19.10.10

müziğin sekiz rengi

İnsan, hem maddi hem de manevi yapısından dolayı her iki özelliğin de çeşitli derecelerde doyuma ihtiyacı olduğu bilinir. Bu dünyada temel maddi ihtiyaçlar öncelikle güvenceye alınmışsa, ruhun da doyum gereksinimleri belirli basamaklarda ortaya çıkmaya başlayacaktır. Renkler ve melodik sesler bu ihtiyacın giderilmesinde ana öğe olarak, hayatımızdaki anlamı güçlendiren ve zenginleştiren önemli bir değer olmalı.
Güneş’in “8” rengi “8” notada sayı olarak rastlantı mıdır, yoksa mucize mi? Bunu biz değil ancak
* * *
Renk, Işığın cisimlere çarptıktan sonra yansıyarak görme duyumuzda bıraktığı etkiye deniyormuş.
Müzik ise sesin kulağımıza çarptıktan sonra yansıyarak beynimize uğrayan ve oradan ruhumuzda estetize olan etkisine denir.

Bilinen üç ana rengin türevini aldığımızda, ikinci kademe, “8” adet
ana rengin olduğunu görmekteyiz.
Ara renkler olduğu gibi, ara notalar da vardır ki, onlar minör-majör, bemol-diyez
gibi adlarla ara sesleri ifade eder.

Renk ve müziği bir arada düşündüğümüzde,  sevdaya
(ya da moda deyimle aşka) uçuşun kanatlarını kurmuş oluruz.
* * *

Sevdanın mayası coşkudur. Bir iş ya da çiş yaparken, ya da yolda yürürken şarkı mırıldandığınız (kesin) olmuştur. Ağzınızdan çıkanı komşuların ve yoldan gidenlerin değil, kendi kulağınızın ve sevdiklerinizin duyması bile şart değil böyle durumlarda; dilinizin titreşimi ruhunuza muhtaç olduğu asil mesajı gönderecektir. Oradan nöronunuza fırladığında, coşkunuzun kontratağını tutana aşk olsun:) "tıngır-mıngır" sözcükleri, "tıngırtı" ve "mırıldanmak"tan gelen, basit uğraşlara, yani Ajdar'vari girişimlere verilen addır.


İşte böyle:)
Bazen de böyle,
????
saatlerce,
alabildiğine amatörce,
ve
çoğunlukla bence...
aradabir sevdiklerimce.
"trans"atlantike doğru transfer olabildiğimce.

kendim çalar kendim dinlerim bir de sevenlerim.
bazen böyle geçer günlerim. bazen de... bilindik şeyler.

* * *

Nazım’dan bir parça
.............
Burası benden başka kaç insanın evidir?
Bilmiyorum.
Ben bir başıma onlardan uzağım,
hep birlikte onlar benden uzak.
Bana kendimden başkasıyla konuşmak
yasak.
Ben de kendi kendimle konuşuyorum.
Fakat çok can sıkıcı bulduğumdan sohbetimi
şarkı söylüyorum karıcığım.

Hem, ne dersin,
o berbat, ayarsız sesim
öyle bir dokunuyor ki içime
yüreğim parçalanıyor.


. ................
rengin notaya dönüşümü

15.10.10

Şili madencileri ve çapraz çelişkiler

el cigarrito youtobe

Darbe ve Şili Halk Ozanı
Victor Jara' nın öldürülmesi

Victor Jara, diğer şarkıcılarla birlikte Salvador Allende ve sol partilerin birleştiği bir hareket oalan Unidad Popular yararına birçok konser verir. 11 Eylül 1973'de Augusto Pinochet'nin gerçekleştirdiği darbe sırasında, Victor Jara Teknik Üniversite 'deki işi başında tutuklanır ve birçok yoldaşı gibi Estadio Chile'de (Şili stadyumu) işkence görür. Bir daha gitar çalamaması için elleri kırılır. Hatta bu korkunç işkenceler sırasında bile Jara, Unidad Popular 'ın şarkısını söylemeye çalışmaktadır Nihayetinde vahşice dövülen Jara, bir makinalı tüfekle öldürülür ve cesedi Santiago Mezarlığı yakınında bulunur. Fakat Karısı yine de onu onurlu bir şekilde defnetme imkânını bulur. Akabinde Şili'yi terk eden karısı 1994'te onuruna "Fundación Víctor Jara"'yı kurar.

Şili'deki Pravda muhabiri Vladimir Çernisev, Jara'nın son anlarını şöyle anlatıyor:

Victor Jara dudaklarında şarkıyla öldü. Onu yanından hiç ayırmadığı refakatçisiyle, gitarıyla birlikte stadyuma getirdiler. Ve şarkı söylemeye başladı. Öbür tutuklular, gardiyanların ateş açma tehdidine rağmen melodiye eşlik etmeye başladılar. Sonra bir subayın emri ile askerler Victor'un ellerini kırdılar. Artık gitar çalmıyordu, ama zayıf bir sesle şarkı söylemeyi sürdürdü. Bir dipçikle kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar/
(wikipedi'den):





2010 Şili Maden kazasında kurtulan Madencilerin düşündürdükleri:

Şili madencilerinin kurtarılması her şeye rağmen mükemmel bir olaydır. Yardım eden bazı batı ülkeleri teknolojiyle reklam yarışına girmiş olsalar da...
Bu olayın bir de şov tarafının olduğunu görmeliyiz.
Hayır, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer gibi komik düşünce içinde değilim. "bizimkiler acısız rahat öldüler, biz olsak üç günde kurtarırdık" gibi alaycı uslupları kınıyorum.
Kurtarılma yöntemini çok önemsiyorum ve kendi çapında düşünüldüğünde, asırlık bir olay olduğunu ben de herkes gibi kabul ediyorum.
Ancak, böyle şovların arka kapısındaki etkilerin de görmezden gelinmemesi gerektiğini düşünüyorum.

Malum şirketler imaj yaratmak için reklama bedel ödemiş olsalardı, o işçileri kurtaracak malzemenin maliyetini kat kat aşabilirdi.

Dünyadaki çeşitli ülkeden şirketlerin sağladığı malzemelerle, yer altındaki işçilere ulaşabilen 700 metrelik sondaj yapıldığı söyleniyor. Kimi kaya delen matkap, kimi fiberoptik kablo, kimi uzun süre şarjı bitmeyen cep telefonu..vs. ve Amerika’dan Nasa bu operasyonda rolü olanlar olarak arşivlere giriyor.

Madencilerin kurtulması başka, bu kurtarma aşamalarındaki şirketlerin imaj propagandaları başka açıdan değerlendirilmesi gerektiğini tekrar ediyorum.
Şirketlerin genel zararlarından söz ederken, Fritjof Capra’nın bir kitabındaki şu sözü hatırladım:

“Onlar bize pırıl pırıl parlayan tabaklar ve çamaşırlardan bahsederler, fakat pırıl pırıl nehir ve göllerin bir bir elden çıktığını söylemeyi unuturlar nedense!”/Henderson

Şirketlerin kar güdüleri her zaman “önce insan” kavramını güdebilir mi!

Sosyalizmin nefesini ensesinde hisseden bazı modern şirketler, “davranışsal model” diye açıkladıkları üretim-yönetim modellerindeki sloganları “önce insan”dır.
Oysa, "önce insan" asla üretimdeki kar’ın ve yağmalanan doğal kaynakların bölüşümünde değil, üretimin en ucuz yoldan artırılması için özveri kışkırtmasından öteye gitmeyecek bir amaçtır.

Sabah G. Yazarı Süleyman Yaşarın iddiasına göre, Şili madencilerinin kurtarılması serbest pazarın başarısıdır.
Serbest pazarın başarısı buysa, aynı serbest pazarın dünyadaki bütün iş kazaları, emek gaspları ve doğa yağmaları neyin başarısıdır?
Güney Amerika ülkelerinde doğal olarak oluşan bir Amerikan emperyalizmine karşı duruşların olduğu biliniyor. Şili halkı da bunlardan biriyken, Allende ile bağımsız bir yön bulduğunda, Amerika destekli diktatör Augusto Pinochet darbesi ile Şili, global emperyalizmin kucağına oturtulmuştur.

A. B.D.’nin özel ilgisiyle, Şili ekonomisinde göze görülür düzelmeler ile, çevredeki diğer anti Amerikancı devletlerle rekabet üstünlüğü amaçlanması taktik açıdan olağan karşılanabilir. Çünkü, Brezilya, Arjantin, Küba.. gibi ülkelere gözdağı vermenin politik stratejisi önemseniyor olunmalı.

İşin bir başka yönü, Şili’nin politik kaderinin Türkiye’ye çok benzediğini görmekteyiz.

Onlar da Amerikan darbecilerinin gölgesinde yaşamaya mahkum edilmiş, biz de,

Onlarda da aydın düşmanlığıyla faşizm özdeşleşmiş, bizde de.

Onlarda da aydın kıyımıyla geniş halk kesimine gözdağı verilmiş, bizde de.

Onlarda da hıristiyan misyonerler sosyalizme kayması muhtemel halkın önüne set olarak çekilmiş, bizde de cemaatler.

Onlarda da vatansever-halksever sanatçılar acımasızca katledilmiş bizde de
…….

Birkaç örnek:

Şili’de ünlü aydın ve sanatçıların Amerika ve yerli faşistleriyle kavgalı olduğunu anlıyoruz..

Isabel Allende (*1942), en ünlü çağdaş Şili yazarı. Ruhlar evi (filme de alınmış), Fortuna'nın kızları, Sonsuz plan gibi dünya çapında yayımlanmış romanları mevcuttur. Ayrıca kendisi eski başkan Salvador Allende'nin de yeğenidir.

Roberto Bolano (1953-2003), Sürrealist şiir yayımcısı. 1973'teki askeri darbeden sonra sürgüne çıkmıştır. Bir çok edebiyat ödülü sahibidir. Barcelona'da ölmüştür.

Víctor Jara(1932-1973), politik şarkıcı. Nueva canción (yeni şarkı) akımının ve tüm Güney Amerika'daki devrimci sanatçı hareketinin en önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilir. Salvador Allende'yi desteklemiş, askeri darbe sırasında işkence görerek öldürülmüştür.

Pablo Neruda (1904-1973), Dünyaca ünlü şair, yazar ve 1971 Nobel ödül sahibi. Çok sayıda sosyal ve politik şiir yayınlamış ve Salvador Allende döneminde Fransa Büyükelçiliği görevinde bulunmuştur. Askeri darbeden kısa süre sonra kanserden ölmüştür.

Tom Araya (1961- ) , Dünyaca ünlü thrash metal grubu Slayer'ın kurulduğu 1981 yılından beri vokalistiğini ve bas gitaristliğini yapmaktadır.

Gabriela Mistral (1889-1957), şair ve 1945 Nobel edebiyat ödülü sahibi. Sevgilisi Romelio Ureta intihar ettikten sonra şiirlerinde aşk, ölüm ve umut temalarını işlemiştir. Daha sonra Şili için diplomatik alanda çalışmıştır.

Inti Illimani, Quilapayún, Illapu gibi müzik grupları "Nueva Canción Chilena" (Şili yeni şarkısı) akımını dünyaca ünlü hale getirmişlerdir. Bu gruplar askeri darbe yüzünden yıllarca yurt dışında mülteci olarak bulunmuşlardır.

Violeta Parra (1917-1967) "Nueva Canción Chilena" akımının kurucusudur. Şarkıcı fakirlik içinde büyümüş ve çok erken yaşlarda kendi folk müziklerini bestelemiş, 50'li yıllarda geleneksel şarkıları toplamış ve derlemiştir. Kendi eserleri, güçlü politik karaktere sahiptir. Müziğin yanında şiir yazmış, resim ve heykel yapmıştır. Bir çok Şilili ve uluslararası sanatçı şarkılarını seslendirmiştir. En tanıdık şarkısı Gracias a la vida 'dır.

Mercedes Sosa - Gracias a La Vida -YouTobe

Antonio Skármeta (1940), yazar ve Salvador Allende taraftarı. 1973 darbesinden sonra ülkeyi terketmiştir. Diktatörle ilgili çok sayıda roman ve hikâye yazmıştır. 2000 ile 2003 yılları arasında, daha önce sürgünde bulunduğu Berlin'de konsolosluk görevinde bulunmuştur.

Roberto Matta (1911-2002), 20. yüzyılın büyük sürrealist ressamı. Aynı zamanda Salvador Dalí ve Federico Garcia Lorca'nın arkadaşıdır.
 Wikipedi’den:

17.9.10

dene-n-me yazısı

TDK:
rencide :
İncinmiş, kalbi kırılmış.

Neden, kim kırmış?

Ne bileyim, şu anda hiçbir şey sorma.

İnci gibi kalbimden beynime giden hat kopmuş, haberleşeme parazit olmuş!
 Gel-gitlerdeyim şu an…. “Git-gel” değil, “gel-git” anladın mı? Çok zıt.
 Kim bilir, kurulmuş bir sarkaçtır belki de gidip-gelmeler…
Paça altından tırmanan buğday başağının aynı yerden çıkarılması mümkün mü?
Git-geller de öyle. Gidip dönmelerin engelleri yüksek olur.

 Büyük incinişlerde yüksek engeller! Yani şu an. Gel-git.

Hani var ya? 
Ne kadar yükseğe kaldırılırsanız, yere doğru atıldığınızda o kadar incinirsiniz. Fizik yasasının, ruh yasasına katkısı.…


Ne olur, çok sorma ve incinişe aitlerimden parça koparma!

Cevap veremem şu anda ve dahi şu anda….
Yani hiçbir anda ve hiçbir zamanda...


 Çok sevilmeyeceksin, çok yüksekten bırakılırsan bir gün, incinirsin diye uyarmıştı deli şair. 
O'nun hissedemeyişi kızgınlığındandır, yüksekten usulca, yere doğru gidişinizin sıcaklığını . Ama kayacaksınız, incineceksiniz, belki de kırılacak...

Bir milim yol almışsanız bile, bir ağırlığınız vardır ivme yasasına göre... O’nun yüreğinden yer çekimine doğru istikamettesiniz artık. Tutamazsınız o kımıldanışın ağırlığını, zaptedemezsiniz, atmosfere itildiniz. Yer kucak açtı size. Her dönüşü olmayan gidişlerde kucak açması gibi.
İlla ki yere çakılmalı bir kez insan. Ne kadar ağırsanız O'nun gönlünde, o kadar hızlı çakılırsınız yere.
İncinmelisiniz sonuçta cansınız. Sizin taşıdığınız O'nun canı.
Çok sevmeye devam edeceksiniz, zararı yok, çekim yasası, yer-toprak doğası sevginize onarılma hakkı tanımıştır, kullanır kullanımaz O bilir. Ama bu hak size açılan bir kapıdır.
 Her yanınız et ve kemik parçasından ibaret olsa, birkaç pansumanla birkaç zaman üstesinden gelebilirsiniz incinişlerin. 
Gelgör ki, incinişler başka türlü kanar!




Çok incindim!
En iddialı,
en sağlam,
en tavizsiz,
en emek verdiğiniz,

biraz ansızın gibi,
öyle olmasa da, seyrinizin rotası belliyken doğrultunuzun, bükülme hali ve en sev-il-diğiniz tarafından!!!

Yok canım, çok yükseğe çık-artıl-mayın demiyorum, incinişe karşı hazır bir refleksiniz olsun, yani paraşütünüz….
Türk Dil Kurumuna bıyık altından (o da yok burnumda ama olsun, öyle say) bir gülümseme fırlatabilirim belki şu yoklukta. “rencide” . adeta ince-hassas bir akort gibi geldi bu pozisyona bu sözcük, rencide.
TDK nedenler niçinler üzerinde durmuyormuş duyduğuma göre.
Durmazsa durmasın!
Umrumdaydı sanki!
Şu anda, yani şu anda umrumda rencideden başka kontenjan kalmamış ki. Sınavsız sorgusuz, tek başına…

En iddialı saydığınız “kişilik-kimlik omurganızın” ortasına ardı ardına tekme yediğiniz oldu mu hiç? En iddialı, yani en sağlam, yani en tavizsiz, yani en emek verdiğiniz,
yani biraz ansızın gibi, öyle olmasa da, seyrinizin rotası belliyken doğrultunuzun, bükülme hali ve en sev-il-diğiniz tarafından!!!
Yok canım, çok yükseğe çık-artıl-mayın demiyorum, rencideye karşı hazır bir refleksiniz olsun diyorum, yani paraşüt gibi bir şey….

15.9.10

kanunsuz aşklar

kanunsuz aşklardan uyanmak için bunu KURUN
arşivimden:

kanun?

sabıkalı aşık!
bu bir masumiyet!
Ama bir de suç.
Kafanın "içi" arapsaçı bu kez!

Ne ariflere,
Ne de tariflere sormalı.
Ne kıvılcımı,
Ne de körüğü olmalı.
Bir bilmece deyip geçmeli,
Cevabı hiçlerden seçmeli.
Bir yanlışı, çok doğruyu götürmüşse
Sancıları sol yanından geçmeli

Nerde, neden, nasıl, niçinse,
Pişmanlığı keşkesi içinse,
En umarsız zamanda
ve
Uğursuz tonda uyurken,
Aniden
ve
Tepeden "PAT" diye işte!!


13.9.10

REFERANDUM SONUÇLARINDAN YAŞAM KALİTEMİZE..

12 Eylül 2010 referandum sonuçları bilindiği gibi, %58 evet, %42 hayır oylarıyla belirlendi.

27 adet anayasa maddesi taslağının değişmesi olarak ortaya çıkan bu sonuçtan, toplumun farklı kesimlerinin beklentileri yine farklı oldu.

AKP (akparti) bu 27 maddelik içeriği öyle ayarlamış ki, farklı beklentileri dikkate alarak, çoğunluğu sağlamayı hedeflemiş ve amacına başarıyla ulaşmıştır.

27 maddelik yasa taslağını tek tek incelediğimizde, özet olarak söylersek:

10 ve 41. madde,
çocukları ve kadınları korumakla ilgili, daha önce mevcut yasadan çok da getirisi olmayan maddelerdir. Öyle ki, daha önce dediğim gibi, hakim kültür olan din kaynaklarındaki kadın-erkek eşitsizliğine bir kültürel eylem yapılmayacaksa, bu madde, kadın duyarlılığını istismardan öte geçmeyecektir.

51,53,54,128,129. maddeler,
memur sendikalarının örgütlenme hakkıyla ilgili. Önceden örgütlenme hakkı olan işçi sendikalarının sendikasız (sözleşme hakkı bulunmayan) memurlardan daha vasat olduğunu düşündüğümüzde, pek bir kazanım olduğu söylenemez.
Ancak, hak ile ilgili daha ciddi kazanımlar düşünülebilirdi. Örneğin, KPSS gibi bir sınav ile, üniversitelerden alınan diplomaların "hiç" sayılması gibi bir anlayışın yok edilmesi gibi…
Avrupa ortalamasının dörtte biri dahi olamayan üniversitelileşme oranımızla, bu kadar eğitimli işszilerin barındırılması çelişkisini ortadan kaldıran işsizliği önlemek önceliği ortada dururken!...

KPSS curcunalı memurluk bile örgütlü işçilikten daha avantajlı olduğuna işaret eder!
Bir de taşeronlaşmanın hızla yayıldığı bir ülkede, mevcut yasalara rağmen, köle sisteminin rahat uygulandığını yaşayarak görmekteyiz. (Bunun hikayesini örnekleriyle daha sonra yazacağım.)
Burada örgütlülüğün "gereksizlini" söyleme gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Elbette örgütlenmenin önemi büyüktür. Burada sakat olan şey, örgütlenme hakkına karşılık, örgütleri baskı altında tutma yöntemlerinin daha da güçlendiriliyor olması. Bir koyup üç alması...

84,94. maddeler,
Milletvekilleriyle ilgilidir ki, bu gidişata göre halkı çok da ilgilendirmez.

144,146,149,159,25,26,27.
sıradaki maddeler, Anayasa Mahkemesini kontrol altında tutmak isteyen hükümler içermektedir.

Resmi kurumlar, her ne kadar burjuva devletinin ve egemen sınıfın iktidarına hizmet ediyor olsalar da, Üst mahkemelerin verdikleri karar örneklerine baktığımızda, halk nazarında, diğer kurumlara göre en güvenilir olduğu söylenebilir. Bu mahkemelerin “Kemalist örgütlenme” görüntüsü, hatta, muhafazakar kesimde “alevi örgütlenmesi” gibi tanımlanmaları, Müslüman dindar cemaatleri oldukça rahatsız etmekteydi.

AKP’nin bu kuruma çomak sokmasındaki en büyük etkenin, bu anlayıştan kaynaklandığını düşünebiliriz. Bu amaca hizmet –oy- sağlatmak için diğer maddelerin birer yem olduğunu düşünmek abartı sayılmaz.
Kemalist bir zümre elbette toplumun sırtında ayrıcalıklı yaşamamalıdır. İşte bu yüzden burada dediğim gibi, “NERDEN BULDUN” yasası çıkarılsaydı, bu iş de kökünden çözülecekti. Herkes adını kimliğini ne koyarsa koysun, önemli olan sağlanan ayrıcalığın değerini sorgulanmaktı cemaatlere kadro ayarlamak değil.

125,145,184,156,157.maddeler,
ise askeri bürokrasiyi dizginlemek için hazırlanmış maddelerdir.

TC tarihinde, sivil politikacıların beceriksizliği, ilkesizliği, iki yüzlülüğü, cambazlığı, kestirmeden mevki ve servet elde etme acelecilikleri ve ahlaksızlıkları… gibi sayılabilecek bir sürü nedenlerden dolayı, askeri darbecilerin kirli amaçlarına çok ciddi alt yapı oluşturdukları bir gerçek. Bu çetrefil ikilemde halk oyu-istatistiği, orduyu “en güvenilir kurum” dahi gösterme acizliğine düşebilmişti.
Bu maddeler, askeri darbeler tarihini kapatmış olsa da, orduyu “en güvenilir” kurum ilan eden bu halk, aynı zamanda “en güvenilmez” olduğunu tescil etmiştir bu referandumla!
Böyle halkın kararı tabu mudur şimdi? Bu ne yaman çelişkidir ki, önlerine ne konulsa, koyan iktidarda ise “evet” diyebiliyorlar. Hem birbirine zıt iki öneriye de evet diyen bir halk!
Oysa askeri darbe hiçbir anayasada meşru kabul edilemez. Öyleyse, altyapı fırsatını verenleri mercek altına almak, bataklıkta sinek avlamak değil, bataklığı kurutmak gerektiğini düşündürür

Dokunulmazlıkkkkkkk!

Bu ülkede, bir konuya felsefi yaklaşımı engelleyen, felsefeyi, hatta aklı öcü gösteren bir öğreti gücü var. İmanı ve nasihatı, ulemayı, hayatın kılavuzu kabul eden önemli bir güç var bu ülkede. Bu güç ile demokrasi kültürünü en verimli şekilde kullanamayacak önemli bir kitle var. Tellibaba’dan medet uman bir yığın insan var. Bu insanların “evet”i ya da tayin edeceği hükümet üyelerinden nasıl bir yarar umulabilir ki?

ANAYASA TASLAĞININ ÖNCELİKLERİ AYNI ZAMANDA, BİR TOPLUMUN YAŞAM KALİTESİNİ BELİRLEYEN ANA VERİLERDİR.

Yaşam kalitesinin önceliklerini dikkate almayan dolaylı yollara meşgul eden maddeler, toplumun büyük kesiminin birinci beklentisi olmamalı.
Bir kenara koydum Marksit beklentileri. Yine kapitalizmin fikir babalarından olan Maslow’un teorisiyle karşınıza çıkıyorum. Ve bu teoriyi oldukça önemsiyorum.
İnsan hayatının öncelikleri vardır
Maslow, gereksinimleri şu şekilde kategorize etmektedir.
1. Fizyolojik gereksinimler
2. Güvenlik gereksinimi
3. Ait olma gereksinimi
4. Sevgi, sevecenlik gereksinimi
5. Saygınlık gereksinimi
6. Kendini gerçekleştirme gereksinimi

Yazı çok uzadı biliyorum, ama, özetlemek oldukça zor.

Yine alıntılarla 1. madde ve ardından diğerlerinin kökenindeki gizli çarpıklıkları dikkatinize sunuyorum.

DİE’nin 2005 yılı, Hanehalkı İşgücü Anketi’ne göre. Bu ülkede şu anda, 15 yaş ve üstünde 50,5 milyon insan yaşıyor. Oysa bunların ancak yarısından daha azını ifade eden 23,5 milyon kişi çalışabilir statüsünde sayılıyor. Peki geri kalan 15 yaşın üstündeki 27 milyon insan neden çalışabilir değil? Bu insanların kim olduğuna bakalım: ev kadınları, iş bulmaktan umudunu kesenler ve son bir aydır iş aramayanlar, emekli ve sakatlar, mevsimlik çalışanlar, öğrenciler ve askerlik yapanlar!

Demek ki, ev kadını, kronik işsiz, asker, üniversite öğrencileri, mevsimlik ya da part-time çalışanlar ve diğer “eksik istihdam edilenler” vb.nin neredeyse tamamı gerçekte işsizler ordusunun bir bileşenidirler. Ve toplam sayıları 12 milyonu bulan emeklileri, çalışamaz derecede sakat veya yaşlı olanları ve lise öğrencilerini bir tarafa bırakacak olursak, DİE istatistiklerinde çalışabilir durumda olmayan işgücü olarak gözüken 27 milyon insanın yaklaşık 15 milyonu gerçekte kapitalist sistemin ve devlet politikalarının kurbanı durumundaki işsizlerdir. Bunlara resmi açık işsiz sayısı olan 2,75 milyon insanı da eklediğimizde 18 milyona yakın bir gerçek işsizler ordusuyla karşı karşıya kalırız. Sonuç olarak 15 yaş ve üstündeki 50,5 milyon insanın yarısından biraz azı, 18 milyon insan, şu an işsiz durumdadır. İşte kapitalizmin tarihsel zaferi!
MT

***

2005 rakamlarına göre, ülkemizdeki en fakir 12,5 milyonluk nüfus dilimi toplam milli gelirin yüzde 6,1'ini alırken, en zengin 12,5 milyon kişi ise toplam gelirin yüzde 44,4'ünü almıştır. Yani arada neredeyse 8 kat bir gelir farkı var.
20'lik gruplarda, en yüksek gelire sahip son gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay yüzde 46,7 iken, en düşük gelire sahip ilk gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay yüzde 5,8 düzeyindedir. Yani en zengin gruptakilerle, en yoksul gruptakiler arasındaki gelir farkı 8,1 kattır. Bu fark 2007 yılıyla aynı…
OD
Yaşam kalitesi bakımından, dünyada 250 ülke arasında (büyük şehirler sıralamasında) İstanbul'un 114. sırada olduğunu da göz önüne getirisek, daha geniş perspektiften bakmış oluruz.

İŞTE SİZE ASIL ANAYASA TASLAĞININ MALZEMSİ.

2.9.10

NEDEN HAYIR?

12 Eylül Anayasa Referandumunda NEDEN HAYIR?

Anayasa (bizde), insan temel hak ve özgürlüklerinin çerçevesini belirler; ayrıntıları alt yasalar belirler(miş).

İnsan temel hakları bütün ideolojilerde aşağı yukarı benzer olabilir ama, öyle kritik noktalarda yatan manevralık “örtülü virüsler” var ki, “kullanmayanın yasasını kullanırlar” a götüren kapı oradan aralanır. Hakların kullanılmasını verip de, onun kullanılması için gerekli donanımlardan yoksun bırakılan bir düzende sahtekarlık, beynin en kuytu yerinde ağırlanmaktadır. İşte o noktadan sonra, kolektif yaşamda dejenerasyon hızla yayılır, insana özgü bazı temel değerler aşınır ve yeni oluşan değerler kanıksanarak, alışkanlık haline geldiğinde, “hak” kavramı yasalıktan çıkar, geleneksel boyut kazanır. Sonra onu yok etme gücü bir daha elde edilemez.

Bir yanda alternatif yaşam modülleri işletilen DİN kurallarının resmi ve özel olarak tavizsiz uygulanması,
diğer yandan “anayasal hak” diye istiflenen paketin aynı paralellikte ve her iki tarafta da oynayan kişiler tarafından bu topluma sunulması,
kocaman bir çelişkiden ibarettir.….

Neden Hayır?

-TC sınırlarında yaşayan bütün vatandaşların elindeki maddi varlıkların ve makamların meşru olup-olmadığının hesabının sorulacağı “Nerden buldun”? sorusunu sormayan,

-Sosyal demokratik devlet vurgusunun güçlendirilmesi ve yurttaşlık temelinde tüm farklılıkların güvence altına alınmasını dikkate almayan,

-Deniz kıyılarının, orman bölgelerinin, ulusal zenginlik kaynaklarının yağmalanmasını önleyecek bir madde bulunmayan

-İşsizlerin yoksulların güvence altına alınması ile ilgili herhangi bir kayıt düşmeyen,

-12 Eylül darbesi ile özdeşleşen 1982 Anayasa’sının icat ettiği YÖK ve benzeri kurumların ortadan kaldırılmasına teşebbüs etmeyen, 12 Eylül darbesi ve darbecileri ile hesaplaşmayan, onun yerleştirdiği kurumlara hiçbir biçimde dokunmayan,

-Seçim barajlarının ve yasaklarının ortadan kaldırılmasına ait bir madde bulunmayan,

-Devlet ve çeteler tarafından cinayete uğrayan (faili meçhul) lara ve canlı kayıplara karşı bir tazminat girişimi bulunmayan.

Hak arama hakkının sembolik* olarak kalmasını önleyecek olan maliyetleri, ortadan kaldırmayan, böylece, hak arama gücünü sadece zenginliğe yönlendiren anlayışa dur demeyen,

12 Eylül Liberal Anayasa taslağına HAYIR.

* * *

Mevcut Anayasada bulunan birkaç maddeyi irdelediğimizde, toplumun büyük bir kesimi için ne kadar sembolik kaldığını göreceğiz.

*Kanun önünde eşitlik

MADDE 10. – Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.

*Eşitliği bozan bir yığın nedenler sayılabilir. Önemli olan müeyyidelerin ne olduğundan ve alınacak önlemlerden ve ciddiyetten söz edilmelidir.

(Ek: 7.5.2004-5170/1 md.)Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.

*Dindar ve gelenekçi ailelerdeki din eksenli kadın-erkek eşitsizliğine karşı önlem alınmamışsa, hükümsüz bir maddedir.

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.

*birçok imtiyaz varlık yoluyla sağlanmaktadır. İyi bir iş bulmanın yolu eğitimden geçer ise, eğitimin tümü parasız olmadıkça, o imtiyazın olmadığı madde hükümsüzdür.

MADDE 25. – Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir.

*Düşünce icraata döküldüğü an, çok aydının telef edildiği devlet dairelerindeki terfilerde, çalışma koşullarında, işe almada, adı konmamış baskılara uğratılan bir tarih ile hesaplaşılmadığı sürece bu madde hükümsüzdür.

MADDE 24. – Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir

*İsteyen Hıristiyan, Musevi, hatta Ateist olduğunu ve gereklerini aynı güvencede ve olanaklarda sağlayamıyorsa, hükümsüzdür. Örneğin, Diyanet bütçesine ayrılan kaynak, ateizm ya da rakip dinler için eşit harcanmıyorsa, bu madde hikayeden ibarettir.

MADDE 23. – Herkes, yerleşme ve seyahat hürriyetine sahiptir

*Yerleşme ve seyahat etmek için yeterli maddi imkana sahip olmayanlar için bu madde hükümsüzdür, Bu nedenle “herkes” sözcüğü bu maddeden çıkarılmalıdır.

MADDE 18. – Hiç kimse zorla çalıştırılamaz. Angarya yasaktır.

*Bir tarafta açlık ve kronik işsizlik varsa, bu durum “zor”u izah etmez mi?

MADDE 17. – Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.


*Maddi ve manevi varlığı olanlar için yararlı bir maddedir. Olmayanlar için ise hükümsüz. Öyleyse, buradan da “herkes” sözcüğü çıkarılmalıdır.

MADDE 6. – Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.

*Oysa, uygulamada “Millet, kayıtsız şartsız EGEMENLERİN” oldu.

Egemenlik Allah’ındır” gibi, Kurandaki ilgili ayet ile çelişen bu madde, birçok dindar için hükümsüzdür. Aynı zamanda, egemenlik hakkı da bilgi ve bilinç ile korunduğuna göre, bilginin maliyeti ancak varlıklılar tarafından karşılanabildiğine göre, cahiller için bu madde hükümsüzdür.

Ek bilgi:
2008'de (Anayasa mahkemesinin iptaline rağmen) 5510 sayılı yasa ile getirilen Genel Sağlık Sigortası kanununda, kız çocukların baba sigortasından yararlanmasını -ünv.de okuyırsa, 25 yaş ile sınırlamuıştır. Oysa yeni taslak maddelerinden birisi, "kadınların ve çocukların pozitif ayrım yapılması, eşitlik ilkesine aykırı değildir" diye yazıyor.
Önce kaybettiriyor, sonra bulduruyor ve "bu bir kazançtır" diyor!

SERMAYEye ayrıcalık: bir makale

24.8.10

enişte Rodrigo-Gitar Konçertosu-amatör

Bir gün mayhoştum. Bu bir ağrıydı sanki. Güncel hayattaki sıradan hiçbir eylem ruhumdaki tıkanıklığı açmaya yetmiyordu. Kronik bir derdim mi vardı? Tanısı bir kökene bağlanamayan, duygusal tutsaklıktan başka birşey değildi. Gri bir tutsaklık...
Alışık olmasam da, birkaç yudum alkol çekmişti bencil güdüm.
Bilgisayar karşısına geçtim ve deli danalar gibi, anlamsız fink atıyordum.
Yolum, Ali Zafer Sapçı dostuma düştü.

Bir tablet "aranjuez mon amour jean francois maurice" al hemen geçer dedi sanki.
Aldım ve 1 saat sonra hiç birşeyim kalmadı.


Bilmeceyi çözen  kombinasyonun Joker kelimeleri:
-Enişte
-Joaquín Rodrigo Vidre
-Victoria Kamhi
-Deniz Gezmiş
ve
-Gitar konçertosu


13.8.10

İşte öyle





Yasaların yasaklarıyla
özgürlüklerin talepleri çatışırsa
o anda daha fazlası gelir aklıma
hınzırlık kokan izdüşümler
biraz eğri durur nabzımda o zaman…

akıllarda düğümlenen bir bilmeceyse yaşmak,
tırnaklarıma “düş düşer” oracıkta.
Özlemlerim örselenirse nasıl dik durabilirim ki!

Eğilmenin de bir adabı vardır diyorsam
Doğrular, yalnızca doğrulara eğilmeliyken...

Öyle bir matlıkta kaçı kaçla çarparsanız çarpın
yine de “elde var hüzün” diyor Şair Attila.
Ama bu hüzün kızıl kokuyorsa, biraz dur ve düşün
Eşitliğin bozulamadığı bir savaş ganimetinin nimetlerini….

Atmosfer leş kokarken, uzlaş diyorlar bana.
Bedelsiz istimlak edilen “ortayolda” uzlaşmak nasıl bir şey?
Onurum sevdamdır bu hayatta
sevdamı kumara basmam isteniyorsa rest!

Bilirsin,
Bir kıvılcımla başlar büyük yangınlar.
Sevdadan aşka salınan dalgalar da öyle.

Bazen dudaktan dudağa kurulan köprüden geçebilmektir yaşamak.
Ve ruhuna en esnek mızrap ile dokunabilmek
Her dokunuş okşamaktan beter olmalı iliklerinizde.
Kimi dudağınızı kimi yüreğinizi yakabilir.
Yaksın!

Her yangının izi bir nasırdır bu yolun ağarttığı saçlarda
ve kararan kalpleri renk düellosuna davetin asaleti bir başka.

Hangi yana baksam orada bir dünya,
Hangi yana dönsem orada bir insan var.

Yaşamaktır düğümü kör eden ağıtları kanatmak
ve bu şarkıya akor basmak için tırnakları uzatmaktır
yaşamak...
işte öyle
z.örer

22.7.10

“Yaz”ı Yazı-yorum


 akdeniz akşamları | izlesene.com  "suzi1966"ya teşekkürler

Baharı çok sayıkladık ve rüyasından uyanmak çok uzun sürmedi. Bahar uykusuyla “ful şarj” olarak yaza girince, anladık ki zaman miktarı astronomik değil, fizyolojik etkenlerle ölçülebilirmiş.

Toy zamanların palavra yüklü aşk mektupları başlı başına bir edebiyat ürünüydü.
Bunlarda biri,
ey sevgili, bütün denizler mürekkep, bütün ormanlar kalem, bütün gökyüzü kağıt olsa, sana olan aşkımı yazmakla bitiremem.

Evet, arkadaş “bitiremez”! Söz konusu “yaz akşamları”ysa, gerisi teferruat (teferruat kısmı milliyetçi mafyadan çalıntı) böyle durumlarda arkadaşa kefil olmak vaciptir.

“Seni çok seviyorum” demenin usturuplu yolunda aşk nağmesi bir başka notadan çalar.
Divan Edebiyatının “süslü nesir” yığıntıları aç karnına aşkı bile mubah sayar.
“Ne yani, yoksulun aşkı olamaz mı”? türünden sorular karşısında apışıp kalırım tabi.
Ama, koşulların tam takım olduğu durumların sevdası aşka boyun eğdirir de ondan…

Koyu sözcükleri bir arada takım olarak düşündüğümüzde, tam bir “yaz yaşamı”nın joker malzemesi olarak, demek istediklerime sırılsıklam cuk oturur.

Yaz sıcağı, deniz serinliği, orman gölgesi, gökyüzü mavisi ve bunlara paralel yaz ve yazı aşkı… yazı yazmaya aşıkız da, yaz aşkı yazı aşkının üzerinde ağırlık yapınca, nefes almak zorlaşıyor.
Yaz aşkı mevsimlik aşk olarak bilinse de insan, ömürötesi hayat arkadaşına yazın bir başka aşık olamaz mı? Düşünmem lazım.

Aslında alışkanlık olmuş aşk sanki aranan bir duygu potansiyeli!
Dedim ya alışkanlığın zinciri kalın olurmuş. Oysa daha önce de demiştim, aşk değil sevdaydı mum yakıp, ışığında amuda kalkmak istediğimiz durum.
duygu grafiği
Fizyolojinin ruha yansıttığı “haz an”ı ile saat kadranındaki hareket arasında hiç benzerlik kuramazsınız. Tren yolculuğunda pencere kenarından telgraf direklerinin hızla hareket ettiğini, içinde yol aldığınız trenin yerinde sabit durduğunu sanmak gibi olur, baharda geçen zamanlar ve akıp giden zaman duruyormuş gibi olur içinizde.
Derken, gelir yaz, cırcır böceği çalar saz. Kumrular aynı saatte cilveleşir ve “gu gu guk” nakaratıyla, tüm mahalleliye “günaydın” çeker her sabah.
(İpragaz  bayi arabaları da kumrulara eşlik eder “melodik günaydınla”).

Gökyüzünün en duru mavisine serpiştirilmiş yıldızların ne anlamı olur ki, sevgilinin saçlarına ve gerdanına Divan edebiyatı kıvamında takılamadıktan sonra.
Akdeniz otellerinin yıldızlarıyla, mehtabının yıldızları, “yıldızlar savaşında” her akşam.
Ama, bu savaşın galibi sadece sevdalılar.

Akdeniz Akşamları Bir Başka Oluyor
Hele Birde Aylardan Temmuz İse Bambaşka
Sahilde İnsanlar Kol Kola Sımsıcak
Coşmamak Elde mi Böyle Bir Akşamda
İşte Ben Böyle Bir Akşamda
Aşık Oldum

(hayır sevdalandım, sevdam yatay seyir izliyor ve koca yıllar eğip bükemedi, şeytanın kulağına paslı çivi)

10.7.10

Dans ile Oryantal'in "dansı"



Bu yazıyı hazırlarken, bir dans uzmanı ol(a)madığımı belirtmek istiyorum. Ancak, müzik kulağı, ruhu ve eli olan ve biraz da ilgi alanına kıyıdan köşeden giren ve içinde ukte kalan biri olarak, anladığım kadarının genel analizini yapmaya çalışıyorum.

Dans ve Oryantali
İnsanın birkaç çakrasını gıdıklayan, estetik figür düşüncesinin beden üzerindeki izdüşümü olarak anlıyorum.
Dans ve oryantal, daha kadınsı bir gösteri olarak kabul ediliyor. Belki bu yüzdendir estetiğin pazu gücüne karşı rekabeti. Hayatın amacına anlam ve tad katma rolü kadınlara verilmiş gibi hissetteriyor insana. Kadınlar bu durumu nasıl algılar, bilemem?

"Çakra" deyip de geçmeyelim. Sanki, insanın ve hücrelerin kımıldaması için ilk tetikleyici hareket komutunu veren enerji orada saklı. Yalnızca bedenin kımıldama enerjisi değil, aynı zamanda sevincin, coşkunun, hazzın, çılgınlığın… vs. kumanda kolu da çakrada mevzilenmiş.

***
Dans, Fransızca kökenli bir kelime olarak, Avrupai estetik beden figürünü ifade ediyor(muş).
Daha matematiksel yaşayan Avrupalının estetiğe olan yatkınlığı biraz sırıtıyor gibi.

Erotizmin Playboy versiyonundaki sahtelikle, Amerikan güreşi dedikleri, boks pistinde yapılan gösterinin estetikten ve gerçekçilikten uzak olduğu çok açık. Bu sahteliğin, danslarına yansımadığını kim söyleyebilir?

Batı türleri olan, Paso Doble, Flamenko, Bale, Tvist, Mazurka, Break Dance, Rock'n Roll, Vals,
gibi dans çeşitlerinin içinden “Vals ve Paso Doble”yi çıkarın, gerisini çöpe atın.
Ama, Tango, Çarliston, Cha Cha,  Rumba, gibi Güney Amerika ülkelerinin danslarnı bir kenara koyun derim.


Arap amatör oryantali, Hint müzikal dansı, Türk çiftetellisi ve halayı, Yunan Sirtakisi,
insan bedeni ve ruhunun özgürlüğünü nasıl cömertçe ortaya koyduğunun ip uçlarını verir.
Doğulu oryantalci kadınların, batılı dansçılara göre daha fazla çaba ve etkileyiciliği, “varlık" çabasının bu bahaneyle aralanan kapısı olabilir mi?
Öyle düşünüyorum..

Oryantal’in, tek başına doğu oyunu olarak sosyal-müzikal, Oryantalizmin ise siyasal bir yanı olduğunu düşünüyorum.
Batılıların, doğu kültürü üzerindeki “merceklerinin adına oryantalizm” demişler. Batılının 18. yy.dan bu yana. doğulu üzerindeki çıkar çelişkisine giden, kültürel itiş-kakışta dansın, oryantalin üzerine çöreklenmesini mi sağlanmaya çalışmışlar?

Oryantalist, (Doğulu) bu tip düşünmeyi temsil eden kişidir. Erkeği, güçsüz ama yine de garip bir şekilde Batılı, beyaz kadını tehdit eden kişi olarak tasvir edilir. Doğulu kadın ise çarpıcı derecede egzoteik ve hakimiyet altına alınmaya isteklidir. Doğulu kültürel ve ulusal sınırları aşan bir klişedir./Edward Said öyle diyo.

Tanımın içinde yabana atılacak cümle, hece, hatta harf bile bulmak zor!

BU ve benzeri durumlar az kanıt sayılmaz!
Ancak, bu tanım, dansın oryantale üstünlüğünün değil, Özellikle Orta doğulu erkek toplumunun, kendi yasaklarının altında nasıl ezildiğinin aşağılandığının kanıtı olabilir.

Türk Padişahları’nın genellikle batılı kadınlarla evlenme tercihinin ve sarayda cariye kılığında dansöz beslemelerinin ana fikri hangi duygu ve düşünceye dayanır? Bu da başka bir konu.

3.7.10

ARABESKin kökeni


Düşünceler amaçları doğurur, amaçlar eylemlere dönüşür, eylem alışkanlıları oluşturur, alışkanlıklar da KARAKTERİ belirleyerek, kaderimizi tayin eder./Trion Edwards








Elif Savaş Felsen ile Fazıl Say arasında geçen “arabesk müzik” tartışmasında,

Fazıl Say, özetle şunları demiş:

-Arabesk müzik arabesk yaşam tarzının betimlemesidir. Aydınlığın , çağdaşlığın ve öncülüğün, sanatçılığın sırtına külfetdir. Emek karşıtıdır-duyarsızlıktır ve yaratamamaktır! Etik dışı “yalan dolanla” doludur. Ortadoğu işi- 3. Sınıf ,acındırmaca-tembellik-yeteneksizlik- rant- çamur-muallaklıklar üzerinden yaşar.

Elif Savaş’ın cevabı:

Müzik piyasası denilen şey, herşeyin piyasası gibi kirli. Konu o ise başka. Arabesk müziğe toptan bir müzik çeşidi olarak karşı olmayı anlamam mümkün değil. Arabesk müziğin çıkışının, sevilmesinin sosyal sebepleri var. Blues, hip hop, arabesk, funk, metal, getto muzik asağılandı mı, aşağilanan müziğin ta kendisi oluyor. İyi müzik nereden, ne gelenek ve ne cins insandan gelirse gelsin, iyidir diyorum


Fazıl Say, Kemalistliğin sol yanından bakan biri olarak diyorsa bunları, Kemalist sistem içerisinde protest müziğin başına gelenlerin hesabını da sormalıdır. Mısır filmlerinden aktarılan arap müziklerine getirlen yasakların sonucunda türemişse bu arabesk müzik, yine Kemalist düzenin acemiliğini ve gereksiz yaskalarını da sorgulamalıdır.
Arabesk müziğin bir altyapı ürünü olduğunu söylüyor olsa da, mağdura mı öfkeleniyor, mağdur edene mi burası belli değil.

Elif Savaş’ın arabesk müziğe yaklaşımını, dindarların yoksul varlığından (sadaka kültürüyle) sevap kazanmayı düşleyen yoksulsevciliğe benzetebiliriz.
Müzik piyasasının ticari kirliliğinden şikayet etmesi kadar, arabesk nedenler üzerinde fikir yürütmesi de beklenirdi.

Söz konusu bu müziğin insan duygusunda bıraktığı izi bir tecih kapsamıdan daha fazla boyutunun olduğunu ıskalayamayız.

İşin bu kısmında konuyu tarihi ideolojik, sosyolojik boyutundan çıkaramayız. Çünkü, bir toplumda icra edilen her sanatın altında bir yaşam kültürü vardır. Aynı zamanda sanat, egemen sınıfın diğer sınıfı  kontrol etme aracı olarak da kullanıldığını bilmek gerek.

Geniş yığınların aleyhine işleyen bir alet olarak kullanılan bir ilgi alanıyla karşı karşıyayız.
Nasıl ki kişilerin din ve tanrı inancını değil, bu inancın sömürü aracı olarak kullanılmasını ve farkındasızlığı kınıyorsak, arabesk yaşamın benzer etkilerine aynı duyarlılığı göstermemiz gerektiğini de dikkate almalıyız.

Arabesk müzik, tarihsel, sosyolojik ve ideolojik kökenden ayrı düşünüldüğünde, kültürümüzde, masum bir müzik türü olarak yerini alabilir. Aslına bakılırsa, bütün müziklerin kökeni belli bir kültürün yansıması olduğu anlaşılır. Ancak, müzik türlerinin insan duygu ve davranışlarında yarattığı sonuç bakımından düşünüldüğünde, arabesk müzik türünün pasifliğe, tembelliğe katkısı daha çok dikkat çekmektedir.

Şu 5 maddelik sürecin sonucundan arabesk müziğin doğuşunu teorik olarak düşünebiliriz

1- Toplumsal yaşam gereklerimizin temel taşı olan varlıkların paylaşımındaki adaletsizlik
2-Adaletsizliğin yarattığı ruh hali ve beklentiler.
3-Gücü elinde tutanların toplumun taleplerini dile getirecek olan örgütler üzerindeki fiziksel, örgütsel ve kültürel baskısından dolayı tepkisini hedefe gönderememekten kaynaklı oluşan boşluk.
4-Baskının sonucunda, geniş yığınlarda zor yaşam koşullarına karşı oluşan duygusal tutum, sindirilmişlik sosyal yaşam fark uçurumu.
5- “ilk 4”e bağlı olarak, İlişkilerde yağcılık kültürü, müzik algısında kadere ağıt, duygusal nötürlenme, sürekli kullanılmaya elverişlilik …

Arabesk kültürün özünde, “yangına ağıt yakmak” ama onu söndürmeyi düşünememek gibi bir anlamsızlık vardır. Ya da yangını gözyaşıyla söndürmek ve suya sabuna dokunmamak… yangını ateşleyen nedenler ve kimlikler , arabesk kültürün ilgi alanına giremez

Arabesk kültür (F.Say'ın dediği gibi), çaresizliğin, çözümsüzlüğün ve boyun eğişin sesidir daha çok. Eğlence sektörü (E. Savaş'ın dediği gbi) bu yoğun benzerliğin nemasını toplarken, (dediğim gibi) bir yandan da düzenin kaymağını yiyen egemen sınıfın işini oldukça kolaylaştırmaktadır.
Cumhuriyet tarihinde protest müziğe yapılan baskılar, nasıl ki egemen ve asalak sınıfın çıkar kaygısının bir ürünüyse, arabesk müziğin başına gelmesi gerekenler de bir uyarılma kaygısı yaratmalıdır.

Cumhuriyet devrimi kültürel dönüşümü hızlandırmak için Arap kültürüne tamamen sırt çevirirken, Mısır sinemasından yansıyan arap müziğini Amerikancılık yandaşlığnın sonucu olarak engelleyemedi. Devrime direnenlerin, halk üzerindeki kültürel kalıtımlar üzerine oturmaları zor olmadı. Bu kapsamda Arap müziğini, batı enstrümanlarıyla çeşitlendirerek, bir arabesk sentez piyasasını oluşturabildiler.
Halk sosyal, kültürel, ekonomik olarak ulusal kaynaklardan payını yeterince alamadığından, mevcut düzen ile barışık yaşayamadılar. Böyle olunca,halkın  üzerlerine bindrilen çeşitli baskılarla (darbe vs.) kendilerini arabesk yaşamın içinde buldular.
Başlığımız,”arabesk yaşamdan doğan müzik”idi. Demek ki, arabesk yaşam arabesk müziğin anasıdır. Asıl sorun Ana-evlat arasındaki ilişkiye müdahale değil, anayı kısırlaştırmak olmalıdır.Sanat egemen sınıf için değil, halk için olmalıdır.

28.6.10

Mim'li Sobe

Zeyno, “mim”lemiş.
Türkçesini “meraksavma” anlamında kullandığımızdan, O’na ilgisinden dolayı teşekkür ediyorum.

Açalya
Bu “Mim”i icat edenleri güzelce haşlamıştı; mim yerine “sobe” sözcüğü daha anlamlı bulunmuştu.
Yine de, uyuyan dev “mim”cilere tekrar olsun.

“meraksavma” görevimiz :

1. Hangi işleri yarım bırakırsın ya da bıraktığın neler var?
Başladığım bütün işleri.. çünkü “başlamak bitirmenin yarısı”


2. Yakın zamanda kaybettiğin biri var mı?

Kaybetmek için önce bulmak gerek,
oysa kaybetme ihtimali olduklarımız önce bizi bulanlardır.
bulduklarımız için düşünüldüğünde, bu dondurucu bir espri olurdu!


3. En ağır bulduğun, sana dokunan bir yemek var mı?

Civa buharlı çorba. Bu yüzden perhiz yapıyorum.


4. Cinsellik ve aşk anlamında unutamadığın biri var mı?

Kırılacak yerimden (bu kalp de olabilir, kemik de) “pas tutmamak” için pas geçiyorum bu soruyu?


5. Çocukken sevdiğin çizgi filmler?

Çocukken en sevdiğim çizgi film, sokakta oynadığımız
sek-sek oyunu çizgisiydi


6. Blogger'a ne zaman kayıt oldun? Kim vesile oldu? Nereden duydun?

Sanırım galu-beladan bu yana. “Galu”yu hiç bilemedim de, “yazmak” fiili tatlı bela olarak “çizmek” fiiliyle başlamıştı. O gündür bu gündür, yazarım ve çizerim.

Daha sonra,
Radikal Gazetesi internet sayfasındaki yorumlarımdan beni keşfeden sevgili
EceArı’nın davetiyle, Web siteleri forum tartışmalarına katıldım. Ardından Blog icat edilince, şu an kullandığım sayfayı da O değerli insan yaptı ve teslim etti. Aynı dizayn ile devam ediyorum. Önemli bir teknolojik fark olmazsa, O’ndan izin almadan değiştirmeyi de düşünMüyorum. (OHH bu arada, sorulmadan, demek istediğimi de dedim. Duysa da bir ses verse)


7. Çok paran ol(SA)du neler yaparsın?

Öncelikle hacca giderdim. Çünkü, çok laf yalansız, çok para haramsız olmaz. Haram parayı aklamak için hac yolculuğu, ya da bir okul yaptırmak lazım. Sonrası çorap söküğü gibi gelir.
Banka kurarım, kerizin bol olduğu yerde kriz yaratırım, en karlı ve en kolay kazanç artırma yolu olan bu düzeni beslerim.
Girerim bir partiye hatta bir cemaate, ya da herhangibir “yararlı” cemiyete.
İş adamı olurum, düzene ayak uydururum, düzenin en fanatik savunucusu olduğumu belli etmeden, hazır fanatik savunucuları överim; bu düzene baş kaldıranı döverim.



27.6.10

GÜZELLİK NEDİR


güzellik gülümseyebilmektir

güzellik nedir?

Güzellik konusuna Aristo, Kant, Plotinus, Hegel.. gibi filozoflar farklı tanımlar getirseler de, o kadar derine inmek yerine, "yabancı-yalancı" paradigmanın yarattığı isteksiz, mutsuz, kaderci yaklaşımdaki çelişkiyi vurgulamak yerinde olur.

Dünya güzellik yarışmalarındaki ölçüler-kriterler- bildiğimiz kadarıyla, fizik görünümdeki orantılar, magazinel alandaki genel kültür düzeyi ve estetik duruştan ibarettir.

Örneğin, onların güzellik kavramının içinde “melodik gülümseme” yeteneği yoktur. Ya da ucuz bir elbisenin içindeki rahat bir duruşa ait izler...

Geometrik orantının güzellik sayıldığı, ama yüzde doksanı kuruntu-kibir yüklü bir fizik yerine, kişinin yüzündeki sempatik moral güzellik sayılmaz mı? resimdeki gibi...

“Yalnızca yararlı olan güzeldir”/ demiş Len-ti.

Kapitalizmin ticari paradigmasını kâr odağına yerleştirince, kavramlar çığırından çıkmaktadır.

Güzellik yararlı olmak mıdır, öyleyse kim için?Yararlılığın içinde adalet yoksa ne olacak? Mesela bir köle efendisine güzel midir, ahmak mıdır? Ahmaklık güzellik olabilir mi..... vs.

Güzellik bana göre ruhun, bakılan şeydeki okşayıcı izdiümü ya da parmak izidir.

Duygu potansiyelini ahenkli bir ritme dönüştüren renk, ses, şekil, figür, biçim, hareket, davranış, söz, tavır... güzelliğin bileşenleri olmaktadır.

Güzellik, insanların genetik benzerliğinden kaynaklanan ortak bir beklenti olarak da düşünülebilir. Yani, kişinin kendi kafasında tasarladığı kompozisyon, ya da şablonun karşısındakine yansıması... Bazılarına sarşın güzeldir, bazılarına esmer ve zenci.... gibi.

"Ben güzele güzel demem güzel benim olmayınca” diyen Karacaoğlan’ın güzellik anlayışı iki kişiye ait olduğundan, dışında kalanların “güzel” ya da "çirkin" sınıfına sokulması gerekmiyor. Benimse güzel, başkasınınsa çirkin değil, tanımsızdır.

Bakılanın karmaşık ayrıntılarında her kişinin, başkalarından daha çok farkında olabileceği bir noktası vardır. O kişi, fark ettiği, ya da albenisini gıdıklayan o noktayı beğenisinin odak noktası yapmışsa, ya da yapmayı becerebilmişse o şey o kişiye göre en güzeldir.

Bu anlamda “dünyanın en güzeli” diye bir kavram yoktur.

Her bakış kendi güzelini yaratabilir./z.örer

24.6.10

Dans et benimle-müzikal-yorum





Bu şarkının İngilizceden Türkçe’ye çevrilmiş halini bulduğumda şiire benzer yanını göremedim. Birkaç yerini kırpıp bükerek, “şiir diline” çevirmeye çalıştım.


Dans et benimle

güzelliğinin şerefine kızıl bir keman eşliğinde dans et benimle
paniklercesine dans et benimle kendime gelene kadar
beni zeytinyağı gibi kaldır ve benim ev güvercinim ol
benimle aşkına uzansın dansın.


ah tanıklar gittiğinde güzelliğini göster bana
babylonda yaptıkları gibi dans ettiğini hissettir
tüm sınırlarını bildiğim kadar yavaşça göster bana
benimle aşkına uzansın dansın.

düğünde dans et benimle dans et
nazikçe dans et benimle ve uzunca
ikimiz de aşkımızın bazen altındayız bazen de üstünde
benimle aşkına uzansın dansın.

dünyaya gelmek isteyen çocuklar için dans et
perdelere doğru dans et benimle öpücüklerimiz eskisin
sığınak çadırı dik şimdi tüm ipler iğneli olmasına rağmen
benimle aşkına uzansın dansın.

güzelliğinin şerefine kızıl bir keman eşliğinde dans et benimle
paniklercesine dans et benimle kendime gelene kadar

benimle aşkına uzansın dansın.

Leonard cohen


Müziği tartışılmaz kaliteli. Her sanatçının bir de hayata bakış vizyonu vardır.
Kimi para kazanmanın dışında her şeye boş bakar; kimi, ünlenmenin kolaycılığını sonuna kadar yaşamayı önceler;
kimi sanatıyle güzel duygular yaşatmaya çalışırken, politik duruşuyla insan hayatının temel güvencesiyle de ilgilenir, kendi hayatını ve sanatını riske atmayı göze alır….

L. Cohen ise,
Aşk, seks, din, psikolojik depresyon ve müziğin kendisi Cohen’in eserlerinde en çok görülen temalardır. Diğer temalar kadar olmasa da şarkılarında politikaya da rastlanır. Aşk ve cinsellik popüler müziğin ortak konusu olmasına rağmen sanatçının romancı ve şair altyapısı sayesinde Cohen’in işlerinde bu temalar daha karanlık ve derin bir hal alır/Wikipedi.

Hayat serüveninde “her dala sığan adam” profili seziliyor.
1960-70’lerin (modaya uygun) romantik şair ve müzisyeni. Bol para kazandığı zamanlarda rahip olma heveslisi (işi düzgün Musevi). Problemli alacaklarını toplarken mafyavari (bu dedikodu imiş).
Depresyon ve para sıkıntısı çektiği zamanlarda isyankar “Musevi solculuk” (Tower of song şarkısıyla popüler). Artık yaşlanıyor ve vijdanı dünyalığın üstüne ağır basmaya başladığında dünya turu ve yeni bir

19.6.10

BAHAR MOTİVESİNDEN TEMBELLİK HAKKINA

Bilgisayar, tüm marifetleriyle dolu zamanlarımızın bir başka dünyası.
Evli olsanız da, kendinize özel uğraşların harcadığı zaman kaçınılmaz. Hani, susamadan suyun, acıkmadan yemeğin, özlemeden sevgilinin ne anlamı ve tadı olacak ki. Her üç öğenin de doyum noktasından ötesi tekrar acıkmaya (devridaime) götürür ve aynı evin farklı odalarında sürdürülen ayrı dünyaların içinde yaşatır insanı…

İşimden ve Eş’imden artan zamanlarımın bir kısmında pencere kenarındaki kültür dolabımın orta yerindeki bilgisayar karşısındayım. Penceremden giren, bahçedeki kolonya ve adını bilmediğim diğer çiçeklerin kokusu, baharın doğum sonrası bıraktığı çiçek sütü gibi, içimi coşkuyla dolduruyor her akşam. Okuyor, yazıyor, tıngırdatıyor, hangi sıvı konulursa masama içiyorum.
Otellerin turizm açılış şenliklerindeki havai fişeklerin cümbüşü arada bir nakarat tutuyor kulağımın, gözlerimin ve ruhumun ritmine.

Bir Baharı böyle atlatarak, yaz sıcaklığının gönül sıcaklığına terfi etmesinin izdüşümleri yansıyor her yanıma.
Bahara şiirler şarkılar adarken, zamanın takvim yapraklarından ibaret olmadığı belli olmuştu. Ardından sıcaklar yerin çekim gücüne eklenerek bastırmaya başlayınca, deniz ile en küçük bir meltemin tadı bir başka özel geliyor ruhuma.
Öyle sıcak ki, toprağın yüzeyiyle sıfır mesafesinde durmuyor kişisine göre. Böyle giderse, hasta ve yaşlılar için, toprağın mezar versiyonu alınan yola dahil olabilir!

Baharın nemalarına çarpan kalp ile, yazın çılgın sıcağına çarpan kalp arasındaki farkı “doğrusal zıtlık” olarak açıklayabiliriz. Farklı mevsime çarpan kalplerin atış frekansı, aşk-sevda kriziyle, kalp-ölüm krizi arasındaki fark gibi adeta.

Yaz sıcağı, bu iki olgunun dışında, insana “ideolojik tembellik hakkının” sonuna kadar kullanılması düşüncesini dayatıyor.
Tembellik hakkı, Baharın depoladığı enerjiyi sindirme eylemi olarak beliriyor ister istemez.
Deniz bir başka kaçış alanı mevsimin anlam ve önemine koşut. Uzanıyorsunuz denizin yüzeyine paralel. Gökyzünün mavi beyaz renkleri arasında kendinize buluttan bir arsa seçiyorsunuz; ya da sevgilinizi çıkarıp yüzdüreceğiniz sonsuz bir mekan. Yıldız da asılabiliyor bazen gözlerimizin odak noktasına. Yüzerek kenardan sızan bir söğüt yaprağı ilişiyor bedeninizin herhangibir yerine. Havva Ana’nın bikinisi olabilir mi? Diye bir hınzırlık kaplıyor içinizi.

Tembelliği nasıl da özlemişiz!

"Tembel hakları evrensel beyanname¬sini" okudum. Yan gelip yatmanın en te¬mel insan haklarından olduğunu, hiç kimsenin isteği dışında çalışmaya zorlanamayacağını öğrendim.
Ütopyalar insanlara daha az çalışma, daha çok boş zaman vaad ediyorlardı.
O halde hedef buydu: Tembellikten arta kalan boş zamanları çalışmaya ayır¬mak, "Niye hiç çalışmıyorsun?" sorularını da "Hiç boş vaktim olmuyor ki" diye ya¬nıtlamak...
Doğrusu bahar, bu tedavi sürecinde en etkili ilacım oldu
/ diyor Can Dündar

Tembellik hakkı, şu kapitalistlerin küçümsediği “işe yaramaz, kalitesiz, geri zekalı…” şeklinde sunduğu aşağılık durum değildir asla.
Paul Lafargeue, “Tembellik Hakkı” kitabında, burjuvazinin iktidar olmasıyla birlikte, insanlığın kendini kaptırdığı “ilerleme” çılgınlığıyla, dalgasını geçiyor(muş). Kapitalist düzeni eleştirirken, “yaşamlarının tamamını çalışarak geçiren insanların, bu çalışmalarının ne kadarı kendileri için?”, diye soruyor(muş). İçinde çalışma aşkı duyanlara lanet” okuyor(muş). “Komünüst Manifesto”dan sonra, dünya dillerine en çok çevrilen Sosyalizm klasiği” olarak tanımlanan bu kitabı en kısa zamanda okumalıyım.

Dünyanın gidişatının hızını ve dozunu çılgınların rekabeti ayarlayacağına, toplam yaşam felsefesi bileşkesine göre belirlense. Çalışma mesai saatleri yarıya indirilse. Din sektörüne ayrılan resmi ve sivil ekonomik kaynaklar bilim çalışmalarına aktarılsa. Her kişiye, Tanrı’sını ve dinini özgür iradesine dayanarak (dayatmasız) bulma fırsatı tanınsa.
İnsanların mutlu olmasına zemin oluşturacak “boş zaman” miktarı artırılsa, kimse zengin olmasa, kimse de (dolayısıyla) yoksul olmasa. Bilimin, insan hayatını kolaylaştıracak ve doğal entropiyle savaşacak kudreti tek başına rakipsiz olsa.


Böyle bir zamanda klimanın üflediği soğukluk, medikal mankenle sevişmek gibidir.
İnsanın romatizmasına dokunacak havadan, romaNtizmasına dokunacak havayı tercih ediyorum.
Yaşasın tembellik hakları.

12.6.10

vampir öpücükleri



-Alo zihni bey ile mi görüşüyorum?
Evet, üstüne bastınız, çekin ayağınızı.
-Hayır efendim, üstünüze basmadım.
Ama basacaksınız biraz sonra, ne fark eder şimdiki geçmişi ve geleceği...!
-Ne alakası var efendim…

Bakın anlatayım alakasını, (ya da 3 G’ye geçince bakın, şimdi dinleyin lütfen):
Arayanım çoktur sizin gibi. Beni çok severler, sağ olsunlar (sol olamazlar tabi)..

TTkom çalışanı aramıştı bir ay önce, küçük bir “vals”te ayağıma basmıştı.

11 tl.lik telefon faturamı 20 tlye çıkardı. “Kayıt altındaki görüşmemizde” bir kez “evet” dedirtmek için (sanki nikah kıyacaktık) 1 saat dil döktü. Lügatimdeki “hayır”ı sildiğimden, bir kısık “evet”in bedeli olarak, sadece internet için kullandığım telefon aboneliğime, aylık 20 tl. fatura ödemek zorunda bırakıldım. 1 saat sonra pişmanlıkla, yirmi kez “hayır” dedim ama iptal etmediler. “hayı’ı size yakıştıramıyoruz” der gibi.

Maddi miktarını sorun ettiğimden değildi, sahte öpücükler yüzümü yara ediyordu da ondan. Uzun hikaye bunlar.
Siz ne için aramıştınız?

-Efendim, siz Boyner Mağazaları eski müşterimizsiniz, size “müşteri kartı” göndermek istiyoruz, adres güncellemesi yapmamız gerekiyor.
Şu kadar indirim-mindirim, vs….

Hanım efendi, size kısaca bir şey söyleyeyim de boşuna yorulmuş olmayın, ayağınızı da ayağımın üstümden çekin olur mu?

-Buyurun söyleyin efendim.

Boyner Mağazaları bir zamanlardı; evet, iyi marka biliyorum ama şimdi o bir zamanlar tarih oldu. İki çocuğumuz Üniversitede okuyorlar ve ben artık bit pazarından giyiniyorum. Almancı eskileri bulsam onları da giyerim.
Geçim için dizini-kıçını yırtmayanlar, dizi- kıçı yırtılmış kot giyebiliyor da,
biz geçim için dizi kıçı yırtarken, dizi-kıçı yırtılmış kot niçin giymeyelim!

Burası Antalya sahilleri , hiç birşey giymeden dolaşmayı da düşünüyorum da; ahlak yasası geçim yasasından keskin duruyor!
Çocuklarımızın, toplumu yöneteceklere bilinçli oy verebilmeleri için yırtık elbise giymeye değmez mi sizce?
(Eşimin karşıya yansıyan kahkahasına gülüyor görevli).

Yani anlayacağınız, özel sektör (bankalar, mağazalar, adidas, Tcell malum hep “mahalle –pardon, kurumsal cazibe-baskısı” kuruyorlar ayağıma, cebime-üzerime; bil umum fizyolojime ve psikolojime…
Her neyse. beni öpmek isteyen isteyene… biliyorlar ağızlarının tadını kitapsızlar.

Özlü söz:
Ticaret odalarındaki müşteri sicilleri parlak olanlar, öpülmeye müsaittir.

-Teşekkür ederim,
-Hoşçakalın.

8.6.10

Öznesiyle örtüşmeyen ana fikir (Türkçe Olimpiyatları)

120 ülkeden 750 davetli çocuğun buluşturulduğu (bence sadece) müzikal bir topluluk.

Bu yıl 8.si düzenlenmiş. Türkçe şarkı ezberleyip söyleyen çocuklar, o sevimli yüzlerinin duruluğunu her renkten yansıtıyorlar etrafına..

Bu kapsamda hoş bir organizasyon gibi görülüyor.

Konuya organizasyon başarısı ve çocukların dünyası açısından bakıldığında, insan imreniyor, duygulanıyor, aynı zamanda eğleniyor da…

Organizatörler ve manzaranın ortasına kendini atan Ak Parti ve dini cemaat kurmaylarının bildiğimiz dünyalarına bakıldığında, o kocaman çelişkiyi yutmak imkansızlaşıyor!.

Kökeni İslam milliyetçiliği ve politik kariyerlerinde Liberal Dünya görüşünün Nurcu Cemaat izlerini taşıyan organizatörler, Yurt dışındaki Fetullah Okullarının gölgesiyle sınırlı bir Türkçe Olimpiyat gösterileri….

Davet ettikleri (çoğunluğu Orta Asya ve İslam ülkesi olan) 120 ülkenin profiline bakılınca o çocukların temel ihtiyaç ve haklarıyla Ümmetçilik  Yeni Dünya Düzeninin neresi örtüşecekse ?

Programın adını oldukça büyük sloganla süslemiş olmaları, hangi evrensel idealin davetine kucak açacaksa?

YENİ BİR DÜNYA sloganı ve müziğin ritmik mesajı, tek başına insanın müzik kulağını okşamaya yetiyor doğrusu. Bu müziğin bestecisinin ortada görülmüyor olması aklıma takılan sorulardan diğeri…

Sonunda, Fransız Burjuva Devriminin dünyaya hediye ettiği barış kardeşlik, huzur… gibi dolgusu olmayan sözcükler, animasyonik büyüsüyle biryerlere eklemlenmiş. Alt tarafı Orta Doğu patentli eski dünya projesi...

Açıkçası, “yeni bir dünya” mesajının fikir babasının Erbakan Hoca, bu fikrin içeriğini dolduranın da Fetullah hoca zihniyeti olduğu anlaşılıyor.

Programın bitiş kısmındaki bu müziğin sözleri nasıl bir yeni dünya kastettiklerini özetliyor.

Gördüm o “nurlu” geleceği rüyamda bir gece. “Işıklar” yağıyordu, her yer sessizce, ahenkle işleyen saat gibiydi, bir gün silinip gitmişti karanlık geceler.. Her taraf gökler gibi pırıl pırıl, Yeni bir dünya kuruyorlardı. Ne cihanlar yüzlerinde gariplikleri, anladım ki bunlar “kutsiler” gibi. “Şükranla” güzeller vardı kol kola, sonra bir bir ulaştı herkes bu yola. Yeni bir dünya kuruyorlardı Her taraf gökler gibi pırıl pırıl, Yeni bir dünya kuruyorlardı. Hep birlikte yeni bir dünya kuruyoruz, sevgi dili Türkçe ile buluşuyoruz.

Yeni Bir Dünya'nın içeriği bu kadarcık!

Evet, slogan oldukça güncel ve aynı zamanda acil bir ihtiyacı çağrıştırıyor:
Yeni Bir Dünya

Ama hangi Yeni Bir Dünya?
1500 yıl öncesinden kalan "yeni" bir dünya? İnanmayanların ve farklı inançların içinde olmayacağı bir dünya?
Servet, tarikat ve cemaatlerin, insanların maddi temel gereksinimlerini hiçe saydığı (ya da hiç saymadığı) bir dünya ?
 Çocuk ölüm oranlarının ve ulusal servet dağılımının  fiyasko olduğu ortadoğu rejimi izlerinin bulunduğu yeni bir dünya?
Çocuğun, özellikle kız çocukların adının olmadığı yeni bir dünya? Servetine servet eklemek için (çocuk emeğinin sömürüsü dahil) her yolun mübah sayıldığı Arap çöllerinde kalmış köhne bir dünya?

Evet, İhtiyaç sahipleri için Hangi ve nasıl “Yeni Bir Dünya”? İyiye alamet değil ama sabah ola hayrola.



1.6.10

yaralı onur

Onur elçilerinin bir gemiye binip Gazze’ye doğru gidiş serüveni bir tek anafikri barındırmıyordu bünyesinde. Birbirinden bağımsız kurgucular her tünelden gaz vererek, Gazze’nin yollarında sağdan giderek altın bulmayı umut ediyorlardı.

ABD, İran, Türkiye, İsrail dörtlüsünün, son zamanlardaki satranç hamlelerinin toz dumanından başka görüntüsü yoktu bu tablonun. İşin diyalektiği daha derinlere iniyordu bilindiği gibi.

Yol deniz idi. Deniz dalgalıydı, gemi yolcuları dalgadan da dalgalıydı. Karşı kıyıda bekleyen Filistinli ezilenlerin ezikliğine eziliyor, içlerinden dalgalı dağınıklığı bir nebze olsun toparlayabilmek için onlara yiyecek-ilaç ve birer yudum sevgi damlası aktarmayı umuyorlardı. Ama damla küçük, dalga azgındı, tusunami avazıyla gelen nara, postasını postalayıp duruyordu günün belli aralıklarında. Avaz ne kadar gürültülü olsa da, İnsanlık onuru kulaklarını dalga gürültüsüyle tıkayarak hız kesmeden ilerlemeye devam ediyordu.
Sonuç, birkaç ölü ve yaralı!

Onur akılsızca atılan adımlara izin veremezdi ama, birileri onların iç dürtülerini alabildiğine dürtüyordu ve de arkadan hayalet tamponuyla ittiriyorlardı.
Belli ki dürtenlerin hesabı vardı, dürtülenlerin ise iç hesaplarında karmaşıklık….
Onur karesine giren görüntüler bulanıktı.
Kimi koşulsuz ve iç hesapsız kulaç atarken mayınlı dalgalarda, kimi derinlerden denizaltı kurgusuyla Osmanlıcılığın ve yahudicilğe hıncın tutkusuyla yerini alıyordu onur tablosunda.

Birileri acının ezen ve ezilen kapsamında “bir tek” noktasına odaklanırken,
kimileri de “Tekbir” noktasından sevaba çıkan yol arıyor olabilirdi sadece kendi adına.
Çünkü sevap ve mahşer kişiseldi.
Tek yol devirmek ise, bu macera duygusunda, devrilmişini ele geçirmekle ondan kereste çıkarmaktan başka bir hesabın olmadığı düşünülebilirdi kareye bakılarak
Çünkü, büyük işleri aşma isteği toplumsaldı.

Yahudicilik bu tablonun şifresini biliyordu, benim bildiğimden daha fazlasını hem de….
İslamcılık da biliyordu aynısının daha fazlasını…
Belli ki Yahudicilik İslamcılıkla savaş halindeydi asırlaraşırı bir zamandan beri.

Belli ki aşkta ve savaşta her yol yalnızca bizim atasözümüzle mübah kalamazdı.

Birleşmiş milletler bu serüvenin neresinde birleşebilirlerdi ki?
Kim yutar, kim karartabilirdi arkadan ittiren nedenleri?

Bir daha söylüyor rahmetli K.Marx:
bir ömrü aşacak kadar özel mülk biriktirme hak olmaktan çıkarılıp, din inançları her bireyin mezarı ve mahşeri kadar kişisel kalmaya mahkum edilirse, dünyada ne açlık kalacak, ne hırsızlık, ne de savaşmak için nedenler…
İnsanlık onuru ne ezmeye ne de ezilmeye layıktır. Böyle bir düzene alışmak bile onurunu yitirmektir.

27.5.10

kirve


Hayatta her şeyin bir sonu olduğu gibi, bunun da susacağı bir son vardır elbette.
Birazcık sabır, hepsi o kadar.
Zaten kalmayacak, kısa bir süre konuğum olarak kalıp, çekip gidecek,
bütün "çekip gitmeler" gibi..

Kirve

http://www.zapkolik.com/video/huseyin-turan-kirvem-110138
29-Mys.2010

20.5.10

"kara kader"

Başbakan, maden ocağındaki ölümler için "kader" demiş.

Bir başbakan demiyor ki bunu. Böyle ucuz ölüm ve sürüngenlikleri kaderleştirmek için kaç bakanlığın bütçesi kadar para harcanmıyor mu dini kurum ve cemaat yollarına?

"Kadere karşı gelinmez"!
Hele o bir de kara kader ise!....
kara karanlıktır bir anlamda, ona karşı gelsen ne olurki!

Gözlerin görmez.
Direk cehennemi boylarsın.
Üstelik buranın kara cehenneminden daha da cehennem olduğu enayiliğimize kazınmışsa diğer cehennem, burada yanmaya seve seve(!) katlanırız. Üstüne bir de "tevekkel Allah" diyerek , tevekkel hükümetleri hedeften çekmiş oluruz.

Hani bir zamanlar enflasyona ve trafik salaklığına "canavar" ön sıfatını takarak, sorumluların hedeften çekilip, hedef kararttıkları gibi....

Kara kader kara habere her zaman gebedir. Zaten işe alınışlarında, işe alan taşerunculuk zihniyetinde bir meymanat var mıydı ki! Hükümetler burada da araya taşeron gibi başka hedefler koyarak hedef tahtasını arkadan dolaşmıyorlar mı!

Dünyanın en ucuz ve ölüm istatistiği saptanmış 5. ve Avrupa'nın birinci ülkesinin "kara kaderlisi ise, asla bu derece kaptırılmamalı! "1". lik ve "5". lik....

Tıpkı, ulusal gelirimizi paylaşma adaletimiz sıralamasındaki rekorumuz gibi!

14.5.10

Faşizimin dalgakıranı ve bir müziğin buruk hikayesi

Ağlama Angelita...bu akşam sana ya bir ev alacağım ya da yasımı tutacaksın

romantizmimi azdıran müziğin, El Cordobes’in Matadorluk ünü anısına yapıldığını öğrenince, sevdama kan sıçradı!

“Anadolu'nun terk edilmiş kıraç coğrafyasında kağnı arabalarına koşulan, sırtı nodurdan yaralanmış öküzlerin isminden önce  “..afedersiniz..” ifadesi ve ağır yükün altında düştüğü zaman, kesilip etinin yendiği”ne lanet okurken, Ispanya avare takımının arenada boğa kanı görmekten zevk duyduğu kültür arasındaki fark da düşündürücüydü.

Ispanya’daki Franko Faşizminin dalga kıranı, masum insanların yönünü kendine nasıl çevirebildiğinin öyküsü var bu müzikte.

Sanırım 1970’li yıllarda kamran akkor un seslendirdiği bu müziği Salim Dündar Ispanyolca'dan çevirmiş olmalı(?) O yıllarda (Franko’nun da ölümüne sevinme yılı) sözleri değiştirilmiş, adam akılı bir aşk şarkısına döndürülmüştü. Bu dönemde nino de murcia –“seni beklerim öptüğüm yerde” diyerek bir anlamda Ispanya versiyonunun günahını çıkarmaktaydı. Daha sonraları Nilüfer bu şarkının türkçesiyle, Franko’nun mezarına bilerek ya da bilmeyerek tükürmekteydiler.

** *
Her iki yorumun simgeleri ve sözleri fazla söze gerek bırakmıyor.



Seni beklerim öptüğün yerde
Belki bir akşam dönersin diye
Belki dönersin eski günlere
Dayanamadım yazdım ben sana
Dargınlık bitsin cevap yazsana
Beraber olalım ömür boyunca
Dağlara şimdi akşam çöktü
çiçekler boynunu büktü
Hepsi sensiz öksüzdü
kuşlar yuvaya döndü
Senin şehrine yolcular vardı
şafakta gemiler hep demir alır
Seven sahilde hep yalnız kalır
Kıskanırım seni o yolculardan
belki seversin birini diye
Mektubumu sen sen oku bana
Dağlara şimdi akşam çöktü
çiçekler boynunu büktü
Hepsi sensiz öksüzdü
kuşlar yuvaya döndü
Seni beklerken duydum annemden
Saklarmış veda mektubunu benden
Evlenmişsin şimdi bir esmerle




Kordobanın korkulu sokağından
Ünün yayıldı bütün dünyaya
Madrid boyandı kırmızı kana
Sen sen gelince bu güzel bir ara
Güneş bile senden renk alıyor
Alev alev gök sanki yanıyor
Parlayan canlı gözlerin
Fethetti bütün arenayı
Dövüşün zamanı geldi
Heyecan sardı sahayı
Gölge ve güneş raksediyordu
Ayaklarının altında senin
Fırtına gibi saldırıyordu
Korkuszudn herkes biliyordu
Herkes onu biliyordu
Ölüm bile senden korkuyordu
Sivri kılıcı ona saplarken
Coşkular her yerinde çınkladı oley oley sesleri
Madridde her yer titredi
Sonsuzluk zafer neşesi
Toledo Barselone Sevlle Linares
Kutluyor seni Manuel Benites
Kalplerdesşin artık
el Cordobes
El cordobes

***


yasımı tutacaksın da şöyle anlatılıyor :

1954'lü yıllar. Elcordobes o yıllarda 18 yaşındadır. General Franco'nun koyu bir faşizmle ülkeyi yönettiği, baskının, açlığın halka dayatıldığı zulmün yaşandığı yıllardır o yıllar. Halk isyan içindedir.

"Yaşam koşullarını protesto amacıyla gösteri yapan Asturias maden işçileri Franco İspanyasında yasak olan bir silahı kullandılar. Grev ilan ettiler. Endülüs'te, ekmekle yetinemiyeceklerini ve ülkelerine yağan nimetlerden pay istediklerini söyleyerek…..

Benitez’in Ablası Angelita şöyle anlatıyor:
"Aç kalmadınızsa açlık nedir bilemezsiniz.O günler aklıma geldikçe hala ağlarım.O zamanlar elimizden gelen tek şey ağlamaktı.Gece yatarken ağlardık çünkü yiyecek birşey yoktu.Sabah ağlardık çünkü gene yiyecek birşey yoktu...Adamlar sokaklarda yolun ortasında düşüp ölürlerdi...Yaşamımız boyunca çok acı çekmiştik ama savaştan sonra çektiğimiz günlerdeki acılar hepsini bastırdı."

Annesi ölünce üç kardeşine Angelita bakmaya başlar.On altı yaşındaydı ve ailesinin bütün yükü omuzlarına yüklenmişti...Kardeşlerini besleyecek, bakacaktı...Annesinin mezar taşına şu sözcükler yazılmıştı: "Vasiyetnamesiz Ölmüştür."
Böylesine bir yoksulluğun içinde büyüyen Manuel Benitez,yıllar sonra, cesareti, yeteneği ve olağanüstü azmiyle İspanya'nın en büyük matadorları arasına adını yazdırmayı başaracaktı... (“Bir sezonda 111 boğa güreşine katılarak Juan Belmonte'nin 109'luk corrida'lık rekorunu kırdı. yalnızca Ağustos ayı içinde 64 boğa öldürerk 35 milyon peseta yaklaşık 600 bin ABD Doları kazandığı sanılmaktadır”/vikipedi).

Yoksulluk günlerini hiç unutmadı,ablası Angelita'yı hiç ihmal etmedi...
Büyük ve tehlikeli bir dövüşten önce,kensdisi için ağlayan ablasına şöyle demişti:

"Ağlama Angelita...bu akşam sana ya bir ev alacağım ya da YASIMI TUTACAKSIN."/kaynak

 “İspanya İç Savaşı, 1936'da bir grup milliyetçi generalin seçilmiş Cumhuriyetçi hükümet karşısında darbe düzenlemesi ile başlamış, 1939'da General Franco liderliğindeki milliyetçilerin zaferiyle sonuçlanmıştı. Bu kanlı savaşta üç yıl içinde 350 bin kişi öldü, öldürüldü. Savaşın sonunda zafere ulaşan ve iktidarını sağlamlaştıran General Franco'nun faşist rejimi 1975 yılında ölümüne dek sürdü.

Yujenu, Franco rejimi sırasında sol kanat görüşlere sahip oldukları için öldürülen, ya da hapsedilen ailelerden alınan yaklaşık 30 bin çocuktan biri. Yujenu Oblana, çocukluğunun geçtiği Grave’nın sokaklarında geziniyor. Kendisini dinlemeye hazır olan herkese acıklı öyküsünü anlatıyor. ‘Yaşlandım!’ diyor; ‘Tazminat beklemiyorum, geride bulacağım bir ailem de kalmadı; sadece, insanların bilmesini istiyorum.

‘Rahipler, hükümeti deviren faşistlerle tam bir işbirliği içindeydi, sübyancıydılar; onların yüzünden ateist oldum.
İspanya’da iktidarda olan sosyalist hükümet, yeni bir yasa geçirdi. “Tarihsel Hafıza Yasası” Franco rejiminin infaz ettiği kişilerin ailelerine tazminat verilmesini öngörüyor; ancak Montzi Almengo, yaşları artık hayli ilerlemiş olan kayıp çocukların, ailelerinin izini sürmek ve hayatta kalan birini bulmak için pek de zamanları kalmadığını söylüyor
Franco rejiminin destekçileri, tarihin bu sayfasını kapatmamız gerektiğini söylüyorlar; ama bir sayfada neler yazdığını okumadan kapatmak, aptallık olur.

* * *

seni beklerim öptüğüm yerde ve cordoba'nın akıttığı kan müziğinin değişik yorumları:

http://www.youtube.com/watch?v=yPk0QD8Xnaw
http://www.youtube.com/watch?v=grSaZCaLSAY&feature=related
http://www.youtube.com/watch?v=36W6luhQFjM&NR=1
http://www.youtube.com/watch?v=3SSBPmzriMI&feature=related
http://www.youtube.com/watch?v=v633ylB-z6E&NR=1
http://sonerium.org/el-cordobes-cordobali-adam-ve-sarkisi.html (melodi)

12.5.10

unutma beni-amatör müzik

video kaldırıldı


Sloganım ve iddiam şudur:

Amatörlüğün heyecanı, profesyonelliğin ticaretinden daha sanattır.

9.5.10

ANNELER GÜNÜ

iki büyük nimet : Sümer Ezgü'den

Bence de kutlu olması gerek:)
ama kuru iltifatlarla değil somut haklarla...

Anne önce “kadın” iken çeşitli araç-gereçlerle asırlar boyunca sindirilince, koşulsuz “fedakarlık” kadın doğasına çaktırmadan ya da çoğunlukla zorla monte edilmiş.

Böyle olunca da, kemiksiz dilin çok kolay ürettiği iltifatın karşılığı, kemikli kasların zor koşullarda, bir yığın enerji, uykusuzluk ve yorgunlukla ürettiği değerlerle değiştirilmekte.

Anne, acınacak ve koruncak mağdurluk sıfatıyla özdeşleştirilmemeli.
Emeğinin miktarı, kalitesi ve önemi bilindiğinde, karşılık olarak diğer alemde ayağının altına (sanal) cennet sermek yerine, yaşarken gözünün önüne nimet yığmak daha önde olmalı.

Kaldı ki, Anneler doğası gereği, içinde debelendiğimiz “kapitalist ahlakın” tersine, önüne yığılan maddi karşılıkların tamamını dağıtmakla, mutluluğun fabrikasının temelini atmaya yatkınlığından bir şey yitirmez.

Annelik bir meslek, bir emek, bir insani değer, yaşamsal var oluşun önemi, birinci derecede değer arz eden özelliklere sahip iken,
menapoz dönemine giren bütün kadınlar neden emekli sayılıp da tazminatını ve ücretini alamazlar ve sosyal güvencesi bir erkeğin omzuna monte edilir!
Başka kapılarda çalışan hamile anneler hamilelik ve emzirme döneminin tamamında neden izinli sayılmazlar?
O anne doğurup büyüteceği çocuğun, askerlik dahil, içinde yaşadığı servet sahiplerine potansiyel “emek avı” olduğunu bilenler için, bebek iken hiçbir değerinin yok sayılması ahlaksızlık, vahşilik değil de nedir!

Kuru iltifatın maliyeti yok da ondan!
Para, “değişim aracı” olmak yerine, sadece sömürü çarkını döndürmek amacıyla “değer ölçüsü” olmuş da ondan.
Alırken “somut”, verirken “soyut” olmanın çelişkisini hiç olmazsa kendi annelerine gösterenlerden çok ciddi sakınmak gerektiğini düşünüyorum.

anneler günü yıl dönümü
Kadın-erkek eşit olsaydı