14 şubat’ın “sevgililer günü” olarak uydurulmasının doğru yerinden kavramaya çalışıyorum. Öyle “ahmak kandıran” öpücük günü müdür, yoksa ilgi monotonluğunun, 364 günlük küf bağlamış zamparalığına, bir günlük zımpara atma pratiği mi?

Jetonlarımızın köşelerinden vazgeçebilmeye verilmiş bir fırsat da olabilir.

Sevginin matematiğine inanmayanlar, sevginin miktarını merak etmemelidirler bu gün.
Çünkü, sevginin çelişkilere değil, kusurlara bakmayacağı önceden bilinmeli.

Evet, bu gün sevginin önce varlığını, sonra da bir mevzi daha ilerisindeki miktarını anlamaya zorlamanın yıl dönümü.

Konumuz “sevgi ve sevgili”dir bu gün, unutmayın.
Bu iki sözcüğün ıncığını cıncığını harmanlama gününde, kim bilir birbirine benzemeyen kaç icatlık tanımlama düşer beyaz sayfalara ve kulaklara?

“aşkım için canımı, özgürlüğüm için de aşkımı feda ederim” gibi bir pot kaç kez kırılabilir bu gün?

Örneğin, nasıl bir sevgili olmak istersiniz bu gün ve bu günden sonrakilerde?
Hazırlayın siparişlerinizi.

Saçlarına bir bir yıldızlar takılıp, bulutların sırtında uçurulan melek mi;
yoksa, avrat-herif süngücüne terk edilen kelek mi?

Ciddi olalım bu gün; ciddi ve de dürüst….! Yılda bir kez dürüstlüğün ne zararı olur ki?
Hiç belli olmaz, diyenleri duyuyorum.
İdam mahkumuna son dileğini sormuşlar, bir dakikalığına kral olmak istiyorum” demiş. Kral yapmışlar onu, o da af ilan etmiş kendisine. Ama doğru sevgili bir günlüğüne affeden midir?

Ve sevgi, dalından koparılmış gülün ömründe değil, arasına sarılmış sözün davranışa yansıyan istikrarında aransın….

İki eşin birbirlerine sevgili olarak kalabilmesi zor, ama imkansız değil.
Örneğin, her insan diğerleriyle ilişkilerde "ayrı notadan çalabilir". Ama sevgililerin ayrı notadan ses vermesi, her zaman gerilim yaratmaz. Çünkü, iki sesin (iki ayrı tel gibi) birbirine akordu vardır. Üstteki "si" den çalarken, alttaki her zaman "mi"den çalabilmeli. Buna si-mi uyumu denir. Bu iki sesin akordu yaşamın stresleriyle bozulduğu zaman, sevgi "melodik" olmaktan çıkar, "gürültü"ye dönüşür. Bu akordu uyumlu tutturabilmenin bazı formülleri vardır elbette. Ama burada anlatamam (yerim dar)

13.2.10

politik sobe-2

Açalya ebelemiş-sobelemiş

Aynı model bir Mim daha görmüştüm. O mimden bu ebe(sobe)ye kadar krizlerin faturaları bizi epeyce evrimleştirmiş olamaz mı.

Bakalım:

1)Dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Düşünüyorum öyleyse varım diyemiyorum çünkü, düşünce şişede durduğu gibi durmuyor. Bu yüzden, düşünce suçu işlemek istemiyorum.
…..Desem de, dokunulmazlara değil, dokunmayanlara dokunmaktan yanayım.
Dokunulmazların dokunulmazlığını kaldırırsak, (m)illetvekilliğinin ne cazibesi kalır ki. Karsız eli keserler.
El dediysem, ellemek ile dokunmayı, dokunmak ile de okşamayı ayırmak gerek. Tabi ki yandaşları da kayırmak gerek.

2)Seçim barajı kaldırılsın mı? Neden?

Geçim barajını kaldırmak için, seçim barajını kaldırmak lazım (dersem de inanmayın). Çünkü kimse kaldıramaz bu barajın kapağını. Banu Alkanadan başka.

Bir kaşık suda boğulmaya alışık olan “biz”ler için, “baraj kalksa ne değişir ki” demekten çekinelim her zaman; ne oluruur ne olmaz (darbe falan).

3)Adayların belirlenmesinde nasıl bir yöntem uygulansın?

Valla birkaç yöntemden söz etmiştim daha önce, madem bir daha sordunuz, yeni bir şeyler söylemek lazım:
Bu ülkede öncelikle bir Palavra Fakültesi kurulmalı; hiç olmazsa adayların kariyeri tescilli olmalı. “Bas” ses tonu tercihen öncelikli ve en az yeşil kuşak sahibi olmalı (karate ya da sermaye kuşağı). Adayların seçim masrafları, ileriye yatırımda usta olan iş adamları tarafından karşılanmalı. Tabi ki, seçilecek olan da ağasına nankörlük etmemeli.
Proje-mroje gibi gavur icatlarına meyil edilmemeli,1500 ve 80 yıllık esen rüzgarları arkasına almayı bilenler aday olmalı. (hangi rüzgar? diye sormayın, söylersem tılsımı bozulur, siz anlarsınız).
…..
4)Yargı bağımsızlığı sizin için ne anlam taşıyor?

Yargı dediğin bağımlı olmalı, yargıyı Allah’ın ipine bağlamak gerek ama, ipin ucu kimin elinde bilinmez. Bilinse bile millet Allah dese de ip çekilir, yallah dese de… bu yüzden yargıyı sembolik olarak, “evrensel hukuk ilkelerine” bağlayalım ama paracıların gazabından, askeriyenin azabından kurtarmaya kalkışmayalım ki, çağın rajonuyla zıtlaşmayalım.

5) (Beşinci soruyu siz belirlemek durumunda olsaydınız neyi öğrenmek isterdiniz?)

Arzu edilen ile mümkün olanı uzlaştırma sanatının “kıvırmadan” gerçekleştirilmesine ne denir?

Diye sorardım. Sorunun cevabı ile sobemizin dedikleri arasındaki farkı öğrenmek isterdim.

2.2.10

Sağ ve solun kökeni

Romantizmdeki Politika başlıklı yazımızda sorduğumuz soruyu ve soruyu yönelten deyişi buraya tekrar alarak konuyu tartışalım.

Oğlan:-hah işte, o dünyalar senin olacak;
iste, yıldızları bir bir saçlarına takayım;
iste, bulutların üstünde gezdireyim seni,
iste, güneşi dizinin dibine indireyim

Kız:*-yeterrr... dünyanın dışında ne varsa hepsi senin olsun;
bana, dünyanın içinde verebileceğinden söz et!
Soru:
bu sevgililerden hangisi sağ görüşlü, hangisi sol görüşlü olabilir?Neden?

demiştik
* * *
Sağ-sol
“sağcılık” tanımı ne googlede ne de T. Dil Kurumu sözlüğünde bulunabiliyor.
“Sağcılık anlatılmaz yaşanır” tezine mi yormalı bu gizemi?
Yoksa “, birkaç yüz asırlık statükoya çelme takma misyonu mu sol” kavramının edebiyatını arşa çıkaran?
Bu konuda yazılabilecek çok fazla söz vardır elbette. Bizden önce yazılmış ve daha da geniş boyutlarıyla ele alınmıştır. Biz de burada sol adına bir şeyler özetlemişiz

O özetlerden faklı olarak,
Solculuk-sağcılık, genel olarak, toplumların hayatının odak noktalarına yön veren paradigma farklılığı diye anılabilir mi? Tam kestiremiyorum.

Birçok yerde sık sözünü ettiğim İktisatçı Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini "davranışlarında programlamanın adı" da olabilir sağ-sol ayırımı.

Örneğin, bir sağcı, statükoyu değiştirmeyi denemek yerine, statüko içinde bir yer edinme (tutunma) çabasıyla yetinir.
Bir solcu ise, hayatın zorunlu gereksinimlerini karşılama çabası kapsamında bir sağcı gibi davranırken, buna ek olarak, içinde bulunulan durumdan "daha iyisine" sahip olunması gereğini irdelemeye cesaret eder.

Bir vitrindeki ürün ilanında %70 indirim olduğu yazılı.
Bu görüntüye sağcının verdiği tepki: “oooovvv, iyice ucuzlamış” şeklinde olurken,
bir solcu:ana avrat dümdüz gider. ”Bu %70 indirimin içine bir miktar kâr oranı konulmadığı ne malum? en azından anaparasından aşağı fiyata satacak kadar enayi olamaz. Öyleyse daha önceden bu ürünü hep %70 fazlasıyla satmak, bir de yıl içinde bir kaç kez tekrarlı satmakla katlamalı kâr sağladığı düşünüldüğünde, bu pazarlama kültürünün hırsızlıktan, gasptan başka bir şey olmadığını” haykırır.

Solculuk-sağcılık tanımı, Fransız Devrimi sonrasındaki malum olayın sonucuna götürse de, buradaki konumuzla ilişkisi, yoksul kesimin yerleşik düzene başkaldırısıyla, Sosyalizm ile nispi özdeşik olmasıdır.

Sağ ve sol, “Özetle ve hatta kısaca en net tanımını idealizm ve materyalizm kavramlarında bulur” dersek abartmış olmayız.
* *
İdealizm,Felsefe’de dünyayı ve varoluşu, bilinç ve düşünceyi önemseyerek açıklayan öğreti. idealistler, varlıklar arasındaki soyut ilişkilerin, duyularla algılanan nesnelerden daha gerçek olduğunu ve insanların var olan her şeye düşünsel bağlamda, idealar aracılığıyla ve idealar olarak bildiğini savunurlar
-İdealizmin önceliği, maddenin algısı zihinsel bir durum. İdealizm için, “maddetanımazcılık” diyen filozof da mevcuttur. .


İdealizimin türevi olan metafiziksel dayanağa fazla itibar etmek geleneksel “sağ” anlayışa işaret eder.

* * *
-Diyalektik materyalizme göre, “düşünce maddenin, bilgi de gerçekliğin bir yansımasıdır”

“düşünce maddenin, bilgi de gerçekliğin bir yansımasıdır” sözünü
“madde biriktirme tutkusu” olarak algılayan dindarların “materyalizm”e karşılık “maneviyatçılık” sloganıyla karşı durmaları bir yanılgıdır bana göre. Buradaki materyalizm, doğayı ve “şey”leri anlamada önceliği belirlemeye çalışmakla açıklanabilir.

Oysa, kapitalizmin en büyük tutunma dayanaklarından biri de din ve idealist edebiyattır. İnsan sömürmenin somut güvenceye dayandırılması ise tamamen faşizm diktatörlüğüyle izah edilebilir ki, özellikle Liberal Kapitalistler, Liberalizmin “neo”ekiyle “idealistik yaklaşımlara” insan ilişkilerinde çok sık başvururlar. Elbette “kaos ortamları” için faşizmi yedek güç olarak tutmaları ayrı bir konu.
Ayrıca, sağ görüşlüler (dindarlar hariç) “bencil” önceliği için en küçük tavizi çok görürlerken (dindarların suçladığı anlamda) “maddeci”dirler, sol görüşlüler ise daha çok “bizcil” önceliğini dikkate alarak “materyalist”tirler. Aradaki farkın ayırımı dikkatlerden kaçmamalıdır. Biri önceliği ve dönüştürme gücünün kaynağını, diğeri ise sahip olma güsünü içinde barındırır.

Bu durumda konumuzun kahramanı kızın, oğlandan isteği olan “bu dünyada verebileceklerin”den kastı, oğlanı gerçekçi olmaya davet olarak açıklanabilir mi?
Bence evet.

Sonuç olarak, Kız mı sağcı, oğlan mı sağcı sorusunda, oğlanın daha idealist (metafizik), kızın daha somut, diyalektik kulvarda olduğu görülmektedir.
-------------------
Genetiğin sol-sağ ile ilişkisine burada Prof. Yankı Yazgan beyin fırtınası estirmiş.
Bir de resimde görülen beyin yapısının sağ-sol loblarndaki oluşumlardan söz edilebilir.
Belki bir sonraki yazımızın konusu....

31.1.10

romantizmdeki politika

Adam, sevgilisini iki omzundan tutarak aşk mevzisine alır.

-Sevgilim, gözlerime bak!

Kız gözlere bakmaya çalışır ama, bakış açısı ayın loş ışığında ağaç dallarının gölgesine takılır. Senaryosu malum Türk filminin romantik sahnelerinden biri.

Kız olacakları farkeder ve senaryoya sevgili hatırına katlanmaya karar verir.

*-Bakıyorum sevgilim.
- Ne görüyorsun gözlerimde?
*-Dünyaları görüyorum sevgilim.

-hah işte, o dünyalar senin olacak;
iste, yıldızları bir bir saçlarına takayım;
iste, bulutların üstünde gezdireyim seni,
iste, güneşi dizinin dibine indireyim
......

Kız, bu kadarı fazla diye düşünür içinden.

*-yeterrr... dünyanın dışında ne varsa hepsi senin olsun;

bana, dünyanın içinde verebileceğinden söz et!
* * *
Soru:
bu sevgililerden hangisi sağ görüşlü, hangisi sol görüşlü olabilir?
Neden?

DEVAMI BURADA

13.1.10

gözün nuru sönünce!


Gözlerimde sorun vardı, doktora gittim.
Önce Allah’a sonra doktora güvenerek ameliyat olmaya karar verdim. Ameliyat sonrası gözlerim enfeksiyon kaptı ve kör oldum. Doktor hakkında dava açacağım!
(Tv. Haberlerinden izledim). ve kanalDhaber
***

. ….Gözyaşının ilk görevi gözü mikroplara karşı korumaktır. İçinde bulunan "lizozim" enzimi birçok bakteri türünü parçalayabilme ve mikrop öldürme özelliğine sahiptir. Lizozim sayesinde göz, enfeksiyonlardan korunur. Bu madde, binaları mikroplardan temizlemek için kullanılan kuvvetli dezenfektanlarda kullanılan maddelerden bile daha etkilidir. Bu kadar güçlü olduğu halde göze hiçbir zarar vermemesi ise büyük bir mucizedir.
Bu bilgilerin ışığı altında bir kez daha durup düşünmek gerekir. Böylesine güçlü bir dezenfektan, nasıl olur da göz gibi hassas bir organa hiçbir zarar vermez? Cevap çok açıktır: İçinde son derece güçlü bir dezenfektan bulunan gözyaşı gözün kimyasal yapısına en uygun şekilde yaratılmıştır. Yaratılışın her noktasında mevcut olan muhteşem uyum, aynı şekilde göz ve gözyaşı için de geçerlidir….. Öte yandan insan yapımı hiç bir dezenfektan göz yaşının yerini tutmaz. Bu durum evrimciler tarafından cevaplanması mümkün olmayan soruları da beraberinde getirmektedir. ….
İslam Mucizesi.com dan


***

Bu iki durum birbiriyle öyle bir çelişmiş ki, ayrıntıları düşünmeden edemedim. Yalnızca düşündüm mü ki, aynı zamanda düşündüğümü yazıyorum gördüğünüz gibi:)
Düşünceler alkole benzer bir anlamda; alkol şişede, düşünce akılda durduğu gibi durmaz dışarı çıktığında. İşte böyle olayların içindeki çelişkilerin, özel hayatlara yansıyan bölümüne el koyar.

Hani "söz üçar....." cinsinden bakılsa böyle oluşturulan değer yargılarına? Tam tersine uçan sözlerden değil, alabildiğine şiddetli müdahale halinde bir pradigmadır toplum hayatında.
Allah'ı böyle aralara sokuşturmaya kalkışmak yerine, ondan sezginizin gücü kadar "kişisel huzur bulmak"la yetinilse... daha saygın kalmaz mıydı? diye düşünüyorum.

Nedir o?

Hasta önce Allah’a güveniyor sonra doktora, ameliyat oluyor; sonuçtan ikinci derecede güvendiğini sorumlu tutuyor.

Zamanında ödenmeyen senetin birinci borçlusu yerine kefillere icra kaldıran devlet gibi…..

Bir de “İslam mucizesi” dedikleri konu var ki paragrafta, hasta göz derdinde, İslamcı kardeşler “kanıt” derdinde. Gözyaşına baskın çıkan enfeksiyon ( o da kendiliğinden ve göz yaşı ile eşit koşullarda) geni değişikliğe uğratmıyor mu?
Gözün nuru sönse de nurcunun hırsı sönmüyor.

Neyse buradan ötesi boyumu aşar….. ama birçok imamın boyunu aşmıyor(!)

4.12.09

DEMOGOJİK AÇILIM

Kapitalizm demek ister ki:çalışan (insan) limona benzer, ne kadar sıkarsan, o kadar suyu çıkar. Kabuğunun acısı çıkmasın diye de, duracağı yeri iyi bilir. “Hukuk düzeni ve demokrasinin erdemini propaganda ederken, bunu kasteder.

Şekildeki "yeşil" mengenenin kolunu “sağ”a çevirdiğinizde “kapa”nım, sola çevirdiğinizde “aç”ılım özelliğine sahiptir. Başka deyişle, açma ve kapama kararını, mengene kolunu elinde tutanın siyasi markası belirler.
Bu mengenenin yanakları arasındaki sıkışan temel haklar ile, bu mengeneyi sıkıştıran kolu kimlerin tuttuğu merak edilmelidir ki, amaç ile sonuç arasıdaki aykırılığın suçunu Allah’a atmış olmayalım
* * *

Aç-mak ile kapa-mak arasında sıkışan bir hükümet ya da inanç gurubu ile karşı karşıyayız.

Kürt Açılımını “açmak”, türbanı da “kapa-t-mak” olarak düşündüğümüzde, mengenenin iki yanağını çatmış oluruz.
Son yirmi yılın birinci gündemi yapılan bu iki konu, hayatımızın basamaklı dinamiklerini yani
*Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini altüst etti.

Son yirmi yılın birinci gündemi derken, T. Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecindeki olguları ve sonrasındaki yalpalamaları göz ardı ettiğim düşünülmesin. İşin burası arapsaçından daha karmaşık da ondan girilemiyor.

Sonuçta, bu kadar okul ve genel hak mağduru Türbanlı kadınlar-kızlar ile, çocukların bile kurban edildiği ve bunca insanın öldü-rül-düğü “kürt sorunu” ideolojik markanın bir tercihidir sanki; yani, mevcut düzenin tasarladığı (ya da başka türlüsünü beceremediği) bir sonuç!

Ortada isyanları haykıracak bir yığın neden var iken bile, “kürt” diye başlayan bir açılım isteğinin kaygısından, Kürtler lehine bir sonuç ummak pek akılcı gelmiyor bana.

Yazılı yasalarla kötülüğün üstesinden gelinemiyorsa, elbette ki insanlar bir şekilde örgütlenerek, güçlerini ortaya koyarak egemenlerle hak pazarlığına oturabilirler.
Ancak, öncülerinde “aşiret reisi” gibi feodal gericilik bulunan bir hareketin sonu,
karşısında mücadele ettikleri yapıdan farksız olmayacaktır. Görünen manzaraya göre, yine ezen ve ezilen sınıflar yerlerini alacaklardır orada.
Çok konuşulan Dersim ve Şeyh Said İsyanlarına bakılınca, Cumhuriyet ile hesaplaşmaya girişmesinde şaşılacak bir şey görülmüyor. Aynı zamanda o tür isyanların aleti yapılan halkın kaderinin değişmeyeceği belli ola ola!! Binlerce insanın bir avuç çıkar gurubu hesabına öldüğü ve öldürüldüğü düşünülürse, neden-sonuç çelişkisi ancak böyle sırıtır!!

Kürtler’in sol kanadı, bu çelişkileri görmezden gelirken, yağmurdan kaçıp doluya tutulmaları kaçınılmaz görülüyor.

"Klavuzuna bak, geleceğini gör".

Öncelikle, demokratik kültürü damarlarında (ve yüreğinde) hissetmediği geçmişinden ve mevcut kişiliğinden belli olanlar bu işin öncülüğüne soyunmaları oldukça tuhaf!
Yoksa “hakların verilmesi kavramı” öncelikle kapitalizmin doğasıyla çakışır; daha sonra, “açılım”a start veren düşünce temsilcisi olan Ak Parti öncülerinin “hak verme” (sadaka verme değil) konusunda sicillerinin parlak olmaması ortadayken…
Öyleyse AKP’nin kürt açılımı konusundaki cömertliğinin altında yatan nedeni,
“Kemalizmi sarsmak” olarak sınırlayabiliriz. Kendileri Ümmet toplumunun kültür altyapısına sahip olduklarından, Kürtler içindeki çeşitli mezhep, aşiret tarikat ve cemaat yapılarını yaşamın alt yapısı olarak algılatmakta yarar bulduğu söylenebilir.

Ailesinde kadın açılımını yap(a)mayanların, ülkede “demokratik açılım” yapacakların demokratlığına güvenmek gerek!
Dindar motifli politik kimliğe sahip olanlar, kadını erkeğin emrine veren Nisa Suresi’nin 34. ayetini yok sayabilirler mi?
Nüfusun yarısı olan kadınların üstü örtülmüş demokratik hakları böyle bir zihniyetin övüncünde dururken, nüfusun beşte biri olan Kürtlerin demokratik haklarını vemeye(!) soyunmak mı asıl amaç, yoksa Kemalizm’den Osmanlıcılık rövanşının alınması kurgusu mu?

Kaynağını Türkçü gelenek ve Sünni mezhepten alan bir anlayışın, “kürt ve alevi kimliğinin” “iticiliğini” (!) özünde taşıdığı bir gerçektir. Böyle bir kültürün kışkırttığı Kürt Hareketi”, evrensel emek hareketini aşınca, ırk ve mezhep yarıştırma işi, malum senaristlerin oyunu olarak başarıya ulaştırılacaktır elbette!.
Onlara göre Sosyalizm ölmüştür; Enternasyonalizm’in ünvanını sermaye Globalizmi almıştır; oyunun kuralını onlar koyar!
"Emeğin ve egemenliğin tam karşılığını isteme ama, soyut kavramların tamamı senin olsun, sakıncası yok” !! der gibi........
-----------------------------------------------
Kaygısızlık da değneğin diğer ucu.

Atlı arabaların, faytonların peşinde
Yollarda at tersleri kalıyor geçişinde...
Üşüşür ters başına aç karınlı serçeler
Açlığa nîmet olur terste kalmış taneler...
Tek ümit ters gözlemek ise aç karınlara
Aç karınlar ne kadar güvenir yarınlara...
Alper Kürük
Not:
“Ters” yerine uygun olanı koyabilirsiniz

-------------------------------------------
*maslow un ihtiyaçlar hiyerarşisi

1. fizyolojik ihtiyaçlar ( açlık, susuzluk, cinsellik, soluma gibi)
2. güvenlik (elbise, ev, sağlık, asgari delir ve sosyal güvenlik sigortası)
3. ait olma (sevgi, aşk, dayanışma)
4. saygınlık (doyumluluk, dürüstlük, özveri yeteneği, kariyer)
5. kendini gerçekleştirebilme (icat, sanat, meslek, başarı)

bu görüşe göre insan en temel ihtiyacını gidermeden, bir diğerine geçemiyor.
maslow'un bu teorisi, iki temel varsayıma dayanır.1.insan davranışları onun belirli gereksinmelerini gidermeye yöneliktir.2.insan gereksinimleri öncelik sırasına konabilir.buna göre, alt düzeydeki bir gereksinim belli ölçüde karşılanmadıkça birey, bir üst düzeye gereksinmeyi karşılamaya yönelmez.

10.10.09

“M” LERİN SÖZLÜĞÜ


Cinlerimin aklıma taktığı çelmeye göre,
Türk halkının toplumsallaşmasında “M” harfiyle başlayan lider ve onların kültür simgeleri, yaşamımıza yön veren en etkili klavuz olmuş.
Bu anlamda Alfabemizin “m”si kaderimizin ortak paydası ya da parantez önündeki çarpanı olarak kendini gösteriyor.

***

*Muhammed’in “m”si:
Türk toplumunun sosyal hayatını büyük ölçüde düzenleyen İslam dininin kurucusu,

*Müslümanlığın “m”si, bilindiği gibi …

*Meleğin “m”si, İslam kültüründe iyi huylu olarak tarif edilen ve erkeğinin emrine verilmiş (nisa:34 ile), emeği olan ama varlığı manevi simgeye indirgenen kadın.

**Mustafanın “m”si, Kemal Atatürk’ün ilk adı.
Türk toplumunun yaşama kültürünü çağdaşlaştırmanın son mimarı.

**Mehmetçiğin “m”si, Laik, Atatürkçü Türk toplumunda asker olacak çağdaki (maddi hayatı önemsenmeyen) erkekler.

***

***Marksizmin “m”si, sıradaki…..
ve insanı incitecek maddi etkenlere çomak sokan bir anlayış.
komünizmin “m”sinden ötesini sonra söylerim.
(ne yani, komünizmde m yok mu:))
***
Not:Açalya'ya "Manşet"' için teşekkür ediyorum. Madem ki değerli bulunan bir yorum, buradan da bir köprü kurmak istedim.

23.8.09

gencil BEN

Bloglardan alışılmış devamlılığın dışında uzak kalmak, birçok blog yazarının ortak mazereti sanki. Yaz mevsiminin insana kaybettirdiği olağan ve olağan dışı enerji kaybı insanı söğüt gölgesine mahkum kılıyor.

Hayatın beslenmeye ve yatırıma programlı eylemleri mazeret dinlemiyor elbette. Herkes hem işinde gücünde hem de hurma gölgesinde yalellim (sevgili Açalya’nın kulakları çınlamıştır) ve söğüt gölgesinde uzun hava çekmek boş zamanların (buna tembellik de diyebiliriz) sesli göstergesi sayılır.

Blog meşguliyeti tutkuya dönüşünce, insana duygu ve düşünce paydaşları karşısında bir sorumluluk da yüklüyor. Bu yüzden, sessizce ve vedasızca ve de ardında, bir iz (adres) bırakmadan kaybolan çok değerli insanlar aramızdan uzaklaşmış ve bir hayalet gibi kendilerini (tanışları nazarında) sonsuzluğun boşluğuna itmişlerdir!

“Allah yoksulu sevindirmek için önce kaybettirir, sonra da buldururmuş”. Ama bu blog aleminde önce buldurup sonra kaybettirmesi anti-yoksulluğun göstergesi sayılır mı ki?

Evet.

Materyalist bir bakış açısına sahip olduğum bu zamanlarda, bedenini hiç görmediğim, sadece sözcüklerinin içeriğinden değer biçtiğim ve gönlümde sonsuza kadar da öyle kalacağına inandığım bu insanlar karşısında idealist miyim?

Düşünüyorum.
İdealist değilsem de bencilliği de bir yere sığdıramıyorum.

Söğüt gölgesinde, -hurma gölgesinden farklı olarak- yalellim çekilmiyor; kitap da okunabiliyor aradabir, “kürt açılımı” dizisi de izleniyor, Hebertürk tv. Yorumcusu Yiğit Bulut’un evrim teorisi reyting macerası da…..

Alan Woods - Ted Grant
aklın isyanındanın
“Bencil Gen” ve R. Dawkins’in bencil gen kökeninden “liberal gerçekliğine”(!) önemli bir eleştirisini okumaktayım 3. kez okuyorum ve alanımın dışında olan biyoloji konusunu anlamaya çalışıyorum. Bunu anlamaya çalışırken, karşı görüşe yer vermek için (onu da görüş sayma iyiniyetimi zorlayarak) Harun Yahyanın (kendi sitesinde) bencil gen teorisini eleştirirken(!) ne kadar bencil bir tavır içinde olduğunu keşfediyorum Ve iki eleştirinin arasındaki etik farkı da…..


Evet, anlayacağınız gibi söğüt gölgesinde boş durmuyorum, -daha önce dediğim gibi- arada bir tıngırdatıyorum.
Oğlumuzun gitarda kısa zamanda aldığı yol ile müşterek ritim gösterisiyle gençleşiyor, O'nunaldığı tıp eğitimiyle (gelecekte) gen teorisine yapacağı katkı umudunu da ekleyerek, hayata gençlerin penceresinden bakabilmenin heyecanını yaşamaya yelteniyorum.

"Bencil Gen"i, başlıktaki gibi GENCİL BEN şekinde hece değişimi yaparak söylüyorsam bir sebebi var, gençlik iması:))

26.7.09

TATİLAT

TATİLAT, mekanda tatil ve evde yeniliğin kısaltması olarak Türk edebiyatına bir armağanım olsun bu kelime:)

Evimizin oda içi dekorasyonu bekar (ya da tatil) evi görünümünden kurtarıldı sayılır. Tatlı yorgunlukların çoğu bitti. Resimler çekmek isterdim ama, “görgüsüzlük”le “sevinç ortaklığına davet” kavramlarının çakışması frenledi.
Söz konusu resimler, “her ne kadar Dianne Dengel'in "Home Sweet Home’dan epeyce sınıf farkı olsa da, bizde “mutluluğun resmi” çabalarımızın ürünü oldu.
Sıra mutfakta yeniliğe geldi. Bir de iç kapıların değişimi, salonun dolap-bar projesi… vs.

2009 yılımız geçen yıllarımızın birçoğundan hareketli ve de verimli ve de eğlenceli geçiyor (şeytanın kulağına kör kurşun).

İki çocuğumuzdan Kızımız Konya Selçuk İşletme 2. sınıfa geçti, İşletme Hakimliği hedefliyor, ona göre sorumluluk çıtasını yüksek tutmakta.

Oğlumuz Ankara Tıp hazırlık bitti, birinci sınıfı bu yıl okuyacak.
İkisi de sınav kıskacından kurtulunca, yerçekimi bizime evde yön değiştirdi.

Çocuklarımız artık “bebeklikten” (çocukluktan) çıktı, eğitim ve kariyer programları kendimizce otomatiğe bağlandı, artık onlar ağır misafir gibi ağırlanmalı. Onların bütün davranışları artık yetişkin insan, bağımsız birey ağırlığıyla karşılanmalı düşüncesindeyiz.

Sevgili(m) eşimle romantizm kasetimizi yeniden başa sarmaya başladık. Kaset mi kalmış ortada onu CD’ye dijital ortamda aktarıp, ömrünü olabildiğince uzatmak heyecanındayız.

Alanya’da yaz bu yıl biraz daha güzel. Bu güzelliğin bileşenlerinin bir kısmı, yukarıda sözünü ettiğim ailevi düzene bağlı olduğu gibi, diğer bir kısmı doğanın cömertliğine bağlanabilir. Yeşili, akarsuyu, hava bileşenlerindeki denge, topraktan alınan ürünlerin çokluğu… gibi.

Hollanda’dan gelen misafirlerimizle geçirdiğimiz iki gün yılın nazar boncuklu günü olmaya aday.
Alanya’nın en şirin müzikal ortamlarından biri ÇELLO BAR.

Özgün ve protest müziğe açlığınız varsa Çello Bar’a, uğramadan geçmeyin. Açlığınız yoksa yine geçmeyin. Geçerken bizi de yanınıza almayı unutmayın. Yoksa öbür dünyada yakanızdan tutarım:))

GRUPARAF

19.5.09

aşk aşın "k" haliymiş

aşk karın doyurmazmış he mi?
aç karnına da aşk olmazmış?

"aşk"sızlıktan kimse ölmemiş ama,
"aş"sızlıktan sürünen sürüden betermiş

Aş “aşk”ın “k” haliymiş
"k"sını kış-kışlarsak olurmuş bu iş.

"aşk" metafizikten yola çıkarmış ama,
“aş"tan da diyalektik mama
varmış bir bildiği diyalek-titiz-min:
"k" ve dahi kapitalizmin

Meta ve fizikler aşçılardan koparılanmış
Gerisini siz, ilerisini ikimiz düşünelim demiş.

hayat "Y"nin sapında kök olurken,
Ye memet ye-yenlerle
Memtçiğin hiç alakası yokmuş.

aşk "Y"nin sağ çatalında
aş "Y"nin sol çatalında da yol alırken
kalp soldan atarmış da amanda aman ,
aşk da kalbin attığı yerde yatarmış

aç karnına aşk tok karnına aş olmazmış
bu şiir şişede durduğu gibi durmazmış

zihni örer

YANAKLARIMDA DUDAK İZLERİ





90+’lı yıllar, hey gidi gençlik heeyyyy…:)

ve hey gidi insanlığın değer yargısı!





Toplumsal sorumluluk bilincime pratik kazandırmak için üç dernekte aktif olarak çalışmıştım:

Tüketici Koruma Derneği (TKODER)-Çevre koruma Derneği (ÇKD)-Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD).
ÇKD’de üyelik, diğer ikisinde yöneticilik görevi bana önemli alışkanlıklar kazandırmıştı.
Siyasi partiler, sendikalar, yapı kooperatifleri …gibi maddi çıkar ilişkilerinin çamurunda asla görülemeyecek onurlu çabanın, yukarıdaki üç dernekte yaşanmakta olduğunu gördüm.
TKODER’in çabalarıyla, o zaman Tüketici Hakları yasasının meclisten çıkarılması, zamanın Çalışma Bakanı (ve seçilmeden önce iş yeri arkadaşımız olan) Mehmet Dönen’in katkılarıyla sağlanmıştı.
VE

ÇYDD üyeliğim zamanında da birçok çalışmalara katıldım.



Gençlik konserleri organizasyonu ve amatör müzik gurubunun çalıştırılması görevi, doğudaki yoksul öğrencilere verilmek üzere kamyon dolusu ikinci el kitap kampanyası, kadınların yasal haklarını elde etmeleri için, gönüllü guruplarla köy gezileri, aynı zamanda gönüllü doktorlardan oluşan ekibin sağlık taramasına katılması… gibi birçok görevlere tanık olmuştum.

Türkan Saylan, Türkiye'de özellikle kız çocuklarının sömürülmesi ve aşağılanması karşısında gösterdiği çabadan dolayı, heykeli dikilesicenin biridir bana göre. Bu değerden yararlanma şansı bulamayan ve siyasal rekabetin kurbanı olan kızlar ve kadınlar elbette anlayamazlar bunu.

En yumuşak deyişle muhafazakar kesim, özellikle Samanyolu ve kanal7 medya gurubu ve internet alanındaki benzer siteler… Türkan Saylan’ı sadece diniyle imanıyla sorgularken, bunu birde Ergenekon batağına bulaştırma gayreti içindeler.

Oysa, hayatını muhtaç insanların yararına harcayan birinin nitelikleri onları hiç ilgilendirmiyor.

Hele şu, parasını bol keseden ilgili yandaşlara harcayıp da gayri-meşruluğu Alman Yargısı tarafından ortaya dökülen DENİZFENERİ bataklığından hiç söz edilmiyorken….

T.Saylan’ın dini kökeni ve “hristiyan misyonerliği”(!) araştırılırken, bir hristiyan ülkesi yargıçlarının bir Müslüman derneğin, kendi vatandaşlarını kazıklamasını ortaya çıkarmasına hiç değer biçilmiyor!

Bu ne yaman çelişkidir ki, bunların arkasındaki nesil ayakta uyumaya hala devam ediyor!

Türkan Saylan’ın çalışmalarından dolayı 30’un üzerinde aldığı başarı ödüllerini veren birçok kurumların amaçlarıyla çelişkilerim vardır elbette.

Bunlardan Rotaryanlar, Kemalistlerin askeriye ve askercil kanadı, Lions Kulüpleri, ..vs.

Bunların ödül vermiş olmaları, yapılan faydanın üstünü asla örtemez. Bir değerin üzerine kimler oturursa, o değer onları kaldırıyor.

Farklı politik yerde olmasına karşın, T. Saylan’ın emeklerine Cumhurbaşkanı’nın eşi, Hayrünnisa Gül’ü makamın dengesi mi zorlamıştır yoksa dürüstlüğün itici gücü mü dür bilinmez ama, en içten yorumu O yapmıştır...


TKODER Gn. Başkanı (90’lı yıllarda) Ayşe Akman ve daha sonra T. Saylan tarafından öpüldüğümü belirterek başlığa bağlayalım konuyu.






Saygıyla anıyorum.

8.5.09

28.4.09

İman ve diyalektik

insan doğa karşısında zafer kazanıp, kaynakları insanlığın ortak çıkarına sunacakken, ayrıca bir de insan-insan ile mücadele etmek zorunda kalıyor/ demiş marks.

Canlıların altbenliği midenin doyumu ve güvencesine kadar özgür kalabilmeli. İnsanların, diğer canlılardan farklı olarak, altbenliğinin başıboşluğu toplumun ortak amacı tarafından dizginlenemiyorsa, insanlık, tüm canlıların yüz karası olmaya mahkum!

İktisat teorisi, kaynakların kıt” olduğu temelinden yola çıkar. Kıt kaynakla, kimine göre yokluğu, kimine göre gaspettiği varlığı azaltmak kaygısını ve gerilimini artıracaktır.

Oysa doğada kıt olan maddi kaynaklar değil, etik ve ahlaki kaynaklardır.
Savaşmanın amacı ekonomik yağmacılık olduğundan devletler arası savaşlar, tüm toplumun ortak kaygısı olarak kabul edilemez.

Sürekli biriktirme tutkusu, haklarının ve gücünün farkında olmayanların özgürlüğünü yiyerek beslenir hep.
Bu dünyadaki temel değerlerin korunmasına gerek duyulan enerjiyi, "ölümötesi sonsuzluğa" peşkeş çekmenin faturası, kocaman bir yokluk ve sürüngenliktir. Öyle ki, bir değerin sonsuz ile çarpımı yine erişilmez (sonsuz) bir antigerçekliktir.
* * *

İnsanın dört zindanı

İnsanın Dört Zindanı/ Ali Şeriati, İslam Dünyasındaki şeriatçı okurların başucu kitabı olmuş. Sevgili Ağabeyim (kendileri, nesli tükenmekte olan saf-temiz Müslümanlardan biri olarak) bu kitabı mutlaka alıp okumamı istemişti. Kitabın aslını henüz bulamadım ama, özetini ve eleştirileri (aslında övgüleri) okudum.
Bu kitabın, Marks-Engels’in “Alman İdeolojisi”nin basit bir eleştirisi olduğunu söyleyebilirim.

“insanı baskı altına alan ve insanın özgürlüğünü kısıtlayan 4 zorlayıcı güç vardır” diyor.
1. Naturalizm (Doğanın zorlayıcı gücü)
2. Historizm (Tarihin zorlayıcı gücü)
3. Sosyolojizm (Toplumun zorlayıcı gücü)
4. İnsanın kendisi
-Naturalizm zorun tutsağıdır; doğayı eksene alır ve insanı şekillendiren unsurun tabiat olduğunu belirtir.
-Historizm, insanı şekillendiren unsurun tarih olduğunu öne sürer.
-Sosyolojizm ise toplumu asıl belirleyici olarak kabul eder ve toplumsal ilişkilerin insanı her yönden şekillendirdiğini iddia eder.
-İnsan; Tarihin, Doğanın ve Toplumun zindanından bilimle kurtulabilir,
kendi zindanından ise inançla ve aşkla kurtulur.
diye devam ediyor.

Ali Şeriati , son maddede, kurtulmak için insanı asıl karanlık olan bilinmezliğe atmaktaki yanılgısı ancak imanın ürünü olabilir. Zira iman önceden teslim olmak (esir olmak gibi), sonradan gereklerini kendi içinde öğrenme” mantığına dayanmakta. Yani, seni teslim alanın bakış aracından (paradigmasından) başka türlü anlamaya kapatılmışsın.
“Özgürlük verilmez, alınır”. Diyalektiğin olmadığı bir yerde çok boyutlu düşünme olmayacağına göre, özgürlük nasıl olabilir ki?
ALMAN İDEOLOJİSİ
Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır.

Felsefeyi, tanrıbilimi, tözü ve bütün öteki boş şeyleri "öz-bilinç"e indirgemekle, "insanları" hiçbir zaman kölesi olmadıkları bu sözlerin egemenliğinden kurtarmakla "insan"ın "kurtuluşu" yolunda tek bir adım bile atılmış olmayacağını;
gerçek dünyanın dışında ve gerçek araçları kullanmadan gerçek bir kurtuluşu gerçekleştirmenin mümkün olmadığını,
buharlı makine olmadan köleliğin, tarımı iyileştirmeksizin serfliğin kaldırılamayacağını;
daha genel olarak, insanlar, yeterli nicelik ve nitelikte yiyecek, içecek, barınak ve giyecek tedarik edecek durumda olmadıkları sürece, onları kurtarmanın mümkün olmadığını,

"Kurtuluş", zihinsel değil, tarihsel bir iştir, ve bu tarihsel koşullar, sanayiin, ticaretin, tarımın, karşılıklı ilişkinin durumu tarafından gerçekleştirilir.
sonra farklı gelişme aşamalarına göre, şu saçmalıklara meydan verirler töz, özne, öz-bilinç ve katıksız eleştiri, tıpkı dinsel ve tanrıbilimsel saçmalıklar gibi, bunları da yeteri kadar geliştirildikleri zaman bir yana atarlar./Marks-Engels

24.3.09

"keşkeleriniz?" gibi bir MİM



Dilek Öğretmen
"Mim"lemiş.
Mim ve MUM arasında söz uyağından başka aydınlık benzeşmesi de var.
Mum ki, kendi tabanından çok çevresini aydınlatmasıyla simgeleşmiş.
Mimler de öyle değil mi? Beynimizin ve yüreğimizin kuytu köşelerine projeksiyon tutmakla, kaderin ortak paydasını fomüle etmek gibi...

Bu Mim için şu uyarıyı eklemiş Dilek Öğretmenim:
Genellikle çok derinlerde sakladığımız kazarak ortaya çıkarabileceğimiz yönlerimiz vardır. Kim ne derse desin hiçbir zaman çok geç değildir.Eksiklerimiz kadar olumlu yönlerimizi de kabul etmek oldukça önemlidir.
Cümleleri tamamlayın lütfen:

Büyük harfli sözcükler cümlelerin tamamlayıcı yanıtlarıdır.

1. Çocukken KENDİMİ SIRADANLIKTAN kaçırdım.

2. Çocukken AYDIN BİR ÇEVREDEN yoksundum.

3. Çocukken UYGARLIĞIN KIRIK DİŞLİSİNİN FIRLATTIĞI PARÇADAN yaralanmış olabilirim.

4. Çocukken KENTLİ olmayı hayal ederdim.

5. Çocukken OKUMA İSTEĞİME ENGEL OLUNMA KORKUSUNDAN UZAK OLMAK isterdim.
6. Evimizde asla yeterli ELEKTRİK IŞIĞI olmadı.

7. Çocukken daha fazla MADDİ DESTEĞE ihtiyaç duyardım.

8. Bir daha asla BABAMI göremeyeceğim için üzgünüm.

9. Yıllar boyunca AYNI MODDA, TEKRAR TEKRAR KAZIKLANMANIN TEPKİSİZLİĞİNİ merak ettim.

10. İLK PROJEKSİYONDA AŞIRI İYİMSERLİĞİMDEN DOLAYI “SAF” YERİNE KOYULMAMIN ZAMAN kaybımdan dolayı hep kendimi suçladım.

16.3.09

MART MİM’İ VE SÜPER EGO


Kim başlatmışsa Blog dünyasında bu ayın asaletine denk düşen BİR KONU seçmiş.
Konu bu ayın asaletine denk düşse de sorulan kişinin libido freni süperego olunca, sorunun cevabı da bir o kadar patinaj refleksine müsait.

“Hangi blog yazarıyla sevişmek istersin?” biçiminde sorulmuş.

Sevgili eLEŞTİRELgÜNLÜK e sormuşlar ve O da aydın kimliğiyle cevaplamış; topu buraya fırlatmış.
Şimdi, bir top var elimizde; bu topu sektirip de kimselerin camını kırmadan bir başkasına fırlatalım mı? Yoksa, “sevişme” kavramının yan ürünlerinden sayılan –genel anlamada-fantezi gerçeğini inkara mı kalkışalım?
“Sevişmek” konusu “cam kırmak”la eşdeğer bir konu mu ki?
Eskiden öyleydi, hatta günümüzdeki eskilerde de öyle hala…
E.G. bir konuğuna eleştiri cevabında çok duru özetlemiş bu pasajı, aynen katılıyorum:

…Ayrıca ben sevişmeye düzme diye hiç bakmadım. Sevişmek iki kişi arasındaki güzel bir doyumsal (hem tensel hem de tinsel) ilişkidir. Düzüşmek sizin (i…….da) erkeğe verilmiş bir imtiyazdır. Ben insan olmak için de bu imtiyazları bile red edecek kadar insanim. Düzmek bir hayvana yaraşır.E.G.

Bir başka boyutu,
“Hangi Blog yazarıyla sevişmek istersin”? sorusunun gizli yerinde sanki bir blog yazarıyla sevişme önceden gündemimizde ya da fantezimizde varmış gibi ittirilmiş bir soruyla karşı karşıyayız.
Soruda “aranan özne” etik sınırların mekanına uymuyor bana göre. Bu durumun “bana göre”sini belirleyen dinamizm ise, karşıdakinin aynı konuyu algı kapsamıyla sınırlı. Yani ,kendimi onun yerine koyarak bir değer algısı yaratmak. Bu sınır, insan ilişkilerindeki uzlaşı ve güvenin çapıdır da…
Tanış olmak aynı zamanda kişilerin hassas sınırlarının deklare edilmesidir birbirlerine. Bu deklare ediş sessiz ise, toplumun ortalama değer yargısı ölçü alınabilir. Sesli ise zaten karşıdakinin yaşam felsefesi ip uçlarını verir. Size düşen o sınırlara saygılı durabilmek.
Söz konusu fantezilerimizi frenleyebildiğimiz ve kapıp koyverdiğimiz dönemlerimiz olmuştur ve olacaktır yerince elbette.
Özellikle bu Mart ayında erkek doğasının vazgeçilmez bir parçası olduğu kesin. Ama bunu doğru zamanda ve doğru yerde olmak koşuluyla, süperegomuzun insafına bırakırız.

E.G.nin dediği gibi, evliyiz ve mutluyuz bu halimizle. Öyleyse bu fanteziye bu mekanda YOKUM.
Son olarak, bir özlü söz(üm) ile konuyu eleştiriye açalım:

Hükümetimizin enflasyonu Evangeline Lilly’nin mayosuna benzer, düşer ama, açılan yeri fark etmezler.
Ama her açılan böyle Martl’ık olsa, enflaasyon ile de sevişirdik:)
Gaykedi'yi ve KSENON'u
Mimliyorum.

8.3.09

KADIN VE GÜN

Sözün Özü:
Kadının sosyal hayattaki eylemsel ve daha sonra simgesel duruşu,
kendi hakkının-hukukunun ve özgürlüğünün,
ne kadar umurunda olduğuna işaret eder.

Özgürlüğünü önemsemeyen kadın, aşkı da saygıyı da hak etmez.
Aşkı haketmiyorsa, bütün haklarından vaz geçer, sığınmacı olur.
En sağlıklı kadın erkek ilişkisi, kişiliklerin alt alta değil, yan yana koyulanıdır.

Kadınların günü:
1- konken günü olanlar
2-altın günü olanlar
3-yasin günü olanlar
4- ilk üç şık hariç, HER günü olanlar

bu yazı, burda yorum kısmında önemsenmiş ama kaynak belirtilmemiş, canı sağolsun:)

bir kısmı da BURAdan alınmış.

28.2.09

GÜLÜMSE

GÜLÜMSE

bu kısa filmi izleyelim ve birlikte düşünelim.

yönetmen : Hasan Tolga Pulat senaryo : Tuncay Tunca - Hasan Tolga Pulat oyuncular: ekim ekemen, esra yurtsever, emre kavuk, melek ekemen...

BURADA "Gülümsemenin Enerjisine Tetiklenmek" başlıklı yazımızda,

“Gerçek gülümsemenin resmini yerli ve yabancı sitelerde bulamadım. Demek, gülümsemek kolay olsaymış, ayaklara düşermiş” demiştim.
"Gülümseme"nin resmi ayaklara değil ama, yüreklere düştüğü kesin.

Bu film yalnızca gülümsemeyi değil, aynı zamanda AHLAK kavramını da kapsamlı düşünmeyi tetikledi.
Sevgili Aysema Öğretmen, “Ben en çok "farkındalığı tetiklemek" sözünü sevdim.” demişti.
Bu filmin her karesi (ya da aşaması), bir başka FAYDA'yı tetiklemesi açısından tırnak içindeki deyimi onaylıyor.
Başkasına yapılan bir "fayda"nın karşılığı maddi değilse, ona İYİLİK, maddi ise "görev" deriz. Oysa iyiliğin karşılığında mutluluk duygusu da bir FAYDA değil midir?

Ahlakın kökeni nedir? diye sorulur:

Dindarlara göre "cennet ödülü" ya da Tanrı korkusunun davranışlarımıza yansıması olarak bilinir.

R. Dawkins'e göre,
Evrimin doğal seçilimle işlediğini açıklayan Darwinci görüş, sahip olduğumuz iyilik, ahlak, namus, duygudaşlık ve merhamet gibi eğilimlerimizi açıklamakta yetersiz kalır. Doğal seçilim açlık, korku ve cinsel arzuyu kolayca açıklayabilir ki bunların hepsinin sağ kalmak ya da genlerimizin korunmasında doğrudan payı vardır. Fakat yetim bir çocuğu bir kenarda ağlarken fark ettiğimizde, yaşlı bir dulun yalnızlığına ve umutsuzluğuna tanık olduğumuzda ya da acılar içinde inleyen bir hayvanı gördüğümüzde hissettiğimiz iç burkucu merhamet hissi hakkında ne düşünmeliyiz?

İçimizdeki bu “Merhametli Kimse” nereden gelir?
"İyilik, 'bencil gen teorisiyle uyumsuz değil midir?"

"cennet" bencil genin bir isteği olamaz mı? İsmail Peygamber'in, cennete gitmek (Allah emretti diye) oğlu İsmail'i "bıçakla kesme" girişimi (sonradan yerine bir koyun verildiği söylenir) ahlakın neresine konulabilir?

Bencil gen bir doğal seçilim biriminin (örnek, kişisel çıkar birimi) bencil bir organizmayı, bencil bir grubu, bencil bir türü ya da bencil bir ekosistemi işaret ettiğini düşünemeyiz çünkü bencil olan sadece gendir. Organizma, grup organizma ve türIer kendilerinin birebir kopyalarını türetmez ve kendini kopyalayan varlıkların havuzunda rekabet etmezler.
Genler beslenmek için bencil davranmak zorunda, organizmadaki kollektif işlevde "dayanışma" içinde bencillikten uzaklaştığını anlıyoruz. Vücudun organları kendi işlevlerini yerine getirirken, örneğin mide yiyecek hamlesini yapabilmesi için göz, el, diş.. gibi organların dayanışmasına ihtiyaç duyar.

Ahlak için bir başka söz:

ZİZEK'İN Paralaks TÜRKÇE BASKI İÇİN ÖNSÖZÜ’nden idefix e-postasından

Bana sık sık soruyorlar: kitaplarınızda nasıl bir etik savunuyorsunuz? Bütün hepsinde ortak olan bir etik tutum var mı?
İşte yanıtım: evet, var, ahlaktan yoksun bir etik savunuyorum – ama Nietzsche'nin bizi kendimize sadık kalmaya, iyinin ve kötünün ötesindeki seçilmiş yolumuzda ısrar etmeye çağıran ahlaksız etiği değil.
Ahlak, benim diğer insanlarla olan ilişkilerimin simetrisiyle ilgilidir; onun sıfır seviye kuralı "benim sana yapmamı istemediğin şeyi bana yapma"dır; etikse, tersine, benim kendimle tutarlılığımla, kendi arzuma bağlılığımla ilgilenir.
Fakat, etikle ahlakı ayırmak için tümüyle farklı bir yol daha var:
Friedrich Schiller'in naifle duygusal karşıtlığı çizgisinde bir yol. Ahlak "duygusaldır," ötekilerini (sadece), ötekilerinin gözüyle kendime baktığımda, iyi olan kendimi sevmem anlamında içerir; etikse, tersine, naiftir – yapmam gereken şeyi yapılması gerektiği için yaparım, iyiliğim yüzünden değil. Bu naiflik düşünümselliği dışlamaz – hatta ona, insanın yaptığı şeye karşı soğuk, katı bir mesafesi olmasına izin verir.


BENLİĞİMİZ SAYGIN ama BENCİLLİĞİMİZ ASLA…