2.9.10

NEDEN HAYIR?

12 Eylül Anayasa Referandumunda NEDEN HAYIR?

Anayasa (bizde), insan temel hak ve özgürlüklerinin çerçevesini belirler; ayrıntıları alt yasalar belirler(miş).

İnsan temel hakları bütün ideolojilerde aşağı yukarı benzer olabilir ama, öyle kritik noktalarda yatan manevralık “örtülü virüsler” var ki, “kullanmayanın yasasını kullanırlar” a götüren kapı oradan aralanır. Hakların kullanılmasını verip de, onun kullanılması için gerekli donanımlardan yoksun bırakılan bir düzende sahtekarlık, beynin en kuytu yerinde ağırlanmaktadır. İşte o noktadan sonra, kolektif yaşamda dejenerasyon hızla yayılır, insana özgü bazı temel değerler aşınır ve yeni oluşan değerler kanıksanarak, alışkanlık haline geldiğinde, “hak” kavramı yasalıktan çıkar, geleneksel boyut kazanır. Sonra onu yok etme gücü bir daha elde edilemez.

Bir yanda alternatif yaşam modülleri işletilen DİN kurallarının resmi ve özel olarak tavizsiz uygulanması,
diğer yandan “anayasal hak” diye istiflenen paketin aynı paralellikte ve her iki tarafta da oynayan kişiler tarafından bu topluma sunulması,
kocaman bir çelişkiden ibarettir.….

Neden Hayır?

-TC sınırlarında yaşayan bütün vatandaşların elindeki maddi varlıkların ve makamların meşru olup-olmadığının hesabının sorulacağı “Nerden buldun”? sorusunu sormayan,

-Sosyal demokratik devlet vurgusunun güçlendirilmesi ve yurttaşlık temelinde tüm farklılıkların güvence altına alınmasını dikkate almayan,

-Deniz kıyılarının, orman bölgelerinin, ulusal zenginlik kaynaklarının yağmalanmasını önleyecek bir madde bulunmayan

-İşsizlerin yoksulların güvence altına alınması ile ilgili herhangi bir kayıt düşmeyen,

-12 Eylül darbesi ile özdeşleşen 1982 Anayasa’sının icat ettiği YÖK ve benzeri kurumların ortadan kaldırılmasına teşebbüs etmeyen, 12 Eylül darbesi ve darbecileri ile hesaplaşmayan, onun yerleştirdiği kurumlara hiçbir biçimde dokunmayan,

-Seçim barajlarının ve yasaklarının ortadan kaldırılmasına ait bir madde bulunmayan,

-Devlet ve çeteler tarafından cinayete uğrayan (faili meçhul) lara ve canlı kayıplara karşı bir tazminat girişimi bulunmayan.

Hak arama hakkının sembolik* olarak kalmasını önleyecek olan maliyetleri, ortadan kaldırmayan, böylece, hak arama gücünü sadece zenginliğe yönlendiren anlayışa dur demeyen,

12 Eylül Liberal Anayasa taslağına HAYIR.

* * *

Mevcut Anayasada bulunan birkaç maddeyi irdelediğimizde, toplumun büyük bir kesimi için ne kadar sembolik kaldığını göreceğiz.

*Kanun önünde eşitlik

MADDE 10. – Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.

*Eşitliği bozan bir yığın nedenler sayılabilir. Önemli olan müeyyidelerin ne olduğundan ve alınacak önlemlerden ve ciddiyetten söz edilmelidir.

(Ek: 7.5.2004-5170/1 md.)Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.

*Dindar ve gelenekçi ailelerdeki din eksenli kadın-erkek eşitsizliğine karşı önlem alınmamışsa, hükümsüz bir maddedir.

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.

*birçok imtiyaz varlık yoluyla sağlanmaktadır. İyi bir iş bulmanın yolu eğitimden geçer ise, eğitimin tümü parasız olmadıkça, o imtiyazın olmadığı madde hükümsüzdür.

MADDE 25. – Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir.

*Düşünce icraata döküldüğü an, çok aydının telef edildiği devlet dairelerindeki terfilerde, çalışma koşullarında, işe almada, adı konmamış baskılara uğratılan bir tarih ile hesaplaşılmadığı sürece bu madde hükümsüzdür.

MADDE 24. – Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir

*İsteyen Hıristiyan, Musevi, hatta Ateist olduğunu ve gereklerini aynı güvencede ve olanaklarda sağlayamıyorsa, hükümsüzdür. Örneğin, Diyanet bütçesine ayrılan kaynak, ateizm ya da rakip dinler için eşit harcanmıyorsa, bu madde hikayeden ibarettir.

MADDE 23. – Herkes, yerleşme ve seyahat hürriyetine sahiptir

*Yerleşme ve seyahat etmek için yeterli maddi imkana sahip olmayanlar için bu madde hükümsüzdür, Bu nedenle “herkes” sözcüğü bu maddeden çıkarılmalıdır.

MADDE 18. – Hiç kimse zorla çalıştırılamaz. Angarya yasaktır.

*Bir tarafta açlık ve kronik işsizlik varsa, bu durum “zor”u izah etmez mi?

MADDE 17. – Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.


*Maddi ve manevi varlığı olanlar için yararlı bir maddedir. Olmayanlar için ise hükümsüz. Öyleyse, buradan da “herkes” sözcüğü çıkarılmalıdır.

MADDE 6. – Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.

*Oysa, uygulamada “Millet, kayıtsız şartsız EGEMENLERİN” oldu.

Egemenlik Allah’ındır” gibi, Kurandaki ilgili ayet ile çelişen bu madde, birçok dindar için hükümsüzdür. Aynı zamanda, egemenlik hakkı da bilgi ve bilinç ile korunduğuna göre, bilginin maliyeti ancak varlıklılar tarafından karşılanabildiğine göre, cahiller için bu madde hükümsüzdür.

Ek bilgi:
2008'de (Anayasa mahkemesinin iptaline rağmen) 5510 sayılı yasa ile getirilen Genel Sağlık Sigortası kanununda, kız çocukların baba sigortasından yararlanmasını -ünv.de okuyırsa, 25 yaş ile sınırlamuıştır. Oysa yeni taslak maddelerinden birisi, "kadınların ve çocukların pozitif ayrım yapılması, eşitlik ilkesine aykırı değildir" diye yazıyor.
Önce kaybettiriyor, sonra bulduruyor ve "bu bir kazançtır" diyor!

SERMAYEye ayrıcalık: bir makale

24.8.10

enişte Rodrigo-Gitar Konçertosu-amatör

Bir gün mayhoştum. Bu bir ağrıydı sanki. Güncel hayattaki sıradan hiçbir eylem ruhumdaki tıkanıklığı açmaya yetmiyordu. Kronik bir derdim mi vardı? Tanısı bir kökene bağlanamayan, duygusal tutsaklıktan başka birşey değildi. Gri bir tutsaklık...
Alışık olmasam da, birkaç yudum alkol çekmişti bencil güdüm.
Bilgisayar karşısına geçtim ve deli danalar gibi, anlamsız fink atıyordum.
Yolum, Ali Zafer Sapçı dostuma düştü.

Bir tablet "aranjuez mon amour jean francois maurice" al hemen geçer dedi sanki.
Aldım ve 1 saat sonra hiç birşeyim kalmadı.


Bilmeceyi çözen  kombinasyonun Joker kelimeleri:
-Enişte
-Joaquín Rodrigo Vidre
-Victoria Kamhi
-Deniz Gezmiş
ve
-Gitar konçertosu


13.8.10

İşte öyle





Yasaların yasaklarıyla
özgürlüklerin talepleri çatışırsa
o anda daha fazlası gelir aklıma
hınzırlık kokan izdüşümler
biraz eğri durur nabzımda o zaman…

akıllarda düğümlenen bir bilmeceyse yaşmak,
tırnaklarıma “düş düşer” oracıkta.
Özlemlerim örselenirse nasıl dik durabilirim ki!

Eğilmenin de bir adabı vardır diyorsam
Doğrular, yalnızca doğrulara eğilmeliyken...

Öyle bir matlıkta kaçı kaçla çarparsanız çarpın
yine de “elde var hüzün” diyor Şair Attila.
Ama bu hüzün kızıl kokuyorsa, biraz dur ve düşün
Eşitliğin bozulamadığı bir savaş ganimetinin nimetlerini….

Atmosfer leş kokarken, uzlaş diyorlar bana.
Bedelsiz istimlak edilen “ortayolda” uzlaşmak nasıl bir şey?
Onurum sevdamdır bu hayatta
sevdamı kumara basmam isteniyorsa rest!

Bilirsin,
Bir kıvılcımla başlar büyük yangınlar.
Sevdadan aşka salınan dalgalar da öyle.

Bazen dudaktan dudağa kurulan köprüden geçebilmektir yaşamak.
Ve ruhuna en esnek mızrap ile dokunabilmek
Her dokunuş okşamaktan beter olmalı iliklerinizde.
Kimi dudağınızı kimi yüreğinizi yakabilir.
Yaksın!

Her yangının izi bir nasırdır bu yolun ağarttığı saçlarda
ve kararan kalpleri renk düellosuna davetin asaleti bir başka.

Hangi yana baksam orada bir dünya,
Hangi yana dönsem orada bir insan var.

Yaşamaktır düğümü kör eden ağıtları kanatmak
ve bu şarkıya akor basmak için tırnakları uzatmaktır
yaşamak...
işte öyle
z.örer

22.7.10

“Yaz”ı Yazı-yorum


 akdeniz akşamları | izlesene.com  "suzi1966"ya teşekkürler

Baharı çok sayıkladık ve rüyasından uyanmak çok uzun sürmedi. Bahar uykusuyla “ful şarj” olarak yaza girince, anladık ki zaman miktarı astronomik değil, fizyolojik etkenlerle ölçülebilirmiş.

Toy zamanların palavra yüklü aşk mektupları başlı başına bir edebiyat ürünüydü.
Bunlarda biri,
ey sevgili, bütün denizler mürekkep, bütün ormanlar kalem, bütün gökyüzü kağıt olsa, sana olan aşkımı yazmakla bitiremem.

Evet, arkadaş “bitiremez”! Söz konusu “yaz akşamları”ysa, gerisi teferruat (teferruat kısmı milliyetçi mafyadan çalıntı) böyle durumlarda arkadaşa kefil olmak vaciptir.

“Seni çok seviyorum” demenin usturuplu yolunda aşk nağmesi bir başka notadan çalar.
Divan Edebiyatının “süslü nesir” yığıntıları aç karnına aşkı bile mubah sayar.
“Ne yani, yoksulun aşkı olamaz mı”? türünden sorular karşısında apışıp kalırım tabi.
Ama, koşulların tam takım olduğu durumların sevdası aşka boyun eğdirir de ondan…

Koyu sözcükleri bir arada takım olarak düşündüğümüzde, tam bir “yaz yaşamı”nın joker malzemesi olarak, demek istediklerime sırılsıklam cuk oturur.

Yaz sıcağı, deniz serinliği, orman gölgesi, gökyüzü mavisi ve bunlara paralel yaz ve yazı aşkı… yazı yazmaya aşıkız da, yaz aşkı yazı aşkının üzerinde ağırlık yapınca, nefes almak zorlaşıyor.
Yaz aşkı mevsimlik aşk olarak bilinse de insan, ömürötesi hayat arkadaşına yazın bir başka aşık olamaz mı? Düşünmem lazım.

Aslında alışkanlık olmuş aşk sanki aranan bir duygu potansiyeli!
Dedim ya alışkanlığın zinciri kalın olurmuş. Oysa daha önce de demiştim, aşk değil sevdaydı mum yakıp, ışığında amuda kalkmak istediğimiz durum.
duygu grafiği
Fizyolojinin ruha yansıttığı “haz an”ı ile saat kadranındaki hareket arasında hiç benzerlik kuramazsınız. Tren yolculuğunda pencere kenarından telgraf direklerinin hızla hareket ettiğini, içinde yol aldığınız trenin yerinde sabit durduğunu sanmak gibi olur, baharda geçen zamanlar ve akıp giden zaman duruyormuş gibi olur içinizde.
Derken, gelir yaz, cırcır böceği çalar saz. Kumrular aynı saatte cilveleşir ve “gu gu guk” nakaratıyla, tüm mahalleliye “günaydın” çeker her sabah.
(İpragaz  bayi arabaları da kumrulara eşlik eder “melodik günaydınla”).

Gökyüzünün en duru mavisine serpiştirilmiş yıldızların ne anlamı olur ki, sevgilinin saçlarına ve gerdanına Divan edebiyatı kıvamında takılamadıktan sonra.
Akdeniz otellerinin yıldızlarıyla, mehtabının yıldızları, “yıldızlar savaşında” her akşam.
Ama, bu savaşın galibi sadece sevdalılar.

Akdeniz Akşamları Bir Başka Oluyor
Hele Birde Aylardan Temmuz İse Bambaşka
Sahilde İnsanlar Kol Kola Sımsıcak
Coşmamak Elde mi Böyle Bir Akşamda
İşte Ben Böyle Bir Akşamda
Aşık Oldum

(hayır sevdalandım, sevdam yatay seyir izliyor ve koca yıllar eğip bükemedi, şeytanın kulağına paslı çivi)

10.7.10

Dans ile Oryantal'in "dansı"



Bu yazıyı hazırlarken, bir dans uzmanı ol(a)madığımı belirtmek istiyorum. Ancak, müzik kulağı, ruhu ve eli olan ve biraz da ilgi alanına kıyıdan köşeden giren ve içinde ukte kalan biri olarak, anladığım kadarının genel analizini yapmaya çalışıyorum.

Dans ve Oryantali
İnsanın birkaç çakrasını gıdıklayan, estetik figür düşüncesinin beden üzerindeki izdüşümü olarak anlıyorum.
Dans ve oryantal, daha kadınsı bir gösteri olarak kabul ediliyor. Belki bu yüzdendir estetiğin pazu gücüne karşı rekabeti. Hayatın amacına anlam ve tad katma rolü kadınlara verilmiş gibi hissetteriyor insana. Kadınlar bu durumu nasıl algılar, bilemem?

"Çakra" deyip de geçmeyelim. Sanki, insanın ve hücrelerin kımıldaması için ilk tetikleyici hareket komutunu veren enerji orada saklı. Yalnızca bedenin kımıldama enerjisi değil, aynı zamanda sevincin, coşkunun, hazzın, çılgınlığın… vs. kumanda kolu da çakrada mevzilenmiş.

***
Dans, Fransızca kökenli bir kelime olarak, Avrupai estetik beden figürünü ifade ediyor(muş).
Daha matematiksel yaşayan Avrupalının estetiğe olan yatkınlığı biraz sırıtıyor gibi.

Erotizmin Playboy versiyonundaki sahtelikle, Amerikan güreşi dedikleri, boks pistinde yapılan gösterinin estetikten ve gerçekçilikten uzak olduğu çok açık. Bu sahteliğin, danslarına yansımadığını kim söyleyebilir?

Batı türleri olan, Paso Doble, Flamenko, Bale, Tvist, Mazurka, Break Dance, Rock'n Roll, Vals,
gibi dans çeşitlerinin içinden “Vals ve Paso Doble”yi çıkarın, gerisini çöpe atın.
Ama, Tango, Çarliston, Cha Cha,  Rumba, gibi Güney Amerika ülkelerinin danslarnı bir kenara koyun derim.


Arap amatör oryantali, Hint müzikal dansı, Türk çiftetellisi ve halayı, Yunan Sirtakisi,
insan bedeni ve ruhunun özgürlüğünü nasıl cömertçe ortaya koyduğunun ip uçlarını verir.
Doğulu oryantalci kadınların, batılı dansçılara göre daha fazla çaba ve etkileyiciliği, “varlık" çabasının bu bahaneyle aralanan kapısı olabilir mi?
Öyle düşünüyorum..

Oryantal’in, tek başına doğu oyunu olarak sosyal-müzikal, Oryantalizmin ise siyasal bir yanı olduğunu düşünüyorum.
Batılıların, doğu kültürü üzerindeki “merceklerinin adına oryantalizm” demişler. Batılının 18. yy.dan bu yana. doğulu üzerindeki çıkar çelişkisine giden, kültürel itiş-kakışta dansın, oryantalin üzerine çöreklenmesini mi sağlanmaya çalışmışlar?

Oryantalist, (Doğulu) bu tip düşünmeyi temsil eden kişidir. Erkeği, güçsüz ama yine de garip bir şekilde Batılı, beyaz kadını tehdit eden kişi olarak tasvir edilir. Doğulu kadın ise çarpıcı derecede egzoteik ve hakimiyet altına alınmaya isteklidir. Doğulu kültürel ve ulusal sınırları aşan bir klişedir./Edward Said öyle diyo.

Tanımın içinde yabana atılacak cümle, hece, hatta harf bile bulmak zor!

BU ve benzeri durumlar az kanıt sayılmaz!
Ancak, bu tanım, dansın oryantale üstünlüğünün değil, Özellikle Orta doğulu erkek toplumunun, kendi yasaklarının altında nasıl ezildiğinin aşağılandığının kanıtı olabilir.

Türk Padişahları’nın genellikle batılı kadınlarla evlenme tercihinin ve sarayda cariye kılığında dansöz beslemelerinin ana fikri hangi duygu ve düşünceye dayanır? Bu da başka bir konu.

3.7.10

ARABESKin kökeni


Düşünceler amaçları doğurur, amaçlar eylemlere dönüşür, eylem alışkanlıları oluşturur, alışkanlıklar da KARAKTERİ belirleyerek, kaderimizi tayin eder./Trion Edwards








Elif Savaş Felsen ile Fazıl Say arasında geçen “arabesk müzik” tartışmasında,

Fazıl Say, özetle şunları demiş:

-Arabesk müzik arabesk yaşam tarzının betimlemesidir. Aydınlığın , çağdaşlığın ve öncülüğün, sanatçılığın sırtına külfetdir. Emek karşıtıdır-duyarsızlıktır ve yaratamamaktır! Etik dışı “yalan dolanla” doludur. Ortadoğu işi- 3. Sınıf ,acındırmaca-tembellik-yeteneksizlik- rant- çamur-muallaklıklar üzerinden yaşar.

Elif Savaş’ın cevabı:

Müzik piyasası denilen şey, herşeyin piyasası gibi kirli. Konu o ise başka. Arabesk müziğe toptan bir müzik çeşidi olarak karşı olmayı anlamam mümkün değil. Arabesk müziğin çıkışının, sevilmesinin sosyal sebepleri var. Blues, hip hop, arabesk, funk, metal, getto muzik asağılandı mı, aşağilanan müziğin ta kendisi oluyor. İyi müzik nereden, ne gelenek ve ne cins insandan gelirse gelsin, iyidir diyorum


Fazıl Say, Kemalistliğin sol yanından bakan biri olarak diyorsa bunları, Kemalist sistem içerisinde protest müziğin başına gelenlerin hesabını da sormalıdır. Mısır filmlerinden aktarılan arap müziklerine getirlen yasakların sonucunda türemişse bu arabesk müzik, yine Kemalist düzenin acemiliğini ve gereksiz yaskalarını da sorgulamalıdır.
Arabesk müziğin bir altyapı ürünü olduğunu söylüyor olsa da, mağdura mı öfkeleniyor, mağdur edene mi burası belli değil.

Elif Savaş’ın arabesk müziğe yaklaşımını, dindarların yoksul varlığından (sadaka kültürüyle) sevap kazanmayı düşleyen yoksulsevciliğe benzetebiliriz.
Müzik piyasasının ticari kirliliğinden şikayet etmesi kadar, arabesk nedenler üzerinde fikir yürütmesi de beklenirdi.

Söz konusu bu müziğin insan duygusunda bıraktığı izi bir tecih kapsamıdan daha fazla boyutunun olduğunu ıskalayamayız.

İşin bu kısmında konuyu tarihi ideolojik, sosyolojik boyutundan çıkaramayız. Çünkü, bir toplumda icra edilen her sanatın altında bir yaşam kültürü vardır. Aynı zamanda sanat, egemen sınıfın diğer sınıfı  kontrol etme aracı olarak da kullanıldığını bilmek gerek.

Geniş yığınların aleyhine işleyen bir alet olarak kullanılan bir ilgi alanıyla karşı karşıyayız.
Nasıl ki kişilerin din ve tanrı inancını değil, bu inancın sömürü aracı olarak kullanılmasını ve farkındasızlığı kınıyorsak, arabesk yaşamın benzer etkilerine aynı duyarlılığı göstermemiz gerektiğini de dikkate almalıyız.

Arabesk müzik, tarihsel, sosyolojik ve ideolojik kökenden ayrı düşünüldüğünde, kültürümüzde, masum bir müzik türü olarak yerini alabilir. Aslına bakılırsa, bütün müziklerin kökeni belli bir kültürün yansıması olduğu anlaşılır. Ancak, müzik türlerinin insan duygu ve davranışlarında yarattığı sonuç bakımından düşünüldüğünde, arabesk müzik türünün pasifliğe, tembelliğe katkısı daha çok dikkat çekmektedir.

Şu 5 maddelik sürecin sonucundan arabesk müziğin doğuşunu teorik olarak düşünebiliriz

1- Toplumsal yaşam gereklerimizin temel taşı olan varlıkların paylaşımındaki adaletsizlik
2-Adaletsizliğin yarattığı ruh hali ve beklentiler.
3-Gücü elinde tutanların toplumun taleplerini dile getirecek olan örgütler üzerindeki fiziksel, örgütsel ve kültürel baskısından dolayı tepkisini hedefe gönderememekten kaynaklı oluşan boşluk.
4-Baskının sonucunda, geniş yığınlarda zor yaşam koşullarına karşı oluşan duygusal tutum, sindirilmişlik sosyal yaşam fark uçurumu.
5- “ilk 4”e bağlı olarak, İlişkilerde yağcılık kültürü, müzik algısında kadere ağıt, duygusal nötürlenme, sürekli kullanılmaya elverişlilik …

Arabesk kültürün özünde, “yangına ağıt yakmak” ama onu söndürmeyi düşünememek gibi bir anlamsızlık vardır. Ya da yangını gözyaşıyla söndürmek ve suya sabuna dokunmamak… yangını ateşleyen nedenler ve kimlikler , arabesk kültürün ilgi alanına giremez

Arabesk kültür (F.Say'ın dediği gibi), çaresizliğin, çözümsüzlüğün ve boyun eğişin sesidir daha çok. Eğlence sektörü (E. Savaş'ın dediği gbi) bu yoğun benzerliğin nemasını toplarken, (dediğim gibi) bir yandan da düzenin kaymağını yiyen egemen sınıfın işini oldukça kolaylaştırmaktadır.
Cumhuriyet tarihinde protest müziğe yapılan baskılar, nasıl ki egemen ve asalak sınıfın çıkar kaygısının bir ürünüyse, arabesk müziğin başına gelmesi gerekenler de bir uyarılma kaygısı yaratmalıdır.

Cumhuriyet devrimi kültürel dönüşümü hızlandırmak için Arap kültürüne tamamen sırt çevirirken, Mısır sinemasından yansıyan arap müziğini Amerikancılık yandaşlığnın sonucu olarak engelleyemedi. Devrime direnenlerin, halk üzerindeki kültürel kalıtımlar üzerine oturmaları zor olmadı. Bu kapsamda Arap müziğini, batı enstrümanlarıyla çeşitlendirerek, bir arabesk sentez piyasasını oluşturabildiler.
Halk sosyal, kültürel, ekonomik olarak ulusal kaynaklardan payını yeterince alamadığından, mevcut düzen ile barışık yaşayamadılar. Böyle olunca,halkın  üzerlerine bindrilen çeşitli baskılarla (darbe vs.) kendilerini arabesk yaşamın içinde buldular.
Başlığımız,”arabesk yaşamdan doğan müzik”idi. Demek ki, arabesk yaşam arabesk müziğin anasıdır. Asıl sorun Ana-evlat arasındaki ilişkiye müdahale değil, anayı kısırlaştırmak olmalıdır.Sanat egemen sınıf için değil, halk için olmalıdır.

28.6.10

Mim'li Sobe

Zeyno, “mim”lemiş.
Türkçesini “meraksavma” anlamında kullandığımızdan, O’na ilgisinden dolayı teşekkür ediyorum.

Açalya
Bu “Mim”i icat edenleri güzelce haşlamıştı; mim yerine “sobe” sözcüğü daha anlamlı bulunmuştu.
Yine de, uyuyan dev “mim”cilere tekrar olsun.

“meraksavma” görevimiz :

1. Hangi işleri yarım bırakırsın ya da bıraktığın neler var?
Başladığım bütün işleri.. çünkü “başlamak bitirmenin yarısı”


2. Yakın zamanda kaybettiğin biri var mı?

Kaybetmek için önce bulmak gerek,
oysa kaybetme ihtimali olduklarımız önce bizi bulanlardır.
bulduklarımız için düşünüldüğünde, bu dondurucu bir espri olurdu!


3. En ağır bulduğun, sana dokunan bir yemek var mı?

Civa buharlı çorba. Bu yüzden perhiz yapıyorum.


4. Cinsellik ve aşk anlamında unutamadığın biri var mı?

Kırılacak yerimden (bu kalp de olabilir, kemik de) “pas tutmamak” için pas geçiyorum bu soruyu?


5. Çocukken sevdiğin çizgi filmler?

Çocukken en sevdiğim çizgi film, sokakta oynadığımız
sek-sek oyunu çizgisiydi


6. Blogger'a ne zaman kayıt oldun? Kim vesile oldu? Nereden duydun?

Sanırım galu-beladan bu yana. “Galu”yu hiç bilemedim de, “yazmak” fiili tatlı bela olarak “çizmek” fiiliyle başlamıştı. O gündür bu gündür, yazarım ve çizerim.

Daha sonra,
Radikal Gazetesi internet sayfasındaki yorumlarımdan beni keşfeden sevgili
EceArı’nın davetiyle, Web siteleri forum tartışmalarına katıldım. Ardından Blog icat edilince, şu an kullandığım sayfayı da O değerli insan yaptı ve teslim etti. Aynı dizayn ile devam ediyorum. Önemli bir teknolojik fark olmazsa, O’ndan izin almadan değiştirmeyi de düşünMüyorum. (OHH bu arada, sorulmadan, demek istediğimi de dedim. Duysa da bir ses verse)


7. Çok paran ol(SA)du neler yaparsın?

Öncelikle hacca giderdim. Çünkü, çok laf yalansız, çok para haramsız olmaz. Haram parayı aklamak için hac yolculuğu, ya da bir okul yaptırmak lazım. Sonrası çorap söküğü gibi gelir.
Banka kurarım, kerizin bol olduğu yerde kriz yaratırım, en karlı ve en kolay kazanç artırma yolu olan bu düzeni beslerim.
Girerim bir partiye hatta bir cemaate, ya da herhangibir “yararlı” cemiyete.
İş adamı olurum, düzene ayak uydururum, düzenin en fanatik savunucusu olduğumu belli etmeden, hazır fanatik savunucuları överim; bu düzene baş kaldıranı döverim.



27.6.10

GÜZELLİK NEDİR


güzellik gülümseyebilmektir

güzellik nedir?

Güzellik konusuna Aristo, Kant, Plotinus, Hegel.. gibi filozoflar farklı tanımlar getirseler de, o kadar derine inmek yerine, "yabancı-yalancı" paradigmanın yarattığı isteksiz, mutsuz, kaderci yaklaşımdaki çelişkiyi vurgulamak yerinde olur.

Dünya güzellik yarışmalarındaki ölçüler-kriterler- bildiğimiz kadarıyla, fizik görünümdeki orantılar, magazinel alandaki genel kültür düzeyi ve estetik duruştan ibarettir.

Örneğin, onların güzellik kavramının içinde “melodik gülümseme” yeteneği yoktur. Ya da ucuz bir elbisenin içindeki rahat bir duruşa ait izler...

Geometrik orantının güzellik sayıldığı, ama yüzde doksanı kuruntu-kibir yüklü bir fizik yerine, kişinin yüzündeki sempatik moral güzellik sayılmaz mı? resimdeki gibi...

“Yalnızca yararlı olan güzeldir”/ demiş Len-ti.

Kapitalizmin ticari paradigmasını kâr odağına yerleştirince, kavramlar çığırından çıkmaktadır.

Güzellik yararlı olmak mıdır, öyleyse kim için?Yararlılığın içinde adalet yoksa ne olacak? Mesela bir köle efendisine güzel midir, ahmak mıdır? Ahmaklık güzellik olabilir mi..... vs.

Güzellik bana göre ruhun, bakılan şeydeki okşayıcı izdiümü ya da parmak izidir.

Duygu potansiyelini ahenkli bir ritme dönüştüren renk, ses, şekil, figür, biçim, hareket, davranış, söz, tavır... güzelliğin bileşenleri olmaktadır.

Güzellik, insanların genetik benzerliğinden kaynaklanan ortak bir beklenti olarak da düşünülebilir. Yani, kişinin kendi kafasında tasarladığı kompozisyon, ya da şablonun karşısındakine yansıması... Bazılarına sarşın güzeldir, bazılarına esmer ve zenci.... gibi.

"Ben güzele güzel demem güzel benim olmayınca” diyen Karacaoğlan’ın güzellik anlayışı iki kişiye ait olduğundan, dışında kalanların “güzel” ya da "çirkin" sınıfına sokulması gerekmiyor. Benimse güzel, başkasınınsa çirkin değil, tanımsızdır.

Bakılanın karmaşık ayrıntılarında her kişinin, başkalarından daha çok farkında olabileceği bir noktası vardır. O kişi, fark ettiği, ya da albenisini gıdıklayan o noktayı beğenisinin odak noktası yapmışsa, ya da yapmayı becerebilmişse o şey o kişiye göre en güzeldir.

Bu anlamda “dünyanın en güzeli” diye bir kavram yoktur.

Her bakış kendi güzelini yaratabilir./z.örer

24.6.10

Dans et benimle-müzikal-yorum





Bu şarkının İngilizceden Türkçe’ye çevrilmiş halini bulduğumda şiire benzer yanını göremedim. Birkaç yerini kırpıp bükerek, “şiir diline” çevirmeye çalıştım.


Dans et benimle

güzelliğinin şerefine kızıl bir keman eşliğinde dans et benimle
paniklercesine dans et benimle kendime gelene kadar
beni zeytinyağı gibi kaldır ve benim ev güvercinim ol
benimle aşkına uzansın dansın.


ah tanıklar gittiğinde güzelliğini göster bana
babylonda yaptıkları gibi dans ettiğini hissettir
tüm sınırlarını bildiğim kadar yavaşça göster bana
benimle aşkına uzansın dansın.

düğünde dans et benimle dans et
nazikçe dans et benimle ve uzunca
ikimiz de aşkımızın bazen altındayız bazen de üstünde
benimle aşkına uzansın dansın.

dünyaya gelmek isteyen çocuklar için dans et
perdelere doğru dans et benimle öpücüklerimiz eskisin
sığınak çadırı dik şimdi tüm ipler iğneli olmasına rağmen
benimle aşkına uzansın dansın.

güzelliğinin şerefine kızıl bir keman eşliğinde dans et benimle
paniklercesine dans et benimle kendime gelene kadar

benimle aşkına uzansın dansın.

Leonard cohen


Müziği tartışılmaz kaliteli. Her sanatçının bir de hayata bakış vizyonu vardır.
Kimi para kazanmanın dışında her şeye boş bakar; kimi, ünlenmenin kolaycılığını sonuna kadar yaşamayı önceler;
kimi sanatıyle güzel duygular yaşatmaya çalışırken, politik duruşuyla insan hayatının temel güvencesiyle de ilgilenir, kendi hayatını ve sanatını riske atmayı göze alır….

L. Cohen ise,
Aşk, seks, din, psikolojik depresyon ve müziğin kendisi Cohen’in eserlerinde en çok görülen temalardır. Diğer temalar kadar olmasa da şarkılarında politikaya da rastlanır. Aşk ve cinsellik popüler müziğin ortak konusu olmasına rağmen sanatçının romancı ve şair altyapısı sayesinde Cohen’in işlerinde bu temalar daha karanlık ve derin bir hal alır/Wikipedi.

Hayat serüveninde “her dala sığan adam” profili seziliyor.
1960-70’lerin (modaya uygun) romantik şair ve müzisyeni. Bol para kazandığı zamanlarda rahip olma heveslisi (işi düzgün Musevi). Problemli alacaklarını toplarken mafyavari (bu dedikodu imiş).
Depresyon ve para sıkıntısı çektiği zamanlarda isyankar “Musevi solculuk” (Tower of song şarkısıyla popüler). Artık yaşlanıyor ve vijdanı dünyalığın üstüne ağır basmaya başladığında dünya turu ve yeni bir

19.6.10

BAHAR MOTİVESİNDEN TEMBELLİK HAKKINA

Bilgisayar, tüm marifetleriyle dolu zamanlarımızın bir başka dünyası.
Evli olsanız da, kendinize özel uğraşların harcadığı zaman kaçınılmaz. Hani, susamadan suyun, acıkmadan yemeğin, özlemeden sevgilinin ne anlamı ve tadı olacak ki. Her üç öğenin de doyum noktasından ötesi tekrar acıkmaya (devridaime) götürür ve aynı evin farklı odalarında sürdürülen ayrı dünyaların içinde yaşatır insanı…

İşimden ve Eş’imden artan zamanlarımın bir kısmında pencere kenarındaki kültür dolabımın orta yerindeki bilgisayar karşısındayım. Penceremden giren, bahçedeki kolonya ve adını bilmediğim diğer çiçeklerin kokusu, baharın doğum sonrası bıraktığı çiçek sütü gibi, içimi coşkuyla dolduruyor her akşam. Okuyor, yazıyor, tıngırdatıyor, hangi sıvı konulursa masama içiyorum.
Otellerin turizm açılış şenliklerindeki havai fişeklerin cümbüşü arada bir nakarat tutuyor kulağımın, gözlerimin ve ruhumun ritmine.

Bir Baharı böyle atlatarak, yaz sıcaklığının gönül sıcaklığına terfi etmesinin izdüşümleri yansıyor her yanıma.
Bahara şiirler şarkılar adarken, zamanın takvim yapraklarından ibaret olmadığı belli olmuştu. Ardından sıcaklar yerin çekim gücüne eklenerek bastırmaya başlayınca, deniz ile en küçük bir meltemin tadı bir başka özel geliyor ruhuma.
Öyle sıcak ki, toprağın yüzeyiyle sıfır mesafesinde durmuyor kişisine göre. Böyle giderse, hasta ve yaşlılar için, toprağın mezar versiyonu alınan yola dahil olabilir!

Baharın nemalarına çarpan kalp ile, yazın çılgın sıcağına çarpan kalp arasındaki farkı “doğrusal zıtlık” olarak açıklayabiliriz. Farklı mevsime çarpan kalplerin atış frekansı, aşk-sevda kriziyle, kalp-ölüm krizi arasındaki fark gibi adeta.

Yaz sıcağı, bu iki olgunun dışında, insana “ideolojik tembellik hakkının” sonuna kadar kullanılması düşüncesini dayatıyor.
Tembellik hakkı, Baharın depoladığı enerjiyi sindirme eylemi olarak beliriyor ister istemez.
Deniz bir başka kaçış alanı mevsimin anlam ve önemine koşut. Uzanıyorsunuz denizin yüzeyine paralel. Gökyzünün mavi beyaz renkleri arasında kendinize buluttan bir arsa seçiyorsunuz; ya da sevgilinizi çıkarıp yüzdüreceğiniz sonsuz bir mekan. Yıldız da asılabiliyor bazen gözlerimizin odak noktasına. Yüzerek kenardan sızan bir söğüt yaprağı ilişiyor bedeninizin herhangibir yerine. Havva Ana’nın bikinisi olabilir mi? Diye bir hınzırlık kaplıyor içinizi.

Tembelliği nasıl da özlemişiz!

"Tembel hakları evrensel beyanname¬sini" okudum. Yan gelip yatmanın en te¬mel insan haklarından olduğunu, hiç kimsenin isteği dışında çalışmaya zorlanamayacağını öğrendim.
Ütopyalar insanlara daha az çalışma, daha çok boş zaman vaad ediyorlardı.
O halde hedef buydu: Tembellikten arta kalan boş zamanları çalışmaya ayır¬mak, "Niye hiç çalışmıyorsun?" sorularını da "Hiç boş vaktim olmuyor ki" diye ya¬nıtlamak...
Doğrusu bahar, bu tedavi sürecinde en etkili ilacım oldu
/ diyor Can Dündar

Tembellik hakkı, şu kapitalistlerin küçümsediği “işe yaramaz, kalitesiz, geri zekalı…” şeklinde sunduğu aşağılık durum değildir asla.
Paul Lafargeue, “Tembellik Hakkı” kitabında, burjuvazinin iktidar olmasıyla birlikte, insanlığın kendini kaptırdığı “ilerleme” çılgınlığıyla, dalgasını geçiyor(muş). Kapitalist düzeni eleştirirken, “yaşamlarının tamamını çalışarak geçiren insanların, bu çalışmalarının ne kadarı kendileri için?”, diye soruyor(muş). İçinde çalışma aşkı duyanlara lanet” okuyor(muş). “Komünüst Manifesto”dan sonra, dünya dillerine en çok çevrilen Sosyalizm klasiği” olarak tanımlanan bu kitabı en kısa zamanda okumalıyım.

Dünyanın gidişatının hızını ve dozunu çılgınların rekabeti ayarlayacağına, toplam yaşam felsefesi bileşkesine göre belirlense. Çalışma mesai saatleri yarıya indirilse. Din sektörüne ayrılan resmi ve sivil ekonomik kaynaklar bilim çalışmalarına aktarılsa. Her kişiye, Tanrı’sını ve dinini özgür iradesine dayanarak (dayatmasız) bulma fırsatı tanınsa.
İnsanların mutlu olmasına zemin oluşturacak “boş zaman” miktarı artırılsa, kimse zengin olmasa, kimse de (dolayısıyla) yoksul olmasa. Bilimin, insan hayatını kolaylaştıracak ve doğal entropiyle savaşacak kudreti tek başına rakipsiz olsa.


Böyle bir zamanda klimanın üflediği soğukluk, medikal mankenle sevişmek gibidir.
İnsanın romatizmasına dokunacak havadan, romaNtizmasına dokunacak havayı tercih ediyorum.
Yaşasın tembellik hakları.

12.6.10

vampir öpücükleri



-Alo zihni bey ile mi görüşüyorum?
Evet, üstüne bastınız, çekin ayağınızı.
-Hayır efendim, üstünüze basmadım.
Ama basacaksınız biraz sonra, ne fark eder şimdiki geçmişi ve geleceği...!
-Ne alakası var efendim…

Bakın anlatayım alakasını, (ya da 3 G’ye geçince bakın, şimdi dinleyin lütfen):
Arayanım çoktur sizin gibi. Beni çok severler, sağ olsunlar (sol olamazlar tabi)..

TTkom çalışanı aramıştı bir ay önce, küçük bir “vals”te ayağıma basmıştı.

11 tl.lik telefon faturamı 20 tlye çıkardı. “Kayıt altındaki görüşmemizde” bir kez “evet” dedirtmek için (sanki nikah kıyacaktık) 1 saat dil döktü. Lügatimdeki “hayır”ı sildiğimden, bir kısık “evet”in bedeli olarak, sadece internet için kullandığım telefon aboneliğime, aylık 20 tl. fatura ödemek zorunda bırakıldım. 1 saat sonra pişmanlıkla, yirmi kez “hayır” dedim ama iptal etmediler. “hayı’ı size yakıştıramıyoruz” der gibi.

Maddi miktarını sorun ettiğimden değildi, sahte öpücükler yüzümü yara ediyordu da ondan. Uzun hikaye bunlar.
Siz ne için aramıştınız?

-Efendim, siz Boyner Mağazaları eski müşterimizsiniz, size “müşteri kartı” göndermek istiyoruz, adres güncellemesi yapmamız gerekiyor.
Şu kadar indirim-mindirim, vs….

Hanım efendi, size kısaca bir şey söyleyeyim de boşuna yorulmuş olmayın, ayağınızı da ayağımın üstümden çekin olur mu?

-Buyurun söyleyin efendim.

Boyner Mağazaları bir zamanlardı; evet, iyi marka biliyorum ama şimdi o bir zamanlar tarih oldu. İki çocuğumuz Üniversitede okuyorlar ve ben artık bit pazarından giyiniyorum. Almancı eskileri bulsam onları da giyerim.
Geçim için dizini-kıçını yırtmayanlar, dizi- kıçı yırtılmış kot giyebiliyor da,
biz geçim için dizi kıçı yırtarken, dizi-kıçı yırtılmış kot niçin giymeyelim!

Burası Antalya sahilleri , hiç birşey giymeden dolaşmayı da düşünüyorum da; ahlak yasası geçim yasasından keskin duruyor!
Çocuklarımızın, toplumu yöneteceklere bilinçli oy verebilmeleri için yırtık elbise giymeye değmez mi sizce?
(Eşimin karşıya yansıyan kahkahasına gülüyor görevli).

Yani anlayacağınız, özel sektör (bankalar, mağazalar, adidas, Tcell malum hep “mahalle –pardon, kurumsal cazibe-baskısı” kuruyorlar ayağıma, cebime-üzerime; bil umum fizyolojime ve psikolojime…
Her neyse. beni öpmek isteyen isteyene… biliyorlar ağızlarının tadını kitapsızlar.

Özlü söz:
Ticaret odalarındaki müşteri sicilleri parlak olanlar, öpülmeye müsaittir.

-Teşekkür ederim,
-Hoşçakalın.

8.6.10

Öznesiyle örtüşmeyen ana fikir (Türkçe Olimpiyatları)

120 ülkeden 750 davetli çocuğun buluşturulduğu (bence sadece) müzikal bir topluluk.

Bu yıl 8.si düzenlenmiş. Türkçe şarkı ezberleyip söyleyen çocuklar, o sevimli yüzlerinin duruluğunu her renkten yansıtıyorlar etrafına..

Bu kapsamda hoş bir organizasyon gibi görülüyor.

Konuya organizasyon başarısı ve çocukların dünyası açısından bakıldığında, insan imreniyor, duygulanıyor, aynı zamanda eğleniyor da…

Organizatörler ve manzaranın ortasına kendini atan Ak Parti ve dini cemaat kurmaylarının bildiğimiz dünyalarına bakıldığında, o kocaman çelişkiyi yutmak imkansızlaşıyor!.

Kökeni İslam milliyetçiliği ve politik kariyerlerinde Liberal Dünya görüşünün Nurcu Cemaat izlerini taşıyan organizatörler, Yurt dışındaki Fetullah Okullarının gölgesiyle sınırlı bir Türkçe Olimpiyat gösterileri….

Davet ettikleri (çoğunluğu Orta Asya ve İslam ülkesi olan) 120 ülkenin profiline bakılınca o çocukların temel ihtiyaç ve haklarıyla Ümmetçilik  Yeni Dünya Düzeninin neresi örtüşecekse ?

Programın adını oldukça büyük sloganla süslemiş olmaları, hangi evrensel idealin davetine kucak açacaksa?

YENİ BİR DÜNYA sloganı ve müziğin ritmik mesajı, tek başına insanın müzik kulağını okşamaya yetiyor doğrusu. Bu müziğin bestecisinin ortada görülmüyor olması aklıma takılan sorulardan diğeri…

Sonunda, Fransız Burjuva Devriminin dünyaya hediye ettiği barış kardeşlik, huzur… gibi dolgusu olmayan sözcükler, animasyonik büyüsüyle biryerlere eklemlenmiş. Alt tarafı Orta Doğu patentli eski dünya projesi...

Açıkçası, “yeni bir dünya” mesajının fikir babasının Erbakan Hoca, bu fikrin içeriğini dolduranın da Fetullah hoca zihniyeti olduğu anlaşılıyor.

Programın bitiş kısmındaki bu müziğin sözleri nasıl bir yeni dünya kastettiklerini özetliyor.

Gördüm o “nurlu” geleceği rüyamda bir gece. “Işıklar” yağıyordu, her yer sessizce, ahenkle işleyen saat gibiydi, bir gün silinip gitmişti karanlık geceler.. Her taraf gökler gibi pırıl pırıl, Yeni bir dünya kuruyorlardı. Ne cihanlar yüzlerinde gariplikleri, anladım ki bunlar “kutsiler” gibi. “Şükranla” güzeller vardı kol kola, sonra bir bir ulaştı herkes bu yola. Yeni bir dünya kuruyorlardı Her taraf gökler gibi pırıl pırıl, Yeni bir dünya kuruyorlardı. Hep birlikte yeni bir dünya kuruyoruz, sevgi dili Türkçe ile buluşuyoruz.

Yeni Bir Dünya'nın içeriği bu kadarcık!

Evet, slogan oldukça güncel ve aynı zamanda acil bir ihtiyacı çağrıştırıyor:
Yeni Bir Dünya

Ama hangi Yeni Bir Dünya?
1500 yıl öncesinden kalan "yeni" bir dünya? İnanmayanların ve farklı inançların içinde olmayacağı bir dünya?
Servet, tarikat ve cemaatlerin, insanların maddi temel gereksinimlerini hiçe saydığı (ya da hiç saymadığı) bir dünya ?
 Çocuk ölüm oranlarının ve ulusal servet dağılımının  fiyasko olduğu ortadoğu rejimi izlerinin bulunduğu yeni bir dünya?
Çocuğun, özellikle kız çocukların adının olmadığı yeni bir dünya? Servetine servet eklemek için (çocuk emeğinin sömürüsü dahil) her yolun mübah sayıldığı Arap çöllerinde kalmış köhne bir dünya?

Evet, İhtiyaç sahipleri için Hangi ve nasıl “Yeni Bir Dünya”? İyiye alamet değil ama sabah ola hayrola.



1.6.10

yaralı onur

Onur elçilerinin bir gemiye binip Gazze’ye doğru gidiş serüveni bir tek anafikri barındırmıyordu bünyesinde. Birbirinden bağımsız kurgucular her tünelden gaz vererek, Gazze’nin yollarında sağdan giderek altın bulmayı umut ediyorlardı.

ABD, İran, Türkiye, İsrail dörtlüsünün, son zamanlardaki satranç hamlelerinin toz dumanından başka görüntüsü yoktu bu tablonun. İşin diyalektiği daha derinlere iniyordu bilindiği gibi.

Yol deniz idi. Deniz dalgalıydı, gemi yolcuları dalgadan da dalgalıydı. Karşı kıyıda bekleyen Filistinli ezilenlerin ezikliğine eziliyor, içlerinden dalgalı dağınıklığı bir nebze olsun toparlayabilmek için onlara yiyecek-ilaç ve birer yudum sevgi damlası aktarmayı umuyorlardı. Ama damla küçük, dalga azgındı, tusunami avazıyla gelen nara, postasını postalayıp duruyordu günün belli aralıklarında. Avaz ne kadar gürültülü olsa da, İnsanlık onuru kulaklarını dalga gürültüsüyle tıkayarak hız kesmeden ilerlemeye devam ediyordu.
Sonuç, birkaç ölü ve yaralı!

Onur akılsızca atılan adımlara izin veremezdi ama, birileri onların iç dürtülerini alabildiğine dürtüyordu ve de arkadan hayalet tamponuyla ittiriyorlardı.
Belli ki dürtenlerin hesabı vardı, dürtülenlerin ise iç hesaplarında karmaşıklık….
Onur karesine giren görüntüler bulanıktı.
Kimi koşulsuz ve iç hesapsız kulaç atarken mayınlı dalgalarda, kimi derinlerden denizaltı kurgusuyla Osmanlıcılığın ve yahudicilğe hıncın tutkusuyla yerini alıyordu onur tablosunda.

Birileri acının ezen ve ezilen kapsamında “bir tek” noktasına odaklanırken,
kimileri de “Tekbir” noktasından sevaba çıkan yol arıyor olabilirdi sadece kendi adına.
Çünkü sevap ve mahşer kişiseldi.
Tek yol devirmek ise, bu macera duygusunda, devrilmişini ele geçirmekle ondan kereste çıkarmaktan başka bir hesabın olmadığı düşünülebilirdi kareye bakılarak
Çünkü, büyük işleri aşma isteği toplumsaldı.

Yahudicilik bu tablonun şifresini biliyordu, benim bildiğimden daha fazlasını hem de….
İslamcılık da biliyordu aynısının daha fazlasını…
Belli ki Yahudicilik İslamcılıkla savaş halindeydi asırlaraşırı bir zamandan beri.

Belli ki aşkta ve savaşta her yol yalnızca bizim atasözümüzle mübah kalamazdı.

Birleşmiş milletler bu serüvenin neresinde birleşebilirlerdi ki?
Kim yutar, kim karartabilirdi arkadan ittiren nedenleri?

Bir daha söylüyor rahmetli K.Marx:
bir ömrü aşacak kadar özel mülk biriktirme hak olmaktan çıkarılıp, din inançları her bireyin mezarı ve mahşeri kadar kişisel kalmaya mahkum edilirse, dünyada ne açlık kalacak, ne hırsızlık, ne de savaşmak için nedenler…
İnsanlık onuru ne ezmeye ne de ezilmeye layıktır. Böyle bir düzene alışmak bile onurunu yitirmektir.

27.5.10

kirve


Hayatta her şeyin bir sonu olduğu gibi, bunun da susacağı bir son vardır elbette.
Birazcık sabır, hepsi o kadar.
Zaten kalmayacak, kısa bir süre konuğum olarak kalıp, çekip gidecek,
bütün "çekip gitmeler" gibi..

Kirve

http://www.zapkolik.com/video/huseyin-turan-kirvem-110138
29-Mys.2010

20.5.10

"kara kader"

Başbakan, maden ocağındaki ölümler için "kader" demiş.

Bir başbakan demiyor ki bunu. Böyle ucuz ölüm ve sürüngenlikleri kaderleştirmek için kaç bakanlığın bütçesi kadar para harcanmıyor mu dini kurum ve cemaat yollarına?

"Kadere karşı gelinmez"!
Hele o bir de kara kader ise!....
kara karanlıktır bir anlamda, ona karşı gelsen ne olurki!

Gözlerin görmez.
Direk cehennemi boylarsın.
Üstelik buranın kara cehenneminden daha da cehennem olduğu enayiliğimize kazınmışsa diğer cehennem, burada yanmaya seve seve(!) katlanırız. Üstüne bir de "tevekkel Allah" diyerek , tevekkel hükümetleri hedeften çekmiş oluruz.

Hani bir zamanlar enflasyona ve trafik salaklığına "canavar" ön sıfatını takarak, sorumluların hedeften çekilip, hedef kararttıkları gibi....

Kara kader kara habere her zaman gebedir. Zaten işe alınışlarında, işe alan taşerunculuk zihniyetinde bir meymanat var mıydı ki! Hükümetler burada da araya taşeron gibi başka hedefler koyarak hedef tahtasını arkadan dolaşmıyorlar mı!

Dünyanın en ucuz ve ölüm istatistiği saptanmış 5. ve Avrupa'nın birinci ülkesinin "kara kaderlisi ise, asla bu derece kaptırılmamalı! "1". lik ve "5". lik....

Tıpkı, ulusal gelirimizi paylaşma adaletimiz sıralamasındaki rekorumuz gibi!

14.5.10

Faşizimin dalgakıranı ve bir müziğin buruk hikayesi

Ağlama Angelita...bu akşam sana ya bir ev alacağım ya da yasımı tutacaksın

romantizmimi azdıran müziğin, El Cordobes’in Matadorluk ünü anısına yapıldığını öğrenince, sevdama kan sıçradı!

“Anadolu'nun terk edilmiş kıraç coğrafyasında kağnı arabalarına koşulan, sırtı nodurdan yaralanmış öküzlerin isminden önce  “..afedersiniz..” ifadesi ve ağır yükün altında düştüğü zaman, kesilip etinin yendiği”ne lanet okurken, Ispanya avare takımının arenada boğa kanı görmekten zevk duyduğu kültür arasındaki fark da düşündürücüydü.

Ispanya’daki Franko Faşizminin dalga kıranı, masum insanların yönünü kendine nasıl çevirebildiğinin öyküsü var bu müzikte.

Sanırım 1970’li yıllarda kamran akkor un seslendirdiği bu müziği Salim Dündar Ispanyolca'dan çevirmiş olmalı(?) O yıllarda (Franko’nun da ölümüne sevinme yılı) sözleri değiştirilmiş, adam akılı bir aşk şarkısına döndürülmüştü. Bu dönemde nino de murcia –“seni beklerim öptüğüm yerde” diyerek bir anlamda Ispanya versiyonunun günahını çıkarmaktaydı. Daha sonraları Nilüfer bu şarkının türkçesiyle, Franko’nun mezarına bilerek ya da bilmeyerek tükürmekteydiler.

** *
Her iki yorumun simgeleri ve sözleri fazla söze gerek bırakmıyor.



Seni beklerim öptüğün yerde
Belki bir akşam dönersin diye
Belki dönersin eski günlere
Dayanamadım yazdım ben sana
Dargınlık bitsin cevap yazsana
Beraber olalım ömür boyunca
Dağlara şimdi akşam çöktü
çiçekler boynunu büktü
Hepsi sensiz öksüzdü
kuşlar yuvaya döndü
Senin şehrine yolcular vardı
şafakta gemiler hep demir alır
Seven sahilde hep yalnız kalır
Kıskanırım seni o yolculardan
belki seversin birini diye
Mektubumu sen sen oku bana
Dağlara şimdi akşam çöktü
çiçekler boynunu büktü
Hepsi sensiz öksüzdü
kuşlar yuvaya döndü
Seni beklerken duydum annemden
Saklarmış veda mektubunu benden
Evlenmişsin şimdi bir esmerle




Kordobanın korkulu sokağından
Ünün yayıldı bütün dünyaya
Madrid boyandı kırmızı kana
Sen sen gelince bu güzel bir ara
Güneş bile senden renk alıyor
Alev alev gök sanki yanıyor
Parlayan canlı gözlerin
Fethetti bütün arenayı
Dövüşün zamanı geldi
Heyecan sardı sahayı
Gölge ve güneş raksediyordu
Ayaklarının altında senin
Fırtına gibi saldırıyordu
Korkuszudn herkes biliyordu
Herkes onu biliyordu
Ölüm bile senden korkuyordu
Sivri kılıcı ona saplarken
Coşkular her yerinde çınkladı oley oley sesleri
Madridde her yer titredi
Sonsuzluk zafer neşesi
Toledo Barselone Sevlle Linares
Kutluyor seni Manuel Benites
Kalplerdesşin artık
el Cordobes
El cordobes

***


yasımı tutacaksın da şöyle anlatılıyor :

1954'lü yıllar. Elcordobes o yıllarda 18 yaşındadır. General Franco'nun koyu bir faşizmle ülkeyi yönettiği, baskının, açlığın halka dayatıldığı zulmün yaşandığı yıllardır o yıllar. Halk isyan içindedir.

"Yaşam koşullarını protesto amacıyla gösteri yapan Asturias maden işçileri Franco İspanyasında yasak olan bir silahı kullandılar. Grev ilan ettiler. Endülüs'te, ekmekle yetinemiyeceklerini ve ülkelerine yağan nimetlerden pay istediklerini söyleyerek…..

Benitez’in Ablası Angelita şöyle anlatıyor:
"Aç kalmadınızsa açlık nedir bilemezsiniz.O günler aklıma geldikçe hala ağlarım.O zamanlar elimizden gelen tek şey ağlamaktı.Gece yatarken ağlardık çünkü yiyecek birşey yoktu.Sabah ağlardık çünkü gene yiyecek birşey yoktu...Adamlar sokaklarda yolun ortasında düşüp ölürlerdi...Yaşamımız boyunca çok acı çekmiştik ama savaştan sonra çektiğimiz günlerdeki acılar hepsini bastırdı."

Annesi ölünce üç kardeşine Angelita bakmaya başlar.On altı yaşındaydı ve ailesinin bütün yükü omuzlarına yüklenmişti...Kardeşlerini besleyecek, bakacaktı...Annesinin mezar taşına şu sözcükler yazılmıştı: "Vasiyetnamesiz Ölmüştür."
Böylesine bir yoksulluğun içinde büyüyen Manuel Benitez,yıllar sonra, cesareti, yeteneği ve olağanüstü azmiyle İspanya'nın en büyük matadorları arasına adını yazdırmayı başaracaktı... (“Bir sezonda 111 boğa güreşine katılarak Juan Belmonte'nin 109'luk corrida'lık rekorunu kırdı. yalnızca Ağustos ayı içinde 64 boğa öldürerk 35 milyon peseta yaklaşık 600 bin ABD Doları kazandığı sanılmaktadır”/vikipedi).

Yoksulluk günlerini hiç unutmadı,ablası Angelita'yı hiç ihmal etmedi...
Büyük ve tehlikeli bir dövüşten önce,kensdisi için ağlayan ablasına şöyle demişti:

"Ağlama Angelita...bu akşam sana ya bir ev alacağım ya da YASIMI TUTACAKSIN."/kaynak

 “İspanya İç Savaşı, 1936'da bir grup milliyetçi generalin seçilmiş Cumhuriyetçi hükümet karşısında darbe düzenlemesi ile başlamış, 1939'da General Franco liderliğindeki milliyetçilerin zaferiyle sonuçlanmıştı. Bu kanlı savaşta üç yıl içinde 350 bin kişi öldü, öldürüldü. Savaşın sonunda zafere ulaşan ve iktidarını sağlamlaştıran General Franco'nun faşist rejimi 1975 yılında ölümüne dek sürdü.

Yujenu, Franco rejimi sırasında sol kanat görüşlere sahip oldukları için öldürülen, ya da hapsedilen ailelerden alınan yaklaşık 30 bin çocuktan biri. Yujenu Oblana, çocukluğunun geçtiği Grave’nın sokaklarında geziniyor. Kendisini dinlemeye hazır olan herkese acıklı öyküsünü anlatıyor. ‘Yaşlandım!’ diyor; ‘Tazminat beklemiyorum, geride bulacağım bir ailem de kalmadı; sadece, insanların bilmesini istiyorum.

‘Rahipler, hükümeti deviren faşistlerle tam bir işbirliği içindeydi, sübyancıydılar; onların yüzünden ateist oldum.
İspanya’da iktidarda olan sosyalist hükümet, yeni bir yasa geçirdi. “Tarihsel Hafıza Yasası” Franco rejiminin infaz ettiği kişilerin ailelerine tazminat verilmesini öngörüyor; ancak Montzi Almengo, yaşları artık hayli ilerlemiş olan kayıp çocukların, ailelerinin izini sürmek ve hayatta kalan birini bulmak için pek de zamanları kalmadığını söylüyor
Franco rejiminin destekçileri, tarihin bu sayfasını kapatmamız gerektiğini söylüyorlar; ama bir sayfada neler yazdığını okumadan kapatmak, aptallık olur.

* * *

seni beklerim öptüğüm yerde ve cordoba'nın akıttığı kan müziğinin değişik yorumları:

http://www.youtube.com/watch?v=yPk0QD8Xnaw
http://www.youtube.com/watch?v=grSaZCaLSAY&feature=related
http://www.youtube.com/watch?v=36W6luhQFjM&NR=1
http://www.youtube.com/watch?v=3SSBPmzriMI&feature=related
http://www.youtube.com/watch?v=v633ylB-z6E&NR=1
http://sonerium.org/el-cordobes-cordobali-adam-ve-sarkisi.html (melodi)

12.5.10

unutma beni-amatör müzik

video kaldırıldı


Sloganım ve iddiam şudur:

Amatörlüğün heyecanı, profesyonelliğin ticaretinden daha sanattır.

9.5.10

ANNELER GÜNÜ

iki büyük nimet : Sümer Ezgü'den

Bence de kutlu olması gerek:)
ama kuru iltifatlarla değil somut haklarla...

Anne önce “kadın” iken çeşitli araç-gereçlerle asırlar boyunca sindirilince, koşulsuz “fedakarlık” kadın doğasına çaktırmadan ya da çoğunlukla zorla monte edilmiş.

Böyle olunca da, kemiksiz dilin çok kolay ürettiği iltifatın karşılığı, kemikli kasların zor koşullarda, bir yığın enerji, uykusuzluk ve yorgunlukla ürettiği değerlerle değiştirilmekte.

Anne, acınacak ve koruncak mağdurluk sıfatıyla özdeşleştirilmemeli.
Emeğinin miktarı, kalitesi ve önemi bilindiğinde, karşılık olarak diğer alemde ayağının altına (sanal) cennet sermek yerine, yaşarken gözünün önüne nimet yığmak daha önde olmalı.

Kaldı ki, Anneler doğası gereği, içinde debelendiğimiz “kapitalist ahlakın” tersine, önüne yığılan maddi karşılıkların tamamını dağıtmakla, mutluluğun fabrikasının temelini atmaya yatkınlığından bir şey yitirmez.

Annelik bir meslek, bir emek, bir insani değer, yaşamsal var oluşun önemi, birinci derecede değer arz eden özelliklere sahip iken,
menapoz dönemine giren bütün kadınlar neden emekli sayılıp da tazminatını ve ücretini alamazlar ve sosyal güvencesi bir erkeğin omzuna monte edilir!
Başka kapılarda çalışan hamile anneler hamilelik ve emzirme döneminin tamamında neden izinli sayılmazlar?
O anne doğurup büyüteceği çocuğun, askerlik dahil, içinde yaşadığı servet sahiplerine potansiyel “emek avı” olduğunu bilenler için, bebek iken hiçbir değerinin yok sayılması ahlaksızlık, vahşilik değil de nedir!

Kuru iltifatın maliyeti yok da ondan!
Para, “değişim aracı” olmak yerine, sadece sömürü çarkını döndürmek amacıyla “değer ölçüsü” olmuş da ondan.
Alırken “somut”, verirken “soyut” olmanın çelişkisini hiç olmazsa kendi annelerine gösterenlerden çok ciddi sakınmak gerektiğini düşünüyorum.

anneler günü yıl dönümü
Kadın-erkek eşit olsaydı

3.5.10

İlk “Bahar”ın sonu!

1 Mayıs ile başlayan bir son.

Bu yıl, Bahar’ın nefesi bir başka üfledi.
Yumurta üzerinde avlanan keklik gibi hissediyorum.
Renkler, kokular, fısıltılar, nağmeler, şiirler, umutlar...
büyülü lensini gözlerime, hangi tempoda yapıştırdığını anlamayacak kadar saf iken…

Ey sevgili, (diyesi geliyor insanın)
Birkaç cümleye ve kısa zamana sığdırılamayacak kadar, içi dolu, ateş tutamaklı cümlelerle "bir şarkı" eşliğinde.... bir bahar geçmek üzere! diyesi geliyor...

Bahar’ın son’u 1 Mayıs emekçi bayramı olarak kutlanırken,
éLLa demiş ki, "1 mayis mi o da ne. iscisin sen isci kal ..
isci bayraminda bile isciler calisiyor, patronlar tatil oluyor.. o ates coktan sönmus bile. sen yine de yellemeye devam et.."
Ardından
Taciz
ve tecavüz eylemlerini duyduğumda, birkaç yazıdır sözünü ettiğim, bahar yansımaları olan sevda aşk, sevme-sevişme gibi insani duygulara kuşkuyla bakmaya zorlanıyorum!

Evet, Bu yıl, Bahar’ın nefesi bir başka üfledi. Ama yellemeye devam etmek “ahmaklıktır diyor ella
Sıcaklar bastırıyor, artık yellemeyeceğiz yananlar saman alevi gibi ya için için yanacak, ya da kendi içinde sönecek.

30.4.10

öpüşmek>sevişmek



"Bahar sevdası"

Edibe Özlem Birsöz yazarlığa ilk adımını atmak üzere.

"Bir gün aşk kitabını yazacak", demiştim'in" şımarıklığı ve gururu... "buradaki "Sevgi Dağarcığımdakiler" başlığının 9. sırasında ve yıl 2007. Bir de Facebook yorumumda yazmıştım yazarlık sinyalini Sevgili edi'ye. Zaman ve kışkırtmaların zoru değildi elbette bu. Edibe’nin doğasının derinliklerinden fışkırdığını, Edibe’nin can Arkadaşlarından Ahmet Nesin’den (belki) önce keşfetmiştim:)

Edibe ile (bloglarımızda), "aşk ve sevgi" üzerine "edebi" yazışmaların keyfine doyum olmazdı. Hemen bütün yazışmaları arşivimin onur köşesinde saklamaktayım.
Edibe bu başlıktaki kitabı yaşayarak, hissederek, çözümleyerek, dik durarak yazan, "mutfak yazarlığı" farkıyla bir adım önde gittiğini düşünüyorum.
Edibe Birsöz, yazarlıktan öte bir tiyatro oyuncusu, Müzisyen, akademisyen… ve....

Nazım Hikmet'in Tahir ile Zühre aşkı Edibe'nin "karşılıksız aşk" tezinin referansıydı sanki.

Öpüşmek Sevişmek üzerine bir yorumda şöyle dediğimi hatırlıyorum bir yazı altına:

"Sevişmek"
aşkın, değiştirilmesi teklif bile edilemez temel anayasası.
Yaşama isteğimizin asıl odak noktası.

Bütün İŞ "sev" ile "mek" arasına girmekte.
“Yani (iki) yürekte., iş’te, emekte.

"öpüşmek"
Dudaktan kalbe değilse,
Grip enfeksiyonu kaçınılmaz.

Bütün iş “an” ile “ten” arasına girmekte,
Yani, zamanda ve karşılıklı sevmekte.

24.3.10

İdealizmin Gücü-Materyalizmin karizması




"Düşüncenin Gücü" kitabından özet:

Her insan varoluşunun kuralı ile bulunduğu yere gelmiştir. Karakteri içine inşa ettiği düşünceleri onu oraya getirmiştir.
İnsan kendini dış koşulların yarattığına inandığı sürece darbe alır.
Herhangi bir süre boyunca kendi kendini kontrol etmiş ve kendini arındırmış herhangibir kişi, koşulların düşünceden kaynaklandığını bilir.
Koşulların dış dünyası kendisini düşüncenin iç dünyasına göre şekillendirir
Bir insan düşkünler evine ya da hapishaneye talihin veya koşulların zalimliği yüzünden değil, “aşağılık” düşüncelerin ve “adi isteklerin” yolunu izleyerek gelir
Koşullar insanı oluşturmaz, ancak onu açığa çıkarır.

İnsan düşüncenin sahibi ve efendisi olarak kendinin yapması ve çevrenin biçimlendirici ve yapımcısıdır.
Doğumda bile ruh kendi başına gelir.
İstekleri ve duaları düşünce ve eylemleriyle uyumlu oldukları zaman yerine getirilir ve cevaplanır.

Çok yoksul bir adam düşünün, evindeki konforun iyileşmesi konusunda son derece heveslidir; fakat her zaman işten kaytarmakta ve maaşının yetersizliğinden dolayı işvereni aldatmaya çalışmasının haklı olduğunu düşünmektedir. Bu adam, gerçek refahın temeli olan en basit ilkeleri bile anlamamaktadır.
Her türlü bencil düşünce yalnız kendi çıkarını gözeten alışkanlıklarda belirginleşir ve bunlar acı verici şartlarda somutlaşır.

Sevgi dolu ve bencil olmayan düşünceler kesin ve sonsuz refah ve gerçek zenginlik şartlarında somutlaşır.
“ bir insan doğrudan koşullarını seçemez, fakat düşüncelerini seçebilir.

Beden zihnin hizmetçisidir.

Şüphe ve korku düşünceleri asla birşey seçemez, fakat düşüncelerini seçebilir.
Şüphe ve korku düşünceleri asla birşey başaramazlar.
Pek çok insan bir kişinin baskıcı olmasından dolayı köledir. “baskıcıdan nefret edelim” der.
Pek az sayıda insan bunu tersine çevirir, “pek çok insan köle olduğu için bir kişi baskıcı olur, köleleri hor görelim deme eğilimi vardır. İki taraf da cehalette işbirliği yapmaktadır.

Hayaller gerçeklerin fideleridir.

Yaşam okyanusunda mutluluk adaları gülümsemektedir ve ideallerimizin güneşli kumsalı sizin gelişinizi beklemektedir.


MArksist Felsefe den özet

"Kurtuluş", zihinsel değil, tarihsel bir iştir, ve bu tarihsel koşullar, sanayiin, ticaretin, tarımın, karşılıklı ilişkinin durumu tarafından gerçekleştirilir

İdealizme göre fikirler, insanların kafasında nedenleri bilinmeksizin ve onların varolma koşullarından bağımsız olarak ortaya çıkarlar. Ama o zaman idealizmin yanıtlayamayacağı bir soru konuyor ortaya: neden şu fikir antikçağda değil de zamanımızda ortaya çıktı!
Fikirleri hiçbir zaman onların nesnel temellerinden ayırmayan diyalektik materyalizm, yeni fikirlerin sihirli bir işlemle ortaya çıktıklarını düşünmez. Yeni fikirler, toplum içinde gelişmiş olan nesnel bir çelişkinin çözülmesi olarak ortaya çıkarlar.

Gerçekte ve pratik materyalist için, yani komünist için sorun, mevcut dünyayı köklü bir biçimde dönüştürmek varolan duruma pratik olarak saldırmak ve onu değiştirmektir.
ahlaki fikirler de nesnel toplumsal ilişkilerin bir yansısı, toplumsal pratiğin bir yansısıdırlar.

İdealistler, ahlakta, ortam koşullarından mutlak olarak bağımsız bir sonsuz ilkeler birliği görüyorlar: bu ilkeler bize tanrıdan gelirler, ya da yanılmaz "bilinç", bize, bu ilkeleri yüklemiş, kabul ettirmiştir.

Ama, örneğin "asla çalmayacaksın" buyruğunun ancak özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla varlık ve anlam kazandığını dikkate almak yeter. Geleceğin sınıfsız toplumunda hırsızlık kavramı, gerçeğe dayanan tüm temelini yitirecektir, çünkü servetler öylesine bol olacaktır ki, çalmak için bir neden kalmayacaktır

"... insanlık, kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar."

Diyalektik materyalizme katılmamış bir kimse için anlaşılmaz olan bu tümce şöyle açıklanır:
"Sorun" diyen, çözülecek "çelişki" der. Ama çelişki, eski ile yeni arasında bir savaşım değil de nedir?
O halde eğer bir çelişki beliriyorsa, bu demektir ki, yeni, daha önceden orada vardır, tohum halinde de, kısmen de olsa, yeni, daha önceden oradadır. Örnek: feodal toplum, ancak kendi bağrında, daha sonra kendisini yıkacak olan karşıt güçlerin (sanayi, burjuvazi) işlemeye başladıkları gün suçlanabildi. Sorunun çözümü, yolunu aramakta olan bu yeninin zaferi oldu
Ahlak, böyle bir ahlakı fiilen gerçek kılacak olan toplumsal koşullar nesnel olarak gerçekleşeceği zaman, bütün insanlar için aynı ahlak olacaktır, yani dünya çapında insanlar arasındaki bütün çıkar ayrılıkları geri gelmemek üzere yok edildiği, bütün sınıflar ortadan kalktığı zaman.

O halde, evrensel, yani tamamıyla insancıl olan bir ahlakın zaferine nesnel olarak yolaçan, idealistlerin ucuz tekerlemeleri değil, proletaryanın burjuvaziye karşı (ve sözde evrensel ahlakına karşı) devrimci savaşımıdır.

25.2.10

Kara Sevda (Nilgül)




Elbette,
kara sevda çağını hem zaman hem de kültürel olarak çoktan aştım.
Hem, kara sevda yokluktan, kıtlıktan doğar.
Bu başka bir şey, ama ne?

Bu aralar bu şarkı teslim aldı beni.
Biliyorum, geçici bir tutuklanma hali. Savunmam alındığında bırakılacağımı da biliyorum. Savunma dosyamda geçmişime ve her anıma ait belgelerimin tamamı hazır. Kesinlikle haklıyım ve de mutluyum; aynı zamanda güçlüyüm.

Şarkının sözlerini hiç mi hiç dikkate almıyorum. Bana kelepçe vuran şarkının melodisi ve ritminin arasında adliyeye doğru yol alıyoruz.

Bilinç altı mı karıştı? Yoksa bir darbe teşebbüsü mü sezildi, anlayamadım gitti:)
Yüksek sessizlikle bağırarak savunmamı yapıyorum şu an.
Bu sayfaya her dalışımda, play'a farenin ucuyla (kedi ile değil) "tık" yapıyorum, melekler not tutuyor anında. Tahliyemi bekliyorum.

14.2.10

sevgili olmak kolay sevgili kalmak zor

14 Şubat’ın “sevgililer günü ilan edilmesinin özel nedenini bilmiyorum ama, neden bir kış ayına rastladığı, “ya ocak ısıtır ya kucak” özdeyişine götürüyor insanı.

Hani, kedilerin“Mart sevdası”ndan esinlenilse, damardan akan kanın fıkıf fıkır kaynadığı iki sevgili,  kucak muhabbetinde farklı keyif çatarlardı.
İki sevgili kedinin damdan dama uzun atlama rekoru ve yüksekten düşme riski, aşka doğru orantıdan başka ne olabilirdi bu ay?
Çiçek özlerinin, arıların hortumlarına çektiği cilvenin esprisi, 14 Şubat ile Güneş'in ittifakına bağlanabilir ancak. Bu ittifak protokolü, arı-çiçek-insan arasındaki “afro-dizayn” problemi de çözmeye  hazır pek yakında. Sonra, temel içgüdüyü gıdıklayan sihirli bir maddenin ortaya çıkması...
O kara kovan balı.

Sokrates’e sormuşlar,
-Hocam, erkekler kadınların ellerini neden öperler?
-Eee, bir yerlerden başlamak gerekir, demiş.

Sevgili olmanın icraatları bunlarla sınırlı değil elbette.
“Gülü soluncaya, seni ölünceye kadar..” sevme ilhamı yine bahar müjdesinden alınmış olunmalı. “Güller ve dudaklar” adına yazılmış olan romanlar da öyle.

Antrenmansız sevgililerin yalnızca sevgililer gününde “seni seviyorum” demesi, dilin hamlamasına neden olabilir; ama çiçek satıcıların sevgilileri hariç.

Aşk ilhamı, sevmek bilmeyi, bu ikiliyi bir yürekte taşıyabilmek de mucizeyi gerektirir.
Bir sağlıklı insan sevme yeteneğine sahip olabilir; iki sağlıklı insan ise sevgili olabilir.
Gençliğinde aşk vurgununa yenilenler, yaşlılıkta kalp krizini yenerler

“Bir gün sevgili olmak yerine, her gün sevgili kalabilmenin” örgütsel politikasını kadınlar yapmalıdır. Çünkü erkekler bu sırada dünyayı kurmakla meşguldürler.

Alman Yeşiller Partisi yöneticileri bir seçim propagandasında bir afiş hazırlamış:
İki sevgili, gözleri kapalı olarak öpüşürlerken çekilmiş bir fotoğraf ve altında iri harflerle şunlar yazılı,
-Ey sevgililer, öpüşürken odaklanmak için gözlerinizi böyle kapatın, ama oy verirken asla!!!

14 şubat’ın “sevgililer günü” olarak uydurulmasının doğru yerinden kavramaya çalışıyorum. Öyle “ahmak kandıran” öpücük günü müdür, yoksa ilgi monotonluğunun, 364 günlük küf bağlamış zamparalığına, bir günlük zımpara atma pratiği mi?

Jetonlarımızın köşelerinden vazgeçebilmeye verilmiş bir fırsat da olabilir.

Sevginin matematiğine inanmayanlar, sevginin miktarını merak etmemelidirler bu gün.
Çünkü, sevginin çelişkilere değil, kusurlara bakmayacağı önceden bilinmeli.

Evet, bu gün sevginin önce varlığını, sonra da bir mevzi daha ilerisindeki miktarını anlamaya zorlamanın yıl dönümü.

Konumuz “sevgi ve sevgili”dir bu gün, unutmayın.
Bu iki sözcüğün ıncığını cıncığını harmanlama gününde, kim bilir birbirine benzemeyen kaç icatlık tanımlama düşer beyaz sayfalara ve kulaklara?

“aşkım için canımı, özgürlüğüm için de aşkımı feda ederim” gibi bir pot kaç kez kırılabilir bu gün?

Örneğin, nasıl bir sevgili olmak istersiniz bu gün ve bu günden sonrakilerde?
Hazırlayın siparişlerinizi.

Saçlarına bir bir yıldızlar takılıp, bulutların sırtında uçurulan melek mi;
yoksa, avrat-herif süngücüne terk edilen kelek mi?

Ciddi olalım bu gün; ciddi ve de dürüst….! Yılda bir kez dürüstlüğün ne zararı olur ki?
Hiç belli olmaz, diyenleri duyuyorum.
İdam mahkumuna son dileğini sormuşlar, bir dakikalığına kral olmak istiyorum” demiş. Kral yapmışlar onu, o da af ilan etmiş kendisine. Ama doğru sevgili bir günlüğüne affeden midir?

Ve sevgi, dalından koparılmış gülün ömründe değil, arasına sarılmış sözün davranışa yansıyan istikrarında aransın….

İki eşin birbirlerine sevgili olarak kalabilmesi zor, ama imkansız değil.
Örneğin, her insan diğerleriyle ilişkilerde "ayrı notadan çalabilir". Ama sevgililerin ayrı notadan ses vermesi, her zaman gerilim yaratmaz. Çünkü, iki sesin (iki ayrı tel gibi) birbirine akordu vardır. Üstteki "si" den çalarken, alttaki her zaman "mi"den çalabilmeli. Buna si-mi uyumu denir. Bu iki sesin akordu yaşamın stresleriyle bozulduğu zaman, sevgi "melodik" olmaktan çıkar, "gürültü"ye dönüşür. Bu akordu uyumlu tutturabilmenin bazı formülleri vardır elbette. Ama burada anlatamam (yerim dar)

13.2.10

politik sobe-2

Açalya ebelemiş-sobelemiş

Aynı model bir Mim daha görmüştüm. O mimden bu ebe(sobe)ye kadar krizlerin faturaları bizi epeyce evrimleştirmiş olamaz mı.

Bakalım:

1)Dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Düşünüyorum öyleyse varım diyemiyorum çünkü, düşünce şişede durduğu gibi durmuyor. Bu yüzden, düşünce suçu işlemek istemiyorum.
…..Desem de, dokunulmazlara değil, dokunmayanlara dokunmaktan yanayım.
Dokunulmazların dokunulmazlığını kaldırırsak, (m)illetvekilliğinin ne cazibesi kalır ki. Karsız eli keserler.
El dediysem, ellemek ile dokunmayı, dokunmak ile de okşamayı ayırmak gerek. Tabi ki yandaşları da kayırmak gerek.

2)Seçim barajı kaldırılsın mı? Neden?

Geçim barajını kaldırmak için, seçim barajını kaldırmak lazım (dersem de inanmayın). Çünkü kimse kaldıramaz bu barajın kapağını. Banu Alkanadan başka.

Bir kaşık suda boğulmaya alışık olan “biz”ler için, “baraj kalksa ne değişir ki” demekten çekinelim her zaman; ne oluruur ne olmaz (darbe falan).

3)Adayların belirlenmesinde nasıl bir yöntem uygulansın?

Valla birkaç yöntemden söz etmiştim daha önce, madem bir daha sordunuz, yeni bir şeyler söylemek lazım:
Bu ülkede öncelikle bir Palavra Fakültesi kurulmalı; hiç olmazsa adayların kariyeri tescilli olmalı. “Bas” ses tonu tercihen öncelikli ve en az yeşil kuşak sahibi olmalı (karate ya da sermaye kuşağı). Adayların seçim masrafları, ileriye yatırımda usta olan iş adamları tarafından karşılanmalı. Tabi ki, seçilecek olan da ağasına nankörlük etmemeli.
Proje-mroje gibi gavur icatlarına meyil edilmemeli,1500 ve 80 yıllık esen rüzgarları arkasına almayı bilenler aday olmalı. (hangi rüzgar? diye sormayın, söylersem tılsımı bozulur, siz anlarsınız).
…..
4)Yargı bağımsızlığı sizin için ne anlam taşıyor?

Yargı dediğin bağımlı olmalı, yargıyı Allah’ın ipine bağlamak gerek ama, ipin ucu kimin elinde bilinmez. Bilinse bile millet Allah dese de ip çekilir, yallah dese de… bu yüzden yargıyı sembolik olarak, “evrensel hukuk ilkelerine” bağlayalım ama paracıların gazabından, askeriyenin azabından kurtarmaya kalkışmayalım ki, çağın rajonuyla zıtlaşmayalım.

5) (Beşinci soruyu siz belirlemek durumunda olsaydınız neyi öğrenmek isterdiniz?)

Arzu edilen ile mümkün olanı uzlaştırma sanatının “kıvırmadan” gerçekleştirilmesine ne denir?

Diye sorardım. Sorunun cevabı ile sobemizin dedikleri arasındaki farkı öğrenmek isterdim.

2.2.10

Sağ ve solun kökeni

Romantizmdeki Politika başlıklı yazımızda sorduğumuz soruyu ve soruyu yönelten deyişi buraya tekrar alarak konuyu tartışalım.

Oğlan:-hah işte, o dünyalar senin olacak;
iste, yıldızları bir bir saçlarına takayım;
iste, bulutların üstünde gezdireyim seni,
iste, güneşi dizinin dibine indireyim

Kız:*-yeterrr... dünyanın dışında ne varsa hepsi senin olsun;
bana, dünyanın içinde verebileceğinden söz et!
Soru:
bu sevgililerden hangisi sağ görüşlü, hangisi sol görüşlü olabilir?Neden?

demiştik
* * *
Sağ-sol
“sağcılık” tanımı ne googlede ne de T. Dil Kurumu sözlüğünde bulunabiliyor.
“Sağcılık anlatılmaz yaşanır” tezine mi yormalı bu gizemi?
Yoksa “, birkaç yüz asırlık statükoya çelme takma misyonu mu sol” kavramının edebiyatını arşa çıkaran?
Bu konuda yazılabilecek çok fazla söz vardır elbette. Bizden önce yazılmış ve daha da geniş boyutlarıyla ele alınmıştır. Biz de burada sol adına bir şeyler özetlemişiz

O özetlerden faklı olarak,
Solculuk-sağcılık, genel olarak, toplumların hayatının odak noktalarına yön veren paradigma farklılığı diye anılabilir mi? Tam kestiremiyorum.

Birçok yerde sık sözünü ettiğim İktisatçı Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini "davranışlarında programlamanın adı" da olabilir sağ-sol ayırımı.

Örneğin, bir sağcı, statükoyu değiştirmeyi denemek yerine, statüko içinde bir yer edinme (tutunma) çabasıyla yetinir.
Bir solcu ise, hayatın zorunlu gereksinimlerini karşılama çabası kapsamında bir sağcı gibi davranırken, buna ek olarak, içinde bulunulan durumdan "daha iyisine" sahip olunması gereğini irdelemeye cesaret eder.

Bir vitrindeki ürün ilanında %70 indirim olduğu yazılı.
Bu görüntüye sağcının verdiği tepki: “oooovvv, iyice ucuzlamış” şeklinde olurken,
bir solcu:ana avrat dümdüz gider. ”Bu %70 indirimin içine bir miktar kâr oranı konulmadığı ne malum? en azından anaparasından aşağı fiyata satacak kadar enayi olamaz. Öyleyse daha önceden bu ürünü hep %70 fazlasıyla satmak, bir de yıl içinde bir kaç kez tekrarlı satmakla katlamalı kâr sağladığı düşünüldüğünde, bu pazarlama kültürünün hırsızlıktan, gasptan başka bir şey olmadığını” haykırır.

Solculuk-sağcılık tanımı, Fransız Devrimi sonrasındaki malum olayın sonucuna götürse de, buradaki konumuzla ilişkisi, yoksul kesimin yerleşik düzene başkaldırısıyla, Sosyalizm ile nispi özdeşik olmasıdır.

Sağ ve sol, “Özetle ve hatta kısaca en net tanımını idealizm ve materyalizm kavramlarında bulur” dersek abartmış olmayız.
* *
İdealizm,Felsefe’de dünyayı ve varoluşu, bilinç ve düşünceyi önemseyerek açıklayan öğreti. idealistler, varlıklar arasındaki soyut ilişkilerin, duyularla algılanan nesnelerden daha gerçek olduğunu ve insanların var olan her şeye düşünsel bağlamda, idealar aracılığıyla ve idealar olarak bildiğini savunurlar
-İdealizmin önceliği, maddenin algısı zihinsel bir durum. İdealizm için, “maddetanımazcılık” diyen filozof da mevcuttur. .


İdealizimin türevi olan metafiziksel dayanağa fazla itibar etmek geleneksel “sağ” anlayışa işaret eder.

* * *
-Diyalektik materyalizme göre, “düşünce maddenin, bilgi de gerçekliğin bir yansımasıdır”

“düşünce maddenin, bilgi de gerçekliğin bir yansımasıdır” sözünü
“madde biriktirme tutkusu” olarak algılayan dindarların “materyalizm”e karşılık “maneviyatçılık” sloganıyla karşı durmaları bir yanılgıdır bana göre. Buradaki materyalizm, doğayı ve “şey”leri anlamada önceliği belirlemeye çalışmakla açıklanabilir.

Oysa, kapitalizmin en büyük tutunma dayanaklarından biri de din ve idealist edebiyattır. İnsan sömürmenin somut güvenceye dayandırılması ise tamamen faşizm diktatörlüğüyle izah edilebilir ki, özellikle Liberal Kapitalistler, Liberalizmin “neo”ekiyle “idealistik yaklaşımlara” insan ilişkilerinde çok sık başvururlar. Elbette “kaos ortamları” için faşizmi yedek güç olarak tutmaları ayrı bir konu.
Ayrıca, sağ görüşlüler (dindarlar hariç) “bencil” önceliği için en küçük tavizi çok görürlerken (dindarların suçladığı anlamda) “maddeci”dirler, sol görüşlüler ise daha çok “bizcil” önceliğini dikkate alarak “materyalist”tirler. Aradaki farkın ayırımı dikkatlerden kaçmamalıdır. Biri önceliği ve dönüştürme gücünün kaynağını, diğeri ise sahip olma güsünü içinde barındırır.

Bu durumda konumuzun kahramanı kızın, oğlandan isteği olan “bu dünyada verebileceklerin”den kastı, oğlanı gerçekçi olmaya davet olarak açıklanabilir mi?
Bence evet.

Sonuç olarak, Kız mı sağcı, oğlan mı sağcı sorusunda, oğlanın daha idealist (metafizik), kızın daha somut, diyalektik kulvarda olduğu görülmektedir.
-------------------
Genetiğin sol-sağ ile ilişkisine burada Prof. Yankı Yazgan beyin fırtınası estirmiş.
Bir de resimde görülen beyin yapısının sağ-sol loblarndaki oluşumlardan söz edilebilir.
Belki bir sonraki yazımızın konusu....

31.1.10

romantizmdeki politika

Adam, sevgilisini iki omzundan tutarak aşk mevzisine alır.

-Sevgilim, gözlerime bak!

Kız gözlere bakmaya çalışır ama, bakış açısı ayın loş ışığında ağaç dallarının gölgesine takılır. Senaryosu malum Türk filminin romantik sahnelerinden biri.

Kız olacakları farkeder ve senaryoya sevgili hatırına katlanmaya karar verir.

*-Bakıyorum sevgilim.
- Ne görüyorsun gözlerimde?
*-Dünyaları görüyorum sevgilim.

-hah işte, o dünyalar senin olacak;
iste, yıldızları bir bir saçlarına takayım;
iste, bulutların üstünde gezdireyim seni,
iste, güneşi dizinin dibine indireyim
......

Kız, bu kadarı fazla diye düşünür içinden.

*-yeterrr... dünyanın dışında ne varsa hepsi senin olsun;

bana, dünyanın içinde verebileceğinden söz et!
* * *
Soru:
bu sevgililerden hangisi sağ görüşlü, hangisi sol görüşlü olabilir?
Neden?

DEVAMI BURADA

13.1.10

gözün nuru sönünce!


Gözlerimde sorun vardı, doktora gittim.
Önce Allah’a sonra doktora güvenerek ameliyat olmaya karar verdim. Ameliyat sonrası gözlerim enfeksiyon kaptı ve kör oldum. Doktor hakkında dava açacağım!
(Tv. Haberlerinden izledim). ve kanalDhaber
***

. ….Gözyaşının ilk görevi gözü mikroplara karşı korumaktır. İçinde bulunan "lizozim" enzimi birçok bakteri türünü parçalayabilme ve mikrop öldürme özelliğine sahiptir. Lizozim sayesinde göz, enfeksiyonlardan korunur. Bu madde, binaları mikroplardan temizlemek için kullanılan kuvvetli dezenfektanlarda kullanılan maddelerden bile daha etkilidir. Bu kadar güçlü olduğu halde göze hiçbir zarar vermemesi ise büyük bir mucizedir.
Bu bilgilerin ışığı altında bir kez daha durup düşünmek gerekir. Böylesine güçlü bir dezenfektan, nasıl olur da göz gibi hassas bir organa hiçbir zarar vermez? Cevap çok açıktır: İçinde son derece güçlü bir dezenfektan bulunan gözyaşı gözün kimyasal yapısına en uygun şekilde yaratılmıştır. Yaratılışın her noktasında mevcut olan muhteşem uyum, aynı şekilde göz ve gözyaşı için de geçerlidir….. Öte yandan insan yapımı hiç bir dezenfektan göz yaşının yerini tutmaz. Bu durum evrimciler tarafından cevaplanması mümkün olmayan soruları da beraberinde getirmektedir. ….
İslam Mucizesi.com dan


***

Bu iki durum birbiriyle öyle bir çelişmiş ki, ayrıntıları düşünmeden edemedim. Yalnızca düşündüm mü ki, aynı zamanda düşündüğümü yazıyorum gördüğünüz gibi:)
Düşünceler alkole benzer bir anlamda; alkol şişede, düşünce akılda durduğu gibi durmaz dışarı çıktığında. İşte böyle olayların içindeki çelişkilerin, özel hayatlara yansıyan bölümüne el koyar.

Hani "söz üçar....." cinsinden bakılsa böyle oluşturulan değer yargılarına? Tam tersine uçan sözlerden değil, alabildiğine şiddetli müdahale halinde bir pradigmadır toplum hayatında.
Allah'ı böyle aralara sokuşturmaya kalkışmak yerine, ondan sezginizin gücü kadar "kişisel huzur bulmak"la yetinilse... daha saygın kalmaz mıydı? diye düşünüyorum.

Nedir o?

Hasta önce Allah’a güveniyor sonra doktora, ameliyat oluyor; sonuçtan ikinci derecede güvendiğini sorumlu tutuyor.

Zamanında ödenmeyen senetin birinci borçlusu yerine kefillere icra kaldıran devlet gibi…..

Bir de “İslam mucizesi” dedikleri konu var ki paragrafta, hasta göz derdinde, İslamcı kardeşler “kanıt” derdinde. Gözyaşına baskın çıkan enfeksiyon ( o da kendiliğinden ve göz yaşı ile eşit koşullarda) geni değişikliğe uğratmıyor mu?
Gözün nuru sönse de nurcunun hırsı sönmüyor.

Neyse buradan ötesi boyumu aşar….. ama birçok imamın boyunu aşmıyor(!)

4.12.09

DEMOGOJİK AÇILIM

Kapitalizm demek ister ki:çalışan (insan) limona benzer, ne kadar sıkarsan, o kadar suyu çıkar. Kabuğunun acısı çıkmasın diye de, duracağı yeri iyi bilir. “Hukuk düzeni ve demokrasinin erdemini propaganda ederken, bunu kasteder.

Şekildeki "yeşil" mengenenin kolunu “sağ”a çevirdiğinizde “kapa”nım, sola çevirdiğinizde “aç”ılım özelliğine sahiptir. Başka deyişle, açma ve kapama kararını, mengene kolunu elinde tutanın siyasi markası belirler.
Bu mengenenin yanakları arasındaki sıkışan temel haklar ile, bu mengeneyi sıkıştıran kolu kimlerin tuttuğu merak edilmelidir ki, amaç ile sonuç arasıdaki aykırılığın suçunu Allah’a atmış olmayalım
* * *

Aç-mak ile kapa-mak arasında sıkışan bir hükümet ya da inanç gurubu ile karşı karşıyayız.

Kürt Açılımını “açmak”, türbanı da “kapa-t-mak” olarak düşündüğümüzde, mengenenin iki yanağını çatmış oluruz.
Son yirmi yılın birinci gündemi yapılan bu iki konu, hayatımızın basamaklı dinamiklerini yani
*Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini altüst etti.

Son yirmi yılın birinci gündemi derken, T. Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecindeki olguları ve sonrasındaki yalpalamaları göz ardı ettiğim düşünülmesin. İşin burası arapsaçından daha karmaşık da ondan girilemiyor.

Sonuçta, bu kadar okul ve genel hak mağduru Türbanlı kadınlar-kızlar ile, çocukların bile kurban edildiği ve bunca insanın öldü-rül-düğü “kürt sorunu” ideolojik markanın bir tercihidir sanki; yani, mevcut düzenin tasarladığı (ya da başka türlüsünü beceremediği) bir sonuç!

Ortada isyanları haykıracak bir yığın neden var iken bile, “kürt” diye başlayan bir açılım isteğinin kaygısından, Kürtler lehine bir sonuç ummak pek akılcı gelmiyor bana.

Yazılı yasalarla kötülüğün üstesinden gelinemiyorsa, elbette ki insanlar bir şekilde örgütlenerek, güçlerini ortaya koyarak egemenlerle hak pazarlığına oturabilirler.
Ancak, öncülerinde “aşiret reisi” gibi feodal gericilik bulunan bir hareketin sonu,
karşısında mücadele ettikleri yapıdan farksız olmayacaktır. Görünen manzaraya göre, yine ezen ve ezilen sınıflar yerlerini alacaklardır orada.
Çok konuşulan Dersim ve Şeyh Said İsyanlarına bakılınca, Cumhuriyet ile hesaplaşmaya girişmesinde şaşılacak bir şey görülmüyor. Aynı zamanda o tür isyanların aleti yapılan halkın kaderinin değişmeyeceği belli ola ola!! Binlerce insanın bir avuç çıkar gurubu hesabına öldüğü ve öldürüldüğü düşünülürse, neden-sonuç çelişkisi ancak böyle sırıtır!!

Kürtler’in sol kanadı, bu çelişkileri görmezden gelirken, yağmurdan kaçıp doluya tutulmaları kaçınılmaz görülüyor.

"Klavuzuna bak, geleceğini gör".

Öncelikle, demokratik kültürü damarlarında (ve yüreğinde) hissetmediği geçmişinden ve mevcut kişiliğinden belli olanlar bu işin öncülüğüne soyunmaları oldukça tuhaf!
Yoksa “hakların verilmesi kavramı” öncelikle kapitalizmin doğasıyla çakışır; daha sonra, “açılım”a start veren düşünce temsilcisi olan Ak Parti öncülerinin “hak verme” (sadaka verme değil) konusunda sicillerinin parlak olmaması ortadayken…
Öyleyse AKP’nin kürt açılımı konusundaki cömertliğinin altında yatan nedeni,
“Kemalizmi sarsmak” olarak sınırlayabiliriz. Kendileri Ümmet toplumunun kültür altyapısına sahip olduklarından, Kürtler içindeki çeşitli mezhep, aşiret tarikat ve cemaat yapılarını yaşamın alt yapısı olarak algılatmakta yarar bulduğu söylenebilir.

Ailesinde kadın açılımını yap(a)mayanların, ülkede “demokratik açılım” yapacakların demokratlığına güvenmek gerek!
Dindar motifli politik kimliğe sahip olanlar, kadını erkeğin emrine veren Nisa Suresi’nin 34. ayetini yok sayabilirler mi?
Nüfusun yarısı olan kadınların üstü örtülmüş demokratik hakları böyle bir zihniyetin övüncünde dururken, nüfusun beşte biri olan Kürtlerin demokratik haklarını vemeye(!) soyunmak mı asıl amaç, yoksa Kemalizm’den Osmanlıcılık rövanşının alınması kurgusu mu?

Kaynağını Türkçü gelenek ve Sünni mezhepten alan bir anlayışın, “kürt ve alevi kimliğinin” “iticiliğini” (!) özünde taşıdığı bir gerçektir. Böyle bir kültürün kışkırttığı Kürt Hareketi”, evrensel emek hareketini aşınca, ırk ve mezhep yarıştırma işi, malum senaristlerin oyunu olarak başarıya ulaştırılacaktır elbette!.
Onlara göre Sosyalizm ölmüştür; Enternasyonalizm’in ünvanını sermaye Globalizmi almıştır; oyunun kuralını onlar koyar!
"Emeğin ve egemenliğin tam karşılığını isteme ama, soyut kavramların tamamı senin olsun, sakıncası yok” !! der gibi........
-----------------------------------------------
Kaygısızlık da değneğin diğer ucu.

Atlı arabaların, faytonların peşinde
Yollarda at tersleri kalıyor geçişinde...
Üşüşür ters başına aç karınlı serçeler
Açlığa nîmet olur terste kalmış taneler...
Tek ümit ters gözlemek ise aç karınlara
Aç karınlar ne kadar güvenir yarınlara...
Alper Kürük
Not:
“Ters” yerine uygun olanı koyabilirsiniz

-------------------------------------------
*maslow un ihtiyaçlar hiyerarşisi

1. fizyolojik ihtiyaçlar ( açlık, susuzluk, cinsellik, soluma gibi)
2. güvenlik (elbise, ev, sağlık, asgari delir ve sosyal güvenlik sigortası)
3. ait olma (sevgi, aşk, dayanışma)
4. saygınlık (doyumluluk, dürüstlük, özveri yeteneği, kariyer)
5. kendini gerçekleştirebilme (icat, sanat, meslek, başarı)

bu görüşe göre insan en temel ihtiyacını gidermeden, bir diğerine geçemiyor.
maslow'un bu teorisi, iki temel varsayıma dayanır.1.insan davranışları onun belirli gereksinmelerini gidermeye yöneliktir.2.insan gereksinimleri öncelik sırasına konabilir.buna göre, alt düzeydeki bir gereksinim belli ölçüde karşılanmadıkça birey, bir üst düzeye gereksinmeyi karşılamaya yönelmez.