28.2.11

sosyalizm ve insan-Che Guevara

Nathalie Cardone -Comandante Che Guevara Hasta Siempre

Sevgili Ayşegül de yazmış:
Güçlü bir halk lidere ihtiyaç duymaz./Emiliano Zapata

Öyle zamanlar vardır ki, uyuyan devi uyandıracak olan bilinçe ihtiyaç duyulur.
E. Zapata’nın deyişi, düzlüklerin ve dingin zamanların sözü olsa gerek.

Özgür ve gelişmiş bireylerden oluşan bir toplum şimdilik ütopyamız olarak kalabilir.

“van minıt” tan kahraman yaratan bir arap(çı) toplumun, -tıpkı gazel alevi gibi -görüntüsü yüksek olsa da, ömrü ve direnci kısa olacağa benziyor. Yağmurdan kaçarken doluya tutulacakları şimdiden belli. Çünkü, aşiret ve cemaatler oraların gizli iktidarları.

Avrupa holding hükümetlerinin havada savrulup, oluşacak petrol leşinin üzerine nasıl konacaklarını görüyor gibiyiz.
Bir Che Guevara, Fidel Castro ya da M. Kemal gibi liderlerin herhangi birisinin Ortadoğu halkının önünde olduğunu düşünün….
Siz bunları düşünürken, sevgili Eleştirel Günlük’teki bu videoyu izlemenizi öneririm. Daha sonra, “romantik kahraman”ın kim olduğuna ve dediklerine bakalım.

CHE
Ernesto CHE Guevara’nın Sosyalizm ve İnsan hikayesi yandaki resimde görülen kitabın, küçücük katkılarla bir özeti sayılır.
Bu yazının konusu olan, Che’nin öngördüğü “sosyalist insan” tipini, Ortadoğu halkı yerine koyun. Örneğin biraz da Küba’yı ….

"Bir insan bütün hayatını devrime adamayı düşündüğünde çocuklarından birinin ihtiyaçlarını karşılayamamak, çocuklarının ayakkabılarının yıpranması ya da ailesinin ihtiyaçlarına cevap verememek gibi aklını yiyip bitiren endişelerden kurtulamazsa, bu düşüncelerin etkisi altında gelecekte ortaya çıkabilecek bir yozlaşmanın tohumlarını usulca ekmiş olur..."
Kapitalizm-insan

Kapitalist toplumda insan, kavrayamadığı soguk bir irade tarafından yönetilir. Yabancılaşmış, örnek insan, onu toplumun bütününe baglayan, görünmez göbek bağına sahiptir: deger yasası. Bu değer yasası, bireyin tüm yaşamının her alanına nüfus eder, yolunu ve kaderini biçimlendirir.

Kapitalizmin, insanların büyük bir kısmı ve bu duruma gözünü yumanlar için görünmeyen yasaları, birey algılamasa dahi, onun üzerinde etkili olur. Sonsuz gibi gelen bir ufkun genişligi görünür yalnızca.
Her halükarda, sözüm ona gerekli donanıma sahip bireyin, amaca ulaşmak için üstesinden gelebileceği engelli bir yola işaret edilir. Ödül uzağa konur; kişi bu yolda yalnızdır. Üstüne üstlük bu bir kurtlar sofrasıdır. Ödüle ancak başkalarının başarısızlığı pahasına ulaşılabilir.
Meta, kapitalist toplumun ekonomik nüvesidir; var olduğu sürece etkileri üretimin örgütlenmesinde ve kaçınılmaz olarak da bilinçte hissedilecektir.

Sosyalizm-insan

Bireyin her türlü yönetim ve üretim mekanizmalarına bilinçli bir şekilde bireysel ve kolektif katılımının önemini vurgulamak ve bu katılımı, süreçlerin nasıl iç içe geçtiğini ve paralel ilerlediğini görmesini sağlayacak biçimde, teknik ve ideolojik gereklilik düşüncesiyle birleştirmek gerekir. Ancak bu şekilde, yabancılaşma zincirlerinin kırılması, insan olarak tam anlamıyla kendini gerçekleştirmesi demek olan toplumsal varlık bilincine sahip olabilmesi mümkündür.

Bundan, bireyin özgür işgücü sayesinde doğasına yeniden kavuşması ve kültür sanat aracılığıyla da kendini ifade etmesi anlaşılmalıdır.

Bunlardan ilkinin gelişmesi için, çalışma kavramı yeniden biçimlendirilmelidir. Meta-insan, varlığı kesintiye uğramış insandır ve burada, toplumsal görevlerin yerine getirilmesini sınırlayan bir sistem devreye girer. Üretim araçları toplumundur ve makineler, sadece toplumsal görevin ifa edildiği bir siperdir. İnsan, düşüncesini özgürleştirmeye, bu durum her ne kadar can sıkıcı olsa da, hayvansal ihtiyaçlarını karşılamak için çalışması gerektiği fikrinden yola çıkarak başlar. Kendini ancak eseri aracılığıyla ifade edebilir, böylece yarattığı ürün ve ortaya koyduğu emek üzerinden insani boyutlarını kavrar. Bu da, kendisine ait olmayan, satılığa çıkardığı işgücüyle var olma biçimini bir kenara koymanın yanı sıra, kendini yeniden üretmesi, yansımasını bulduğu toplu hayata koyduğu katkıyla toplumsal görevini yerine getirmesi anlamına gelir.

Çalışmaya, bu yeni toplumsal ödev niteliğini kazandırmak ve bunu tekniğin gelişimiyle birleştirmek için elimizden geleni yapıyoruz. Bu, bir yandan daha geniş bir özgürlüğün koşullarını yaratacak, diğer yandan da Marksist yaklaşıma dayalı gönüllü çalışmada olduğu gibi, kişinin fiziksel gereksinimlerinin baskısını üzerinde hissetmeden üretip, kendini bir ticari mal gibi satmadan insani koşullara gerçek anlamıyla ulaşmasını sağlayacak.

Gönüllü olsa bile, çalışma hayatında elbette zorlayıcı etkenler vardır; insan kendisini çevreleyen toplumsal doğa nedeniyle ortaya çıkan şartlı refleksleri henüz değiştiremedi ve üretim çoğunlukla çevrenin baskıyla (Fidel bunu ahlaki baskı olarak adlandırır) gerçekleştiriliyor. Bu da komünizm olacaktır.
Bilinç kendiliğinden değişmez, tıpkı ekonominin kendiliğinden değişmediği gibi. Değişim yavaş gerçekleşir ve ritmik değildir, fakat ivme kazandığı zamanlar olur, öte yandan durabilir de, hatta gerileyebilir.

Daha önceden de belirttiğimiz üzere, Marx'ın Gotha Programının Eleştirisi'nde anlattığı gibi saf bir geçiş döneminde olmadığımızı, Marx'ın öngörmediği yeni bir dönemde, komünizme geçişin ya da sosyalizmin inşasının ilk döneminde olduğumuzu kabul etmemiz gerekiyor. Bu dönem, sürecin özünü kavramayı zorlaştıran ve bu süreçte varlığını sürdüren kapitalist unsurlarla, şiddetli bir sınıf mücadelesinin ortasında yaşanıyor.

Bütün bunlara, Marksist felsefenin gelişimini frenleyen, ekonomi-politiği henüz oluşmamış dönemin sistemli olarak iyileştirilmesine engel olan skolastik düşünce de eklenirse, hala emekleme döneminde olduğumuzu kabul etmemiz gerekir.

Üretime yönelik olmayan etkinlikleri yönlendiren fikirler alanında, maddi ve manevi gereksinimler arasındaki ayrım daha net görülebilir. Insanoğlu çok uzun zamandır, kültür ve sanat yoluyla yabancılaşmayı kırmaya çalışıyor. Tinsel dünyasında küllerinden yeniden doğmak için, bir meta gibi davrandığı sekiz saatte, hatta daha fazla bir zaman diliminde her gün can veriyor. Fakat bu ilaç hastalıkla aynı özü taşıyor: doğayla uyumlu yaşamı arayan yalnız birey. Bir yandan çevreden baskı görmüş bireyselliğini savunuyor, diğer yandan lekesizliğini sürdürebilme amacındaki tekil bir varlık olarak, estetik düşüncelere tepki gösteriyor.

Fakat bütün bunlar sadece bir kaçış çabası. Değer yasası artık sadece üretim ilişkilerinin saf bir yansıması değil; tekelci kapitalistler, uyguladıkları yöntem tamamen deneye dayalı olsa da onu, itaatkar bir köleye dönüştüren karmaşık bir yapıyla kuşatıyor. Üstyapı, sanatçıların eğitimle ehlileştirildiği bir sanat biçimini dayatıyor. Asiler mekanizma tarafından egemenlik altına alınıyor ve sadece sıradışı yeteneklere sahip olanlar kendi eserlerini üretebiliyor. Geri kalanlar ya mıymıntı memurlar olmaya zorlanıyorlar ya da öğütülüyorlar.
Özgürlüğün tanımı olarak sunulan sanat araştırmaları icat ediliyor, fakat bu ''araştırmalar'' insanın ve onun yabancılaşmasının gerçek sorunlarını ortaya koyma konusunda, onlarla karşılaşana kadar algılanması mümkün olmayan yetersizlikler içeriyor. Nedensiz sıkıntı ya da harcıalem bir hoşça vakit geçirme hali, insani kaygılara karşı supap oluyor, bu yolla sanatı protesto amaçlı bir silah olarak kullanma fikrine karşı mücadele ediliyor.

Yeni bir kuşak doğuyor.
Karaağaca armut aşısı yapılabilir, ama diğer yandan armut ağacı dikmek gerekir. Yeni kuşaklar ilk günahtan arınmış olarak gelecektir. Sıradışı sanatçıların yetişme ihtimali, kendini ifade zemininin ve kültür alanının genişliğine bağlı olacaktır. Bizim görevimiz, şimdiki kuşağın içinde yaşadığı çatışmalar nedeniyle sapkınlaşmasını ve de yeni kuşakları sapkınlaştırmasını önlenmektir.

Ne resmi görüşe hizmet eden maaşlı köleler ne de devlet bütçesinin himayesini bekleyerek tırnak içinde bir özgürlük yaşayan burslu öğrenciler yaratmalıyız. Elbette yeni insanın şarkısına halkın kendine has sesiyle ahenk verecek devrimciler gelecektir.

Biz sosyalistler daha özgürüz, çünkü eksiksiziz; eksiksiziz, çünkü daha özgürüz.
Tam özgürlüğümüzün iskeleti kuruldu, tek eksik kanlı canlı bir vücut ve giysiler; onu da yaratacağız.
Özgürlüğümüz ve onun için her gün verdiğimiz mücadele kan rengindedir ve fedakarlıklarla doludur .
Fedakarlığımız bilinçlidir; inşa ettiğimiz özgürlüğün bedelidir.
Yürünen yol uzundur ve bir bölümü belirsizdir. Biz kendi sınırlarımızı tanıyoruz. 2l. yüzyılın insanını bizler, kendimiz yapacağız.
Y eni bir teknikle yeni bir insan yaratarak gündelik uğraş içinde gücümüze güç katacağız.

ERNESTO GUEVARA 
14 Haziran 1928'de Arjantin'in Rosario kentinde doğdu. Tıp eğitimini henüz tamamlamışken, 1953 yılında Bolivya'ya yolculuk etti, buradan da tüm Latin Amerika'yı kapsayan ikinci bir seyahate çıktı. Guatemala'daki devrimci sürece katıldı. Bu sürecin yenilgiye uğramasından sonra ise, Meksika'ya gitti. Burada, 2 Aralık 1956 yılında, Küba'da Fulgencio Batista diktatörlüğüne karşı gerilla mücadelesi yürütmek üzere gerçekleştirilen Granma yatı çıkartmasına katıldı. 1 Ocak 1959'da zafere ulaşacak Küba Devrimi'nde, Sierra Maestra'daki mücadelenin ilk aşamalarından itibaren askeri ve politik yönetici olarak üst düzey sorumluluklar üstlendi. 1965 yılında tüm görev ve sorumluklarından istifa ederek, komutasındaki Kübalı bir birlikle beraber sömürgeciliğe karşı yürütülen mücadeleye destek olmak üzere gizlice Kongo'ya geçti. Kasım 1966'da Bolivya'ya geçti. 8 Ekim 1967'de Quebrada del Yuro bölgesinde ordu birliklerince yaralı olarak ele geçirilinceye kadar gerilla hareketine önderlik etti. Ele geçtikten bir gün sonra, La Higuera köyünün ilkokulunda katledildi, Yıllar süren aramalar sonucu bulunan kalıntıları, 1997 yılında Küba'ya geri götürüldü.
Radikal'de Che
 
Kitabı Türkçe’ye çeviren:
Ç1ĞDEM ÖZTÜRK 1978 yılında lstanbul'da doğdu.1stanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümünü bitirdi. Adam Yayınları, Pazartesi dergisi, Buğday dergisi ve Açık Radyo'da çalıştı. Barselona Otonom Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi üzerine doktora çalışmasını sürdürüyor, Roll ve Express dergilerinde söyleşileri ve çevirileri yayımlanıyor.

21.2.11

Güneş enerjisinde Sosyalizmin tüyosu var



Günümüzde enerji kaynaklarının özel mülkiyeti oldu da, kapitalizm şu Güneşi bir türlü zapt edemedi ki insanlara kontörlü olarak satabilsinler!
Bundan birkaç asır önce, belki de tek asır önce, suyun parayla satılacağını söyleyen olsa inandırıcı olur muydu, bilinmez. Şimdilerde kamunun ortak kullanım alanları olan ormanların, deniz kıyılarının, kamu arazilerinin, yağmalanmasına politik kılıflar bulunabilmekte. Son otuz yılda kamu fabrikalarının “yakınlara” özel-leş-tirme adı altında peşkeş çekilmesi bile ekonomik kariyer olarak yutturulabiliyor.

Böyle giderse, güneşin zaptı yakın!

Aslında bir anlamda güneşin özel mülkiyetini de yapmaktadırlar. Deniz kenarına kurulan oteller özel kişilerin mülkiyetine verildiğine göre, özel plaj adı altında, kontrol edebildikleri yerin güneşini ve denizini insanlara parayla kullandırmaları bu anlama gelir.
Egemenlik güç demektir. Fizik (yani doğal) yasaya göre,

• Güç=iş/zaman=kuvvetXyol
Burada işin asıl kaynağı enerjidir. Ama politikada egemenlik ya da güç bu doğal yasaya değil, kurnazlık, yalan ve doğal yasanın ihlaline göre kazanılmaktadır.
Nasıl mı?
Şöyle: Kapitalist ülkelerde yoksul sayısı her zaman varsıl sayısından fazladır. Sayısı fazla olanlar her zaman yönetecek hükümeti seçer (birçok kez söylediğimiz söz). Miting meydanlarında asla varsıl sınıf görülmez, onlar yine asla polis gazı ve jopu yemezler. Yoksul fedakar iken "Mehmetçik ya da asilTürk" olur, isterken "haindirler"!
Ya varsıl akıllı ve bilinçlidir bu konuda, ya da yoksul. Jopu ve bibergazını yoksul yediğine göre, kesinlikle bilinçsizdir hükümetler nazarında.
Çelişkiye bakın, “besle kargayı oysun gözünü”. Tayin ettiği hükümetten jop yiyen bir sınıf.
Başka deyişle, kapitalist ideolojilerde Demokrasinin temel gücü  ile servetin temel gücü ters orantılı. Demokrasilerde yoksul çoğunluğun oyu iktidar olur ama varlıklı azınlık egemen olur.
Şunu belirtelim de eksik anlaşılmasın: miting meydanlarına çıkanlar sadece kendi kişisel çıkarlarını aramıyorlar. Miting meydanlarına çıkMayan büyük çoğunluğun da bu taleplerden yararlanacağını bildikleri kesin. Ama, egemen sınıf medyası ve eğitim kurumlarıyla, beyinlerin biryerlerine sokuşturulan virüs ile, yoksulları hain ve masum olarak ikiye bölmeyi başarabiliyorlar.

Fazla uzatmayalım, siz daha detaylarını benden daha iyi anlarsınız.

Egemen sınıfın, hükümetler aracılığı ile, doğa nimetlerini ayrıcalıklı kullanma eylemleri, doğadaki bütün vahşi canlılardan en vahşi ve aşağılık olduğu söylenebilir. Bir vahşi hayvan avını yakalayıp yediğinde, doyduktan sonra uysallaşır da, insanoğlu doyduktan sonra bir de stoklama eğilimine girer ki, bu durum egemenlik dürtüsünün ve doyumsuzluğun dışa vurumu olarak kendini gösterir. Öyle bir doyumsuzluk ki, aynı varsıl sınıfın egoları K.Maxı bile yanıltarak, birbirleriyle de savaşmaktalar. Bu savaşın pasif adına “rekabet”, aktif adına da “operasyon” denilmekte. Yoksulları birbirine düşüren varsıl sınıf olduğu halde, varsılları birbirine düşüren servet biriktirme ve egemenlik tutkusudur. Böyle bir paradigmada kapıp-kaçmayanın gelecek güvencesi risktedir.

Doğal dengenin altüst olması pahasına enerji ve sanayileşme savaşı, uluslar arası sermaye güdümlü, en ciddi çatışma örneklerinin başında gelir. Ortadoğu petrolleri o yörenin halkını bu yüzden şamaroğlanına dönüştürmüştür.

 Güneş enerjisi, modern bir teknoloji ile üretilmesinin ve tekleşmeye yönelten merkezileşmesinin önleneceğinin de örneğidir. Kısaca bu teknoloji, bu gün su ısıttığımız güneş enerjisinin elektrik enerjisi olarak kişisel-ailesel olarak kullanılabileceği…

Hele dünyanın en pahalı petrolünü ve elektriğini kullanan halkımız için, böyle bir teknoloji, enerji ağaları karşısında çok önemli bir mevzi kazandıracaktır. Herkes, kendi binasının üstüne kendi elektriğinin aparatını kuracak ve evdeki hayatın bu enerji sayesinde olağanüstü değişeceği düşünülür.
Bu mevzi kazanılırsa, daha sonra, “darısı diğer tekellerden kurtulmaya” diyebiliriz.

Yazının buradan aşağısını (italik bölümü), yandaki kitabın içinden süzerek ve özetleyerek (biraz da meslek hevesimin gücüyle) hazırladım.

* * *
Güneş milyonlarca yıldır gezegenimizin başlıca enerji kaynağı olagelmiş ve binlerce türüyle hayat, gezegenin oluşum süreci boyunca güneş enerjisine hassas bir şekilde uyarlanmıştır. Nükleer enerji hariç, kullandığımız bütün enerji türleri biriktirilmiş güneş enerjisinin bir şeklinden ibarettir.
İster odun ve kömür, isterse mazot ya da gaz yakalım, biz aslında güneşten dünyamıza yayılmış ve fotosentez yoluyla kimyasal şekle bürünmüş enerjiyi kullanmaktayızdır.
Güneş enerjisine geçiş, herhangi bir büyük teknolojik yenilik gerektirmemektedir.
Bu teknolojilerin en ayırt edici özelliği, merkezilikten uzak yapılar olmalarıdır. Güneşten yayılan enerji bütün gezegene dağıldığı için, merkeziyetçi güneş enerjisi istasyonları anlamsızdır. Doğrusu onlar tabiatları gereği gayri iktisadi bir nitelik taşırlar.
En verimli güneş teknolojileri, çok çeşitli meslekler doğuran ve sonuçları bakımından şefkatli olan, yerel topluluklar tarafından kullanılacak küçük ölçekli aygıtları içerir. "Bir güneş aygıtında herhangi bir tulumba arızalandığında, (nükleer arızalarda olduğu gibi) paniği yatıştırmak için Başkanın olay yerine gelmesi beklenmez.
Halen büyük üstünlükle kullanılabilecek güneş enerjisi türlerinden birisi, güneş enerjisiyle ısıtmadır. Bu ısıtma binanın kendisi ısıyı toplayıp birleşiyorsa "edilgin" ısıtmadır, özel güneş toplayıcıları kullanılarak yapılıyorsa "etkin" ısıtmadır. Güneş enerjisi yazın binaları soğutmada da kullanılabilir.

foto- voltaik: elektrik voltajının, ışığın hücre üzerine düşmesiyle üretilmesidir.
Olağanüstü potansiyele sahip güneş teknolojisi, foto- voltaik hücreler aracılığıyla, yerel elektrik üretimidir.
Bir foto-voltaik hücre (birim), güneş ışığını elektriğe çeviren durgun ve hareketsiz bir aygıttır. Onun üretilmesinde kullanılan temel hammadde bildiğimiz kumda bol miktarda bulunan slikondur.

Üretilme süreçleri yarı iletici endüstrisi tarafından transistörlerle ve birleşik devreler yapmak için kullanılanlara benzemektedir. Halihazırda foto-voltaik hücreler evlerde kullanılmak için henüz çok pahalıdır, fakat transistörler de başlangıçta aynıydı. Gerçekte foto-voltaik endüstrisi günümüzde yarı iletken endüstrisinin yirmi yıl önce geçtiği aşamaların aynısından geçmekteydi.
 Foto-voltaik hücreler ilkin, uzaya gönderilen uyduları yörüngeye oturtmak için elektrik sağlamak amacıyla kullanıldı ve o zaman için çok pahalıya mal oluyordu. O zamandan itibaren bu hücrelerin maliyetleri, her ne kadar piyasaları hâlâ oldukça kısıtlı ise de büyük ölçüde düşmüştür. Onlara göre halen kullanmakta olduğumuz elektrik enerjisiyle rekabet edebilmek için maliyetlerin kilovat başına 500 dolara -yaklaşık bugünkü maliyetin onda birine düşürülmesi gerekecektir, bu ise foto-voltaik teknolojiye yapı¬lacak esaslı bir ulusal yatırımla kolayca başarılabilecek bir şeydir.

Açıkça kamu fonlarından foto-voltaik teknolojiye yapılacak büyük çaplı bir yatırım, tüm tüketicilerin çıkarına olmak üzere, verimli ve yumuşak yollarla elektrik enerjisi üretecek muazzam bir endüstri oluşturabilir.
Benzeri tahminler eğer yeterli fonlar rüzgâr ulusal teknolojisine yatırılırsa, elektriğin rüzgârdan üretiminin bir an önce başlatılması gerektiğini göstermektedir.
Bu gelişmeler, hizmet endüstrisinde temel yapısal değişmeler doğuracaktır, zira foto-voltaikler ve rüzgâr jeneratörleri, tıpkı gü¬neş enerjisiyle ısınma gibi, merkezileşmiş enerji istasyonlarına ge¬rek bırakmadan daha verimli olarak kullanılabilmektedir.

Elektrik üretimindeki tekellerinden gönülsüz olarak vazgeçecek kamu hizmeti yapan şirketlerin siyasal gücü, günümüzde yeni güneş teknolojilerinin hızla geliştirilmesinin önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır.
 Güneş çağına geçişin engelleri teknik değil politiktir

Yenilenemeyen kaynaklardan yenilenebilir olana geçiş, petrol şirketlerini dünya ekonomisindeki egemen rollerini terk etmeye ve temel konulardaki işlevlerini değiştirmeye zorlayacaktır.

Güneş çağına geçişin kamusal ve özel çıkarlar arasında çatlaklar meydana getireceği sanayi sektörlerinde de ortaya çıkabilir. Yumuşak enerji yolu açıkça çoğunluğun çıkarına olacaktır. Ne var ki, güneş çağına makul bir yumuşak geçiş ancak, eğer toplum olarak uzun vadeli toplumsal kazançları, kısa vadeli kişisel kazançların önüne alabilirsek mümkün olabilir.

Güneş çağına geçiş, gerçekte sadece yeni teknolojileri oluşturarak değil, daha geniş bir anlamda bütün toplum ve kültürümüzün derinden dönüşümü olarak ta halen başlamış durumdadır.

Mekanistik paradigmadan ekolojik paradigmaya geçiş gelecekteki bir zamanda olacak bir şey değildir. O halen bilimlerimizde, bireysel ve toplumsal tutum ve değerlerimizde, toplumsal organizasyon kalıplarımızda olup duran bir şeydir. Yeni paradigma, çoğu zaman Kartezyen düşünceye kilitlenip kalma eğiliminde olan büyük akademik ve toplumsal kurumlardan çok bireyler ve küçük topluluklar tarafından daha iyi anlaşılmıştır. Kültürel dönüşümü kolaylaştırmak için bu nedenle bilgi ve eğitim sistemimizi yeniden kurmamız gerekecektir; öyle ki, yeni bilgiler elverişli tarzda sunulabilsin ve tartışılabilsin.

Eğer yeni ekolojik bilinç ortak bilincimizin, bir parçası haline gelecekse, onun kitle iletişim araçları vasıtasıyla topluma aktarılması gerekecektir. /Fritjof Capra
* * *
Güneş enerjisi panelinin maliyet hesabı:
http://makale.eceylan.com/1-mva-gunes-enerji-santral-yapim-maliyeti/

17.2.11

Çalıntı yazılar

“Başkasının malını gizlice almak, hırsızlık etmek, aşırmak” diyor TDK.
Şuna kısaca almak fiilinin başına “ç” eklemek desek olmaz mı? Madalyalı “Ç”.
“Ç” çok çetin bir harf gördüğünüz gibi. Sert seslilerden hem de…

“Almak”ı tersyüz ettiğine ve bu kadar sert göründüğüne bakmayın, aslında sevimli bir harftir yerine göre. Gitar çalmak, yoğurt çalmak, yeşile çalmak… gibi yerlerde başrol oynar.

Türkiye esmer komşu toplumlarının çoğu “ç”yi bu görüntüsüyle yazı dilinde kullanıp da, Avrupa neden eğip bükerek kullanır ki? Merak ediyorum doğrusu. “ch” vd.

“Çalmak” fiili başlı başına bir konu. Sosyalizm Kapitalizm savaşının da mihenk taşlarından biri. Kısa vadede "temiz toplum" arayışının kışkırtıcı gücü olması boşuna değil. "Yolsuzluk" denilen büyük vurgunların eğitim müfredatı da diyebiliriz çalıntı uygulamasına.
Burada konuyu dağıtacak değilim tabi ki!

Bu blogdan (Ç)alınan birkaç yazı buldum rastlantı olarak da, bu eylemin masumiyetini sorguladım birkaç gün, kendi içimde.
bu şiirin “Ç”si olmadığından,
buradaki karşılığını vermekle yetineceğim. Bir de Allegra’ya teşekkürlerimi bildireceğim; çünkü sadece “Almış”.

 KilimFMden Mina’ya aynı teşekkürü çarçur etmek bir yana, bir de uyaranı salak yerine koymasını da affedemem. Affedemem ama, ceza da düşünemem.

KilimFMden Mina belli ki bu Bloga hortum atmış. Şiirin altına Sezi-Yorum yazmak zor olmamalıydı. Neylersin, sistem kestirmeden bir şeyler elde etmeyi alabildiğine besliyor. Kapitalist rejimin mayasında var, Mina ne yapsın tek başına!

Çiğdemliyiz Web sitesinin başında her ne kadar “Ç” olsa da, sağolsunlar arkadaşlar duyarlı davrandı ve (ç)alan arkadaşı bir derece uyarmış oldular. Böyle böyle öğrenecekler artık.

Ama biri(leri) var ki, Allah korusun onlar bir medyanın başına gelirse, savaş tüccarları karına kar katarlar. Onlar İtü sözlükçüler. 14. sıradaki şiire dikkatinizi çekerim. İkiz yaratılmış adeta Mim Şiiriyle.

Şiirin altına, “bir zamanlar kendimi anlatan bir şiir yazmak istemiştim...işte bu o şiir..” yazmasaydı, bu kadar alınmayabilirdim belki. Hatta oraya şikayet e-mailime cevap vermemelri de cabası, “Ç”bası değil cabası…. Çünkü “ç”yi sert ve gri haliyle sıfatlaştıranlardanmış.

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencileri yapıyormuş bu işi.
Hepsi mi “ç”li alıyor bilmiyorum ama, benim şansıma “aysigma” rumuzlu biri düştü.
Evde kalasıca kız!

Buradaki acemi “Ç”algıcıların sayesinde bir ahlak normu pekiştiriliyor ve kapitalist rejim bu ahlaktan besleniyor; ona yanıyorum!
Biz yazmayı amatörce yaparken, gerçek yazar ve sanatçıların meslek edindiği ve sanatını geliştirdiği emeklerine saygınlık da öğrenilmeli ve önlenmeli. Telif haklarına saygıyı biraz daha ciddi anladık.


Satır aralarındaki (Ç)alıntıların özeti:
sezi-yorum
resimli şiir sitesi

sezi-yorum
KilimFM

Sezi-Yorum
KilimFM

sezi-yorum
Çiğdemliyiz

Sezi-Yorum
İtü sözlük-
12.şiir-"önce kendimi anladığımı anlayıp"...(sıra değişebiliyor)

sezi-yorum
itü sözlük
6. şık bindiği dalı kesenler

sezi-yorum
itüsözlük
solcunun aşkı

 zampül hikayesi
itüsözlük

 kadın erkek eşit olsaydı/a>

 çalan

14.2.11

sevgilisizler gününe

hayat

"iştir kişinin aynası lafa bakılmaz"
sevgilin varsa eğer yaşanır anlatılmaz.
"en sevgili" eşidir şifresini çözene
eşinden işine bir yol hikayesi
z.örer







12.2.11

bir sevgi adamı'nın suçu

Şevket Yücel-1930-2001      
"Yazar öğrencisi" olmanın tadında bir duygu ki, hafızamda iz bırakan -Ziya Şirincan'dan sonra- ikinci göz ağrımdı O. Dijle Köy Enstitüsü ve Ankara Gazi Eğitim mezunu Şevket Yücel.

Yerleşik ve küflenmiş ufkumu böbrek taşı gibi yerinden oynatan ilk etkendi O'nun farklı duruşu. "Sessiz Adam" gibi görünen yüzündeki o gizemli derinliği anlayabilmek biraz dikkat ve çaba gerektiriyordu. Hayata, devlete, topluma, sosyal ilişkilere... velhasıl yaşamın bir çok alanındaki gidişata muhalif, ağır bir top gibiydi. Ders anlatırken, dinlemeleri için sınıf arkadaşlarımın haylazca davranışlarına karşı bir tepkisi olmazdı. Öyle ki yan sınıflara kadar taşan gürültüye aldırmadan ders anlatmaya devam edişindeki giz, O'nu daha dikkatli dinlememi adeta kışkırtıyordu; sadece 3 arkadaşımla bu durumun farkındaydık. "Eti babanın, kemiği öğretmenin" olan eğitim klasiğinin, istatistiki sonuçlarına karşı bir tavırdı sanki. İlk okulda cetvel darbesinden şişen parmak uçlarımızın acısına karşı, ortaokul sıralarında bir pansuman gibiydi bu bilgece tavır. Bazen tavana, bazen karşı duvara, bir giz tablosuna bakar gibi dururdu ders anlatırken. Dalıp giderdi.

"Güvercin tedirginliğinde" bir kaygı seziliyordu öğrenci ve öğretmenlerle olan ilişkilerinde... Buna rağmen ses tonunda bir güven, sözlerinde daha önceden derinliğine düşünülmüş, süzülmüş, yoğrulmuş, bir şair olgunluğu vardı. Ama son sözünün noktasının ardında hep soru işareti bırakıyordu.

"Tedirginliği"ndeki gizi, öykülerini, şiirlerini, romanlarını okudukça anlayacaktım. "Bir Sevgi Adamı" öykü kitabındaki "20 yıl sonra" başlıklı yazısını okuduğumda anlamıştım; kalenin hem içten, hem de dıştan yıkılma girişimlerinden aldığı darbeler, kim bilir nasıl da acıtıyordu Yazarı!

İçinde yaşadığımız kentin bağnaz engellerine karşın, Türkçe dersinde müfredatı değil, adeta düşünmeyi ve kavramayı öğrettiğini, hayatın içine girdikçe daha net anlayacaktım.

Şiir, öykü ve romanları yüzünden, hem yörenin halk önderlerinden, hem bürokrasisinden, hem de ekonomik yoksulluktan çekmediği kalmamıştı öğretmenimin! Sınıfta ders anlatırken öğrenci yaramazlığına ve gürültüsüne karşı tepkisizliğindeki derinliğin adresiydi miydi yoksa "güvercin tedirginliği"?

Köy Enstitüleri müfredatının salt "Allahı inkar etme" kapsamında anlaşılması propagandası, yöre halkının kültürel nabzına birebir uymuştu sanki. Muhafazakar "aydınların" ve yerel politikacıların kaygısı ise "vatan hainleri ocağı" olarak yorumlamalarından, "okul tuvaletlerinde kız öğrencilerin çocuk düşürdüğüne" kadar yayılan "bilgiler"den ibaretti.

Şevket Yücel'in ilk öykü kitaplarından olan "Güneşin Parmakları" Allah'ı inkar eden bir belge olarak sunulduğuna tanık olmuştum. Bu kızgın köz, hayatın asıl şifresini kavrama aşamasında olan benliğimi oldukça kavurmuştu.

Köylü ve aynı zamanda dindar ailenin çocuğu saflığıma rağmen, sıra dışı sezgilerimle, sınıfta ders anlatan öğretmenimin bütün sözcüklerini, mimiklerine kadar anlamaya çalışmakla geçiyordu dikkat yoğunluğum. Büyüklerimin, bana değilse de çevreye anlattıklarına kulak kabartmamdan oluşan duyarlılıkla, bir şeylerin yanlış gittiğini anlıyordum. Çocuk olduğumdan kale alınmıyor olsam da "Allah'ı inkar etmek" nasıl bir söz destesiydi ki, okul dönemi boyunca öğretmenimin hiçbir cümle ve tavrından anlayamamıştım. Çünkü öğretmenim içinde "Allah" geçen bir cümle kurmazdı. Belki de asıl kanıtı bu olmalıydı "inkarcılığın".

"Güneşin Parmakları" kitabını okuyan kadar, onu satan kitapçılar da büyük risk taşımaktaydı o yıllarda. Yaratılan tehlike bir öcü kavramıydı belli ki! Çok merak etmeme rağmen alıp okuma imkanı bulamamıştım kitabı. Belki de bize anlattıklarıyla kitapta yazdıkları farklıydı, kim bilir?

Biliyordum, öğretmenim aynı zamanda bir şairdi. İrfan ile birlikte şiirlerimizi Öğretmenimize sunarak değerlendirmesini istemiştik.

Ben bir Türk çocuğuyum,
Osmanlı Türk soyuyum,
birellibeştir boyum,
vatanımı korurum...


Defterden üzerinin çarpı (X) işareti ile karalandığını görünce, "Allah'ı inkar eden küçücük bir ip ucu" yakaladığımı düşünmüştüm! Bir başka şiir denemesi olan (şu anda çoğunu unuttuğum)

Pınarın başına oturup ağlasam,
Şurada bir garip yatıyor derler..

gibi devam eden, köy evlerinde rastladığım, ozan Derdiçok sızması şiirin altına "güzel" diye not bırakmıştı.

Bu iki şiir üzerindeki farklı değerleme, sonraki birkaç yıl içinde akıl-mantık-bilinç olgunlaşması dönemine girmemi ve miras kültürümle hesaplaşmamı zorlamıştı. Orta Asya'nın bozkırlarından gelip Anadolu'da Osmanlı İmparatorluğu'nu kuranlardan birinin torunu ve mirasçısı mıydım, yoksa "amele mektebinin" ömürlük öğrencisi mi yazılmıştı kaderime!

Tanık olduğum olaylar ve yersiz yargılamalar, etik değerlerin ayırdına varmamı tetikledi biraz da. Utandım! Bilincimin kilidi çözülmeye başladı usul usul.

Öğretmenimin "güzel" dediği şiirde güzel olan şiirin içeriği değil, içinde bulunduğum acınası durumun en dürüstçe ve abartısızca anlatılmış olmasıydı; bunu yıllar sonra anladım.

Miras kültürün açmazlarından dışarı çıkarak, bilgi dağarcığımı genişletme arzusu, biraz risk ile birlikte heyecan da katmaya başladı hayatıma. Her bozuk gidişatın çözümünü keşfetme güdüsü, benimle birlikte büyümeye devam ediyordu kent havuzunun karma karışık kompozisyonunda.

Toplumsal ve bireysel hayatın şifresi, düş gücüme böyle gitmişti. Gücüme gidenleri hep düşüme takmıştım, düşümde yeni bir dünya keşfetmiştim. "Onuncu köy, "bizim köyümüz, gitmesek de görmesek de"....


"amele mektebinde SOYLU RÜYALAR" kitabımda yayımlandı

* * *
Şevket YUCEL /Bir Sevgi Adamı kitabından

YİRMİ YIL SONRA


Yaşlanmaya duran kişi, o gün gene daktilonun başına geçti. Birkaç gün önce deftere yazdığı öyküyü temize çekiyordu. Tuşlara vururken zaman zaman duruyor, düşünüyor, sonra yeniden yazıyordu. Odanın içi sigara dumanıyla doluydu. Adam dört saattir masanın başındaydı. Karısı onun böylesine uzun zaman çalıştığım görünce, hep bir şeyler söylemek ister, sonra vazgeçerdi. Ancak, o gün duramadı. Düşündüklerini söylemek gereğini duydu:
— Şu güneşli havada biraz gezsen ne olur? Yazık değil mi canına? Bunca çalışmalar ne getirdi sana? Yirmi senedir, yazarsın, hep kesenden gitti, sağlığından gitti. O zarflar, o kağıtlar, o posta giderlerinin hepsi de çoluğun çocuğun ekmek parasından ‘kesilmedi mi? Boş yere yıprattın durdun kendini! Eller gülüp eğlenirken sen hepsinden yoksun kaldın. Eller para kazanırken sen bu gereksiz şeylerle uğraştın.
Daktilonun başındaki yazar geriye dayandı, belini kütürdetti. Yorgun gözlerini karısına devirdi.
Ne diyeceğini bilemiyordu. Ama gene de bir şeyler demeliydi:
— Evet para kazanamadım. kesemden gitti. Ama ben insanım, kendimden bir şeyler sunayım dedim. Benden de küçük bir şeyler kalmasını istedim. Böyle bir çalışmayı kendimce ışıklı buldum. Hem mesleğimi sürdürdüm, hem de onu. Kolay olanı, doyum sağlamayanı, salt kendi çıkarıma dayanan şeyi seçmedim. Diledim ki benden de bir ses kalsın şu dünyada.
Kocasının bu sözlerini dinleyen kadın acı acı gülümsedi. Bir omzunu duvara dayadı :
-Sen hangi sesten, hangi izden söz ediyorsun? Bunca zamandır bir aylıkla zoru zoruna yaşadık. Hani sırtıma gönlümce bir entari mi alabildin? Çocuklar dersen öyle üstlerinde yok, başlarında yok. Bir çalışma para getirmiyorsa boş işte. Eller neler alıyor evlerine. Bak şu yandaki icracıya. Henüz yıllık memur olduğu halde evinde her Şey var. Bir de üstelik taksisi... Peki bizim neyimiz var? Şu iplikleri çıkan halıyı bile değiştiremedik. Eskiyen sandalye1eri bile tamir ettiremedik. O para getirmeyen takır tukurtulu işin neyinden hoşlanıyorsun?
Yazar bir sigara daha yaktı. Bir anda boyun damarının sızladığını duydu.
-Yanılıyorsun dedi karısına. Bir kere ben icracı değilim. Eğer o dediklerin aylıkla a1ınsaydı. biz daha çoğunu alırdık. Sen her şeyi eşya ile ölçüyorsun. Ben bu ölçütlerin dışındayım. Hem de ellere benzemek zorunda değilim. Benim yaşadığım sevinci o duyamaz; on tane arabası olsa gene duyamaz.
-Ne sevinciymiş senin duyduğun Gece gündüz daktilonun başında tak tuk sesleri arasında yazı yazmak mıdır sevinç? Sen bunları kimseye inandıramazsın. Boş bir avuntudur bunlar. Şu ayağımızda dikişleri dökülmüş terliklere bak. Şu sırtımızdaki yamalı pijamalara bak. O kitaplara, o dergilere verdiğin para1arla neler a1ınmzdı? Neyinden hoşlanırsın bu işin bilmem ki. Bastırdığın kitaplardan ne kazandın? Bu yüzden bir sürü sıkıntıya girdin. İki kitabını bir yayıncı aldı; o bastırdı, o sattı, sana da kırk elli kadar kitap gönderdi. Karşılığı bu işte. Hep aldandın. Hem aldattılar seni. Nasıl seçtin kendine bu işi, bir türlü anlayamıyorum. Sonra bunca kaynaşan insanlardan kim okuyor sizi? Herkes kendi dünyasında kuzum. Koca bir toplumda üç beş kişinin okumasından ne çıkar?
Yazar iyice sıkıldı. Ayağa kalktı. Pencereden baktı. Karısının bu alanda kendisini desteklemesini bekliyordu. Ancak, bir yandan da onu haklı gördüğü yanlar vardı. O zamanaca yedi kitap yayınlamış, borçlarını ödemek için uğraşmış, hepsinden de zarar etmişti. Bunun yanında sayısı yirmiyi bulan sanat dergilerinde yazılar yazmıştı. Ancak, o dergi1erin birkaçından aldığı telif ücreti postaya attığı yazıların giderlerini bile karşılamamıştı. O da istiyordu emeğinin karşılığını, ama veren kimdi? Gelgelelim, işin içine girmişti bir kez, bırakamıyordu. Üste1ik, bu denli çalışmalarda buluyordu kendini.
Yazar, bu düşüncelerle balkona çıktı. Bir süre karşıdaki evlere baktı. Geri döndü, yazısını sürdürmeye çalıştı. O sırada karısı, karşısındaki sedire oturarak :
-Acıyorum dedi, acıyorum sana! Bir yandan da şaşırıp kalıyorum. insan nasıl olur da yirmi senesini bu işe harcar? Varıp bir köşede simit satsan bundan iyiydi. Dergiymiş, kitapmış, şiirmiş, hikayeymiş, romanmış, bi1mmemneymiş; bunlar karın doyurmaz ki...

Yazar, boynunu bir o yana, bir bu yana kıvırdı. Karısının sözleri karşısında büsbütün sessiz ,kalamadı :
-Demek bana acıyorsun. Bunca yoğun çalışmayı göğüsleyen bir adama acınır mı? Üstelik, bunca zor işi seçen bir  kişiyle olsa olsa kıvanç duyulur. Bu çalışmanın yanında kök sökmek bile ko1aydır Hanım. Hem ben acınacak bir iş yapmıyorum ki .
Kadın gene küçümseyici bir sesle karşılık verdi :
-Kuzum, ne desen boş! Bu senin yaptıkların akıllı işi değil. Bir delilikti bu belki de. Yapılan iş ne ki? Bir sürü yalanla göz boyamak değil de ne? Hani ne geçiyor eline, şimdiye dek ne geçti? Bak, ortanca çocuk koca delikanlı oldu, sırtına bir kat elbise istiyor. haydi al bakalım. Öbürünün de ne gömleği var, ne elbisesi, ne de ayakkabısı; haydi al bakalım. Yorgan yüzleri eskimiş; sedir örtüleri dersen paramparça: haydi al bakalım. Benim dersen, sırtımda mantom yok, giyip de el yüzüne çıkacak, bir entarim; bir ayakkabım yok; haydi al bakalım. Mutfak tamtakır. Yağ yok, pirinç yok; haydi al bakalım. Ev sahibi kirayı arttırmış, elektriğe, oduna, kömüre zam gelmiş; haydi ver bakalım.

Yazar, bu sözler karşısında yazıyı temize çekmekten vazgeçti. Oturduğu yerde dizlerini birbirine vurmaya başladı. Ne söyleyecekti. nasıl inandıracaktı karısını? Eline bir kitap aldı, okumak istedi, bir türlü olmadı. Cümleler kararıp gitti. Başına bir ağrı girdi. Sedirin üstüne sırtüstü yattı. Boynunun altına bir köşe yastığı koydu. Orada hiç bir şey düşünmeden dinlenmek istedi. Oysa kaç gündür kafasında dolaşıp duran bir konu vardı. Nereden başlayayım? Nasıl başlayayım? Anlatımı nasıl sürdüreyim,» diye düşündü durdu. Buluşlarını beğenmedi, değişik yeni buluşlarla bir plan yapmanın gereğine inandı. Uyuyamadı. Kalktı. Daktilonun başına geçti. Karısının dediklerini kafasından silmek istedi. Kendi kendine:
— O da beni anlamıyor dedi. Öyleyse kim kimi anlayacak? Ama karımın anlamasını çok isterdim. Onunla birleşen ortak kaygılarımız bana umut, güven verirdi. Kendisine kalsa, bu boş şeylerden uzaklaşmam gerekiyor. İşte bunu yapamam. Çünkü yazmak, hoşa giden bir deyişle sevişmek gibidir benim için. Biz onunla birbirimizden ayrılamayız. Ayrılırsak tadı kaçar yaşamın. İşte asıl o zaman boşluğa düşerim. Güzelliğin içine inemem, kendimi ve başkalarını göremem. Sağlığım yerinde oldukça bu böyle gidecek. Ama karımın da öylesine üzülmesini istemem. Çünkü ondan da ayrılamam. Ah onun kafasındaki yanlışlıkları bir yıkabilsem. Benim de çalışmalarımın bir değeri olduğunu anlatabilsem. Zor olan bu. Yazmaktan bile zor. Gayri olanaksız. Böyle kabul etmem gerekir. Hoş görmeliyim.


Yazar o gün yazısını temize çekti. Bir işi bitirmenin erinci içindeydi. Daha önce kafasında tasarladığı bir konu gittikçe oluşuyordu. Bir doğumun eşiğindeydi. Dalgındı. Bu kez sedirdeki yastığa dayadı sırtını; ayaklarını ilerideki sandalyenin üstüne koydu. O anda ödüllü bir öykü yarışmasına katılmayı tasarladı. Bu yarışmaya katılacak sayıda öyküleri vardı. Ancak, koşullarda, bir eser oylumunda olacak öykülerin yedi nüsha olarak gönderilmesi isteniyordu. Zorunlu olarak elindeki makinayla o kadar öyküyü iki kez yazacaktı. Zoruna giden buydu. Bu yüzden yarışmadaki bu koşulu yersiz budu. Buna karşın o yorgunluğu da göze aldı.
Gene haftalarca uğraştı. Derken o çalışmalar da bitti. Karısı hazırlanan dosyaları görmüştü. Onlara bakar bakmaz yüzü bulutlandı. O demet demet yazılı kağıtların da postaya verileceğini anlamıştı. Zaten kocası da gerçeği açık açık anlattı. Ne etse inandıramıyordu onu.
Kadın o dosyaları acı acı süzerek:
— Ben sana ne desem anlatamıyorum. Şu kağıtlar dünyanın parası tutar. Ben ne desem haklıyım. Paranı havaya savuruyorsun. Küçücük aylığın bir kısmı da kağıda, postaya gidiyor. Gayri dayanamaz oldum doğrusu! Akıllı kişinin yapacağı iş değil bunlar diyorum da inanmıyorsun
Yazar seslenemedi. Dosyaları aldı, kapıdan çıktı. Nasılsa bir pişmanlık duygusu çöktü içine. Geriye dönmeyi düşündü; sonra vazgeçti. O gün postaladı dosyaları. Eve geldi, tasarladığı öyküyü yazmaya başladı. Yazarken arasıra bu işe verdiği zamanı düşündü. Kendisini böyle bir çalışmaya zorlayan kimse yoktu. Ama yazmadan duramıyordu bir türlü. O anda nedense kitaplığımdaki eserlere gömdü bakışlarını. Onların renklerine, sırtlarındaki yazılara bakmak bile bir mutluluktu. Ayağa kalktı. Odanın içinde biraz gezindi. Mutfağa gitti, bir portakal yedi. Geri döndü, yüzüne kolanya sürdü. Sık sık sigara içtiğinden kendine kızdı. Küçük diline kadar ağzı acı içindeydi. Bir türlü boşta kalamıyordu. Gene geçti masanın başına, öyküsünü yazmaya başladı.
Günler bir kuş gibi gelip geçiyordu. Bir gün gazete aldığında bir ödül kazandığını gördü. Şöyle bir düşündü; ele geçecek parayla karısının dediklerinin hiç değilse bazılarını alabilecekti. Bir hafta sonra ödül karşılığı olan para geldi. Yazar parayı çekince doğru eve gitti. Karısıyla iki çocuğu odada oturuyorlardı. Cebinden çıkardığı elli bin lirayı masanın üstüne bıraktı. Bakışlar oraya devrilmişti,
Karısı sordu:
— O parayı nereden aldın?
— Yazılarımın karşılığından geldi. Hemen şimdi çarşıya giderek dediklerini alacağız.
Yazar masadaki parayı ağır ağır saymaya başladı. İlkin yüzlükleri desteledi bir yere, sonra beş yüzlükleri. Paranın ne kadar olduğunu bildiği halde böyle sayması anlamlıydı...
Kadın demet halindeki paraya bakarak gülümsedi
— Sakın kırılmayasın ya, yirmi yılda bir kuş avlayabildin iyi ki dedi. Ama niceleri hiç emek vermeden böyle kuşları bir dakikada, bir saatte, bir günde avlayabiliyorlar.

Yazar sedire oturdu:
— Doğrusun, yirmi yılda bir kuş... Bir tepeyi tırnakla kazır gibi yirmi yıl... İşte bu yüzden önemli bu. Bu kuş başka kuş... Şimdi çarşıya gidebiliriz değil mi? diye karşılık verdi.
Birlikte karar verip hepsi birden çarşıya gitmek üzere yola düştüler. Beğendikleri giyitlerden aldılar. Karısıyla iki çocuğu aldıklarını giyindiler. Pırıl pırıl olmuşlardı. Yüzlerine değişik bir anlam geldi. Yazar kendisine bir deste çizgisiz kağıtla, bir daktilo şeridinden gayrı bir şey almadı Eve geldiler. Hepsinin de içinde birer sevinç kuşunun uçtuğu belliydi. O gün evin içinde duvarlar bile hoş göründü. Yazarın karısıyla çocukları aynanın karşısına geçerek giyitlerinin kendilerine yakışıp yakışmadığına baktılar. Yüzler, sözler, bakışlar değişti. Yazar sedire oturdu, sırtını köşe yastıklarına dayadı. Onların sevincini kendi sevinciyle topladı. Böylece doyurucu bir sonuç çıktı ortaya. Küçücük bir şey neler getirmişti...
Yazar oturduğu yerde kendi kendine:
— Meğer sevinç ne tatlı yapıyor insanları dedi. Yirmi yıl sonra somut biçimde ortaya çıkan bir kuş neleri değiştiriyor. Ah bir de elle tutulmayan. kuşlar görülebilse. Yaşamı değiştiren o kuşlar...

O gün de öyle geçti işte. Güneş bir kez daha batmak üzereydi; karşıdaki dağın doruğunda elindeki sarı mendili salladı durdu.

31.1.11

öpüşmek>sevişmek-şiir kitabı

“:    
Öpüşmek Sevişmek” şiir kitabınn son sözleri:

 Kendime göre çok değildi beklediklerim
Ama “yaşam”a göre çoktu belki de.
Belki de bizzat ben çoktum hayata
Kim bilir?
        
Burada dediğim gibi, “bu başlıktaki kitabı yaşayarak, hissederek, çözümleyerek, dik durarak yazan, "mutfak yazarlığı" farkıyla bir adım önde gittiğini düşünüyorum.”
Şiirlerdeki sözler, aşk ve sevgiye tutkunluğunun sadece izdüşümleri. Yaşamanın asıl amacı da bu değil mi; yani mutlu olmanın ön koşullarını tam anlamıyla önemsemek?
Yazar, yalnızca hayalgücünün ezber sözlerini dökmüyor sayfalara. Her şiirin konusuna yerince gözyaşı da döküyor, yerince bahar mevsiminin verilerini her mevsim yüreğinde taşıyor; dörtlükteki gibi, narasını sitem paketinin arsında kendine has nezaketle atıyor.

Herşeye rağmen, “aşk” parantezine alınan “sevmek sevişmek” kavramını kendi çemberinde sorgulamayı seçiyor.
Serzenişlerinde “ihanet çıkışlı” öfkeye yer vermediğinin ip uçlarını daha çok, Nazım Hikmet’in “tahir ile zühre aşkını” refarans aldığından anlıyoruz.
“Beni sevmeyenin, kimi sevdiği ya da sevmediği umrumda değil” gibisinden düşündüğü anlaşılıyor; “ben elmayı seviyorsam, elmanın da beni sevmesi şart mı”

Aslında Edibe Birsöz, yazılarında konuşuyor gibi yazıyor. Yazdıklarının şiirselliği daha çok okurlarının uyarısıyla farkedildiğini düşünüyorum.
Edibe Birsöz’ün “öpüşmek sevişmek” kitabının malum başlık adı bilinen “erkek anlağında” erotizmi çağrıştırıyor. Oysa, ilk şiirinde insanın yüreğinde güller açtıracak bahçe çitisinin parke taşlarını nasıl özenle döşediğini görecek, bu önyargı yanılgısından dolayı mahcup olacağız.
Bir yazı erotizmi de pek ala anlatabilir erkek egosu libidosundaki yansımayı bulması doğal karşılanabildiği gibi, kitabın konusu daha çok kadın doğasının sevişmek ile sevmek arasındaki ince çizgiye, iki sözcüğün birbirinden bağımsız düşünülemeyeceğine dikkat çekiyor.

Montaigne’nin, “herkes önüne bakar ben içime…” deyişindeki gibi, Edibe Birsöz şiirlerinde daha çok kendi çine bakıyor.
Aynaya bakıyor ve “seveceksin arkadaş, seviyorsan öpeceksin, bunları becerebiliyorsan sevişmek zaten kaçınılmaz olacak;  sevişmek o zaman, hayvanlardan ayrı, insana has kaliteli bir eylem olacak” demek istiyor:
 ………..
Sevişmek sıradandır, satın alınır.
Öpüşmek insanındır, sevginindir, öpüşmek kanıttır aşka.
Sevişmek ne kadar tutsaksa zamana,
Öpüşmek o kadar özgür, o kadar sonsuzdur.
Kısacası öpüşmek>sevişmektir

Edibe Birsöz’ün “Öpüşmek Sevişmek”, kitabı yazarlığının “ilk heycan ürünü” olduğundan, daha detaylı eleştirel yaklaşımın gereksiz olduğunu düşünüyorum.
Yoksa eleştirmenlik biraz da acımasızlıktır ki, “öküz altında buzağı aranması” bile muhtemeldir.

Bütün hazırlıkları tamamlanmış, ikinci kitabı olan Roman’ını buradan müjdelemek bana ait olsun.

8.1.11

Gülümseyen yüz ödülü


Sevgili Aysema Öğretmen “ödül” hanesine beni de yazmış.
Ödül’ü tırnak içinde göstermemin nedeni belki de bu yazının anafikri olacak. Belki de ana fikirde “ödül” ile “gülümseme” başa baş yarışacak.

Ödül konusunda sevgili Zeyno ile,  sevgili
Ayşegül Yoldaş’ımdan af dilemiştim.

Çekimserliğim, ödülün asıl tanımından ve ciddiyetinden  kaynaklanmıştı. Bu yüzden, hiç olmazsa  ödülün gerekçesi  belirtilmeliydi demiştim.
Blog yazma konusunda  profesyonel yazarların (başta Aysema Öğretmen) emeklerine değer biçerken, değer ölçüsünü karambole vermiş olmanın kaygısını taşımaktayım.

TDK’ndaki “ödül” tanımlarından konumuzla en ilgili olan üçüne bakalım:

Ödül:
1.Bir başarı karşılığında verilen armağan, mükâfat

2. Bir iyiliğe karşılık olarak verilen armağan, mükâfat

3.Benzerleri arasında üstünlük sağlayan yapıta verilen armağan.

 Aysema Öğretmen tarafından gelen bu “ödül”ün içeriğinde “gülümseyen yüz” var. Bence de çok önemli.
Bu başlığı ifade eden 3 adet çalışmamın kısa özetini bu “ödül” konusuyla bütünleştirdiğimde bir anlam ifade ettiği düşünülebilir. Yoksa, sevgili Aysema Öğretmen’in ya da başka Blogdaşların seçtiği “on”lar, sadece iyi niyet ve sevgi-saygı belirtileri kapsamında kalabilir.


Ara sokakta yürürken, 14 yaş civarı bir çocuğun bana doğru ilgisi ilgimi çekti.
Hayır, ben O’nun ilgisini çektim; hayır o, hayır ben… hayır…
her neyse, çekiştik işte….

Bir anda oyununu terk edip, YILIŞIK bir görünümle bana doğru yaklaştı…
Acaba “spastik engelli” miydi?
Hayırdır inşallah!
Bu yaklaşımın tonunda bir ısrar vardı ki,
Israr-esrar-esrarengiz…
diyalog farz oldu artık.
-Adın ne?
-Cengiz…
….

gülümse ‘den:

Başkasına yapılan bir "fayda"nın karşılığı maddi değilse, ona İYİLİK, maddi ise "görev" deriz. Oysa iyiliğin karşılığında mutluluk duygusu da bir FAYDA değil midir?


Gül ve Gülümseme, romantik ilişkilerin, mutluluğun ve kendine güvenin soyut ve somut ikilisini oluşturur. Yaşamının “temel gerekleri” sağlanmışsa, bir de toplumsal ilişki ve sorumluluklar açısından “çevre kirliliği” yoksa, gül ve gülümseme kişinin özgüveninin sembolü olarak dışa yansıyabilir.
…..
Aysema Öğretmen’e tekrar çok teşekkür ediyorum.

27.12.10

Zaman ve Biz

Astronomik* yılbaşı bizi bir türlü uyduramadı kendi kuralına. Yılbaşı kutlamamızı gerektiren zaman dönümü tanıştığımız yılın ilk günüydü de ondan.
  Sayısal  zaman kenardan köşeden ilişse de bazen saç tellerimizin rengine, belki biraz da göz kapaklarımızın perdesine, henüz teslim olmamanın heyecanı, yatay düzleme onbeş derecelik  yükselen açıyla seyrediyor.  

Sevgililer güneşin batışını, bir günün daha kayboluşuyla  değil, renginin kızıllığıyla aşklarının örtüşmesi ve bir sonraki günün taze bir başlangıcı olacağıyla özdeşleştirirler,  Yılların bir bir gidişini de öyle.

 Hayat suyunun yavaş yavaş çekilmesine “yaşlanmak” derler genellikle.

Biz “Yaş”lanmaya  sözcüğün öteki ikizi ve varlığımızın kökeninde atıl duran yanından  bakanlardanız, “ıslanmak” gibi…  
Yağmurun melodik seyrinde  sırılsıklam ve yalnızca O’nun hayalini avuçlarımızın içinde tutarak yürümek ve adım ritimlerimizi kendi öz gerçeklerimize göre ayarlamak; bazen hisleri kulaklara fısıldayarak deniz dalgalarına karıştırmak gibi… o ses ki yankısına dönüp kulak kabartmanın heyecanıyla mutluluğun yankısı.

Biz paraya bir değişim aracı olarak değer verdik de asla bir egemenlik aracı olarak para hayali kurmadık. Çünkü biliyoruz ki bu düzeyde servet yığanların yalnızca  ölümleri değil aynı zamanda güvenlik kaygıları ve yaşlanmaları da işkence olur. Egemenlik kompleksine kaynayan benliğin ondan kopması nasıl kanatır kimbilir!

Biz başbakan, genelkurmay başkanı  ve cumhurbaşkanı yerinde olmayı da düşündük bazen. Sonra yaşama sevincinin mayası olan  sevgi, değer ve ilginin özbenliğe değil, bir şekilde elde edilmiş olunan o cansız yetkiye adandığını  düşününce,  o hayali de yağmur ve en fırtınalısından bulutların sırtına yükledik.

Biz zamanın yatay düzlemde istikrarlısını sevdik. Sonbaharı tanışmanın, ilkbaharı kaynaşmanın, diğer mevsimleri paylaşmanın zamanı olarak andık.

Biz bazen kavga da ettik, küsüştük de. Ama kavgalarımızı ve küsüşmeleri nefret bakterilerinin canlanmasına fırsat tanımayan zamanda terkettik.  Her barışıklığın anını ilk tanışıklığın heyecanıyla süslemeyi seçtik.

* * *
“Evet, yaş zamandır” dedik ama,  zamanı tanımladık ve üç parçaya böldük.

Astronomik* zamanı, Güneş'in doğuşu ve batışıyla birim olarak takvim yapraklarının yere düşen miktarıyla ölçtük.
Birey-devlet ve özel kurumların arasındaki ilişkilerin dikkate alındığı,
 mekanik bir anlayışın
ve
doğum tarihinin yazılı olduğu ama enerji miktarının belirtilmediği,
 okul, askerlik ve işe alma gibi işlerde  “hak sınırını” belirleyen zaman birimi olarak andık..

 Fizyolojik zamanı, iş yapan ya da hareket eden bir insanın harcadığı enerji miktarıyla kazanımları arasındaki bileşke vektörüyle ölçtük.

Psikolojik zamanı, bir hedefe koşullanmayla ilgili  durum olarak bildik. Saatın yelkovanına göre değil, içinde bulunduğumuz an'ın keyifli ya sıkıntılarına göre belirledik
Astronomik zamanla sekiz saatlik bir otobüs yolculuğunda kitap okuyan, uyuyan ya da sessizce  etrafını seyreden üç insan için zaman farklı işleyecektir

* * *
Zaman enerji, ufuk, bilgi, heyecan ve birikimdir,
Takvim yaprakları değil
“Yaş”lanmak filizlere ıslanmak, tohuma büyü yapmak ve
gök mavisine kazık çakmaktır,
korona kendirine boyun uzatmak değil.
Ertelediğin işine tekrar hazırlıktır uyumak,
Güneş'in batışı değil.
Güneş'in batışı az sonra doğuşudur ve ölüm sadece, yaşanacakların devredilişidir,
felaket değil,
Yıllar geçip gidebilir, ardından bakılmaz
Geçmiş ile vedalaşmak düşer bize
“vah!”laşmak değil. /zihni örer


Ömrünün en son saniyesine kadar ilk günkü duyarlılık ve ortasındaki heyecan kadar yaşamak ve hissetmek her canlının hakkıdır.





17.12.10

Aşk ve ölümün şarkıları

AHMET KAYA:





Ahmet Kaya kendi gerçek ölümünün ağıtını  haykırıyorken türkülerinde, onu her zamanki “müzikseverliğin eğlencelik serseriliğine” vuramazdık.
Deniz Seki’nin “acele” şarkısının vijdanımda bıraktığı izde de öyle…

Düşünüyorum, daha doğrusu düşünemiyorum, ölüm ve mahkumiyet sonrası ortaya çıkan türküleri isyanın avazı olarak, nemli gözlerle duyabiliyorum; başka türlü anlaşılmıyor.

“Nasıl anlatsam ki!”
Word sayfasında üç gündür terk edilmiş bir cümleydi bu.
Hani, hislerin arada bir aptallaştığı, 
tüm kaslarınızın yerini yumuşak dokulara  bıraktığı,
 efkarınızın makamını yitirdiği
ve
doğal yaşama olan ilgi zincirinin koparak tek dünyaya kilitlendiğiniz anlar olur ya?

 İşte öyle bir potansiyel ile  cebelleşiyorum bu iki şarkı arasında.

Aslı astarı yeni ve bilinmeyen ve sürpriz bir konu olmadığını bilmek yetmiyor bazen. Duyargalarınızın en aktif zamanını gözleyen bir periyot mu;
 öyle şarkıların  kamçıladığı zamanın alınganlığı mı …
 her ne ise öyle bir durum işte.

Kaslarımın doğal işlevini erteliyorken bir kapı, bir ışık arıyorum.
 “neresinden başlasam ki!”
Yoksa hiç başlamadan, tecavüz pozisyonunda yüz üstü uzanıp, şarkıyı –daha doğrusu isyan narasını - müzikçaların-  otomatik konumunda  şarjı bitinceye,
kaybolmuş benliğimi biri bulup sol yanımdan dürtünceye  kadar,
ya da
 hiç olmazsa fantezi kıvamında düzenbazların ırzına geçinceye kadar
öylece kalmak mıydı yoksa gidişatım!

***

DENİZ SEKİ:
Yükleyen saklicennet

Her melodi asaletinin tutunacağı biryerler vardır ruhumda.

Deniz Seki’nin uyuşturucu kullanıp kullanmadığı beni asla ilgilendirmiyordu. Kimseyi de ilgilendirmemeliydi bilinen boyutuyla. Deniz Seki mahkum olduğu yılların ezikliğiyle yaptığını düşündüğüm, içli şarkısı  günümün  en az on  saatına yerleşebiliyorsa, bunun nedeni bir dramın çıktısı olarak, hapiste yitirilen anların boktan nedenlerinin ortasında yaratıldığından olsa gerek.  Ve bu öz duygunun melodiye yansıyışındaki derinlik…
Oysa bir aşk şarkısı  bir kadın için “aşkın ekmekten de önce geldiği” doğasını anlayabildiğimden  böyle olmalı.
“Kadını uyuşturucu değil, aşk mahkumiyeti bitirir” sanırım. Bu şarkılar belki de varolmanın haykırışlarından biri; öyle anlıyorum ve öyle dokunuyor ruhuma…


Ahmet Kaya’yı  belki çoğu gibi ben de “Yorgun Demokrat” olarak tanıdım. O zamanlar demokratı “yoruyorlar”, taciz ediyorlardı. Çok korktuklarında 141-142’den ömür boyu mahkum ve bazen de idam ediyorlardı. Aslında mahkum ettikleri yorgun demokratlar değil, olası Sosyalizmin anlaşılması  paniğiydi. Yani, egemenliğin para stokçuluğundan, alın teri sahiplerine geçirilme korkusu.…

“Kürt açılımı”na dayandırılması bir rastlantıdan ibaretti. Çünkü, Mahsuniler,  Nazımlar, Nesinler… aynı korkunun “öcü”leriydi.

Ahmet Kayaların narası sert geliyordu ama,  artık (komünistler için söylenen klasiklerden)  “görüldüğü yerde vurulmayı” çok saflara bile izah etmek güçleşmişti bu teknoloji çağında.

Vurulmak yerine KOVULMAK daha ehven bir taciz yöntemi olduğu keşfedilmişti Avrupa Birliği sevdasından sonra.  İnfaz kurşunlarının metalleri artık “çatal bıçak”a dönüşmüştü.

Taş yürekleri bile sarsacak olan bu şarkılar, bir yaşanmışlıktan türeyen acının naralarıdır. Ama arabesk ağalarının pragmatizmi ister istemez karşı tarafa savuruyor beni.

lan gadaşlar bu nasıl yara!

9.12.10

öğrenci yumurtasının vitamin değeri

Bakanlara atılası 
(Allah yazılı) yumurta

Yumurta A-daletli, D-emokrat, E-şitlikçi ve B-ilimci grubu vitaminleri başta olmak üzere diğer vitaminlere de önemli oranda sahiptir.
Yumurta sarısında bulunan A-dalet vitamini gözlemci gözün, vatandaşın taleplerini iyi görmesini sağladığı gibi, toplumun hak arama omurgasını dik tutan kemik gelişimi için de önemlidir. 

Öğrenim ve iş güvencesi gibi temel hakları dile getiren eylemler karşısında, hükümet üyeleri ve polislerin vatandaşa diş gıcırdatmaları durumunda, keskin ve sağlıklı dişlere sahip olmak için de gerekli olduğu bilinmektedir.

Öğrenci ve işten atılan iş(çi)-siz- lere gaz sıkıldığında kaybolan enerji için, Vücut hücrelerinin yeniden gelişmesine yardımcı olur. Öğrenci ve işçiler üzerine Sıkılan gazın verdiği zararı azaltmak için Solunum ve sindirim sisteminin sağlıklı olmasını ve hormonlu gıdalardan oluşan enfeksiyonlara karşı korunmasında etkilidir.

İleri D-emokratlık vitamini, insan vücudunda kalsiyumun kullanılmasına yardım ettiği için, polislerin kırdığı öğrenci kemiklerinin iyileşmesini hızlandırır.


Yumurta sarısı, ileri D-emokratlık vitamini sağlayan bir kaç besinden bir tanesidir. hak parti ve ödp’nin güneşinin ışınlarından da yeterince faydalanıldığında yumurta özellikle sağ partilerde ileri D-emokrasi vitamini eksikliğine bağlı kemik bozukluğu oluşmasını önler.


Yumurta, temel haklarda E-şitlikci vitamini yönünden de oldukça zengindir. E-şitlikçi vitamini oksidasyonu önleyici etkisinden ve ağırlıklarının birbirine eşit olmasından dolayı, gariban emekçilerin vücudunu liberal kapitalist ideolojilere karşı korur.

Her gün bir yumurta yarım ekmek ile kahvaltı yaparak okuluna giden öğrenci, işkencesiz okuma hakkını talep etmek için kahvaltı yumurtasını arada bir fol olarak Hükümet üyelerinin kafasında, kuluçkaya yatırmak amacıyla cebinde götürebilir.

B-ilimci grubu vitaminleri bazı besin öğelerinin vücutta enerjiye çevrilmesi için gereklidir. Yoksa işimiz fala muskaya ve Telli Baba'ya kalır ki, o zaman ülkedeki bütün yumurtaların cılk çıkma olasılığı yükselir.

Yumurta özellikle ileri üniversitelerin varlık nedeni olan B-ilim2 vitamini açısından çok zengindir. Bu vitamin polis sopasından yırtılan deri ve sıkılan gazdan arızalanan göz sağlığı için de gerekli olduğunu tekrar ederek önemini pekiştirelim.

Ayrıca yumurtada bulunan kolin, beyin fonksiyonlarının yerine getirilmesinde önemli rol oynamaktadır. Bu durumda Bakan Burhan Kuzu’nun kafasında kuluçkaya yatırılan yumurtaların da etkisini düştüğü yerde göstereceği tahmin edilmektedir.
yumurtanın besin değeri kaynak
* * *

BDP Eşbaşkanı Selehattin Demirtaş’ın Bakan Burhan Kuzu’ya atılan “öğrenci yumurtası” için verdiği demeç, yarım saate yakın kahkahayla gülmeye değer.

“Bir devlet üç yumurtayla yıkılacaksa yıkılsın!!”
karizma çizer roket yumurta

* * *
bir Bektaşi klasiği:

Hocanın biri her vaazın sonunu “namaz dinin direği” diye bitirirmiş.

Bektaşi bu çok iddialı tekrar karşısında dayanamayıp sormuş:

-Hocam, namaz için abdest farzdır değil mi?

*evet farzdır.

-Hocam, afedersiniz, insan o…r’unca abdest bozulur değil mi?

*evet bozlur.

-Başa dönelim sayın Hocam, namaz dinin direği, abdest namazın gereği,

Bu ne kadar zayıf din direği ki, bir o…k’ta yıkılıyor.

30.11.10

evlilik programlarının düşündürdükleri

“Yaşam kaosu” yüksek olan toplumlarda 
evlilerin aşkı değil hesabı olurmuş.

Bir çocuklu genç kadın eş adayıyla karşılaştığında, onun da bir çocuğu olduğunu ,  çocuğa  eş adayının annesinin baktığını öğrendi; birkaç klasik sorulardan sonra,  adamın evlilik teklifini  açıklayamadığı bir nedenle kabul etmedi.  Çocuğa bakan “babaanneye düşkünlük” kafada bir tetikleme yarattığı seziliyordu. Böyle durumlarda açıklanmayan nedenler için “elektrik alamadım” kodlanması en kolay yoldu. Oğlanın yakışıklı ve olgun imajlı  biri olduğu tartışılamazdı. Belki bu yüzden elektrik şoku gizlenen başka bahaneyle nötürlenmiş olmalıydı

. Ama bir pürüz vardı ki, evlenmeye asıl  engel olan neden   ya oğlanın gelir düzeyi  ya da kaynana sendromuydu?
 Israrla  net bir neden belirtilmesi gerektiğini söylediklerinde, “O annesine çok düşkün, biz anlaşamayız bu durumda”  diyerek noktayı koymuştu.
Çevrenin ve psikologun, genç kadının  erkeğe bir çay içimi daha görüşme fırsatı vermesinin yararlı olacağını söylediklerinde, kadın görüşmeyi  kabul etti. 
Karar anında, kadın son durumu şöyle anlattı:
-Bu son konuşmamızdan sonra mükemmele yakın bir eş adayı olduğunu  anladım ama, ben bir kez red etmiştim. Hem teyzem ablam ve annem de kabul etmemi istemediler. Ben şimdi kabul edersem onlara ne yüzle bakarım!
“O annesine çok düşkün, biz anlaşamayız bu durumda”  diyen kadındı bunu söyleyen!

***
Bir başka çift adayı karşılıklı birbirlerini beğenince,  erkek bildiği tüm romantik taklit gösterilerini, tezahüratlar arasında sermeye çalıştı.  Kadın duygulandı, gözleri nemlenmeye başladı.  İkisinin de yalnız ağız-diş-gamze-yanak-yüz rengi değil, bütün hücreleri gülümsüyordu mutluluktan. Kadın kısa bir süre durgunlaştı. Sorulduğunda, kalbinin yılda ikiyi geçmemek üzere böyle heyecanlı anlarda "teklediğini",  bu yüzden  tedavi olduğunu söyledi.
Adamın gülümseyen tüm mekanizmaları altmışdokuz model şavrele şanzımanı gibi gıcırdamaya başladı. 
“Ben evlenmekten vazgeçiyorum” deyiverdi aniden. Bir yığın tartışmadan ve ikna çabalarından sonra, “ben hastalıklı bir kadınla yaşayamam” diyerek o da son noktayı koydu.

* * *
Eş arayanlar aynı zamanda, görüşen adayların tanışma kritiğine  yorumcu olunca, insanın aklına şu yargı geliyor:
“kelin merhemi olsa başına sürerdi”.

Evlenme hamlelerinin,  aşk, sevda, sevgi, dayanışma, güçbirliği,  arayışından çok, kestirmeden sosyal güvenlik  ve geçim kaynağı arayışı  olduğu  Mark’sın tanımladığı altyapı boşluğundan kaynaklanabilir miydi?
Daha çok kadınların belli ettikleri örtülü niyet, bir başka insanın emeği üzerine göz koyarak altyapı oluşturma amacı,  üretim aracına evlenme cüzdanıyla sahip olmak gibi anlaşılıyor.  Erkeğini  her şeyden önce bir üretim aracı gibi gördüğünü gizleyecek yetenekten de yoksun. Evlenme bedeli  karşılıklı olarak ne verecekleri değil,  ne alabileceklerini sorguluyorlar.
Erkekler  evleneceği kadını daha çok, "kendine hizmet edecek biri" olarak tanımlayarak, yine duygudan yoksun, tamamen fiziksel  rahatlığının görevlisi gibi görmesiydi.

Dindar erkeklerde bu materyalist yaklaşım daha da çok belirgindi. Çünkü, evliliği gerçek ve bir bütüncül anlamda aldığımızda, içinde aşk,efkar, romantizm barındırmaması olanaksızdı.

  Burada  ticari bir durum vardı ki, evliliği şirketleştiren, kar-zarar hesabına göre kuran bir anlayış "mutlu olmak için evlilik" sanılıyordu.

 * * *
Zıt cinslerin birliğinden mutluluk üretmeyi başaran bir toplum değiliz vesselam.

Bunun bir sürü nedenlerinden söz edilebilir ama, iki gönül bir olunca seyran olan samanlık değil,daha çok Pazar yeri gibime geliyor.
Onları izlerken, insan (ölüm hariç) yapay ayrılmaların perde arkasındaki ilişkilerin akordunu düşünmeden edemiyor. Sonra o ekranda aşk siparişi verenlerin politikadan anlamadığı gibi, aşktan da hiçbirşey anlamadığını düşünüyorsunuz. “Aşık olacağım bir adam bekliyorum” diyenlere de rastlanıyor bazen , orta gençler arasında.  Bilinen bir konunun rüyasına yatma isteği gibi bir şey; sipariş rüya, sipariş aşk....
Mutlu bir toplum olmanın alt yapısı olan maddi güvencelerin sorgulanacağı makro düzey başka konu. İnsanın birey olarak, kendi bilgi ve kültürünü en azından evlenme girişimlerinde ne kadar anlamlı ve düzeyli tutabiliyor, onu irdeliyoruz.

Hiçbir mazeret tanımayan  "aşklaşma"nın ilişki düzeyleri ve arayışları çok daha "yüksek kültürel değer"lerle yürütülemez mi? diye sormak güdümüzü kamçılıyor görünenler. Önceki birlikteliklerden ayrılmalar, nedenleri ve bu örneklerin gölgesinde  ilk kez evlenme girişiminde bulunanların pazar değerlerini... çünkü, kıyasıya pazarlık yapıldığına tanık oluyoruz.

Öyleyse "evlilik akordu"nu irdeleyelim birazcık.
Aşkın  konser-ve-si (bemol notası) olamaz mı ? “Evliler konsere gidemez mi” ya da “konserve aşklar” stoklanamaz mı? Nota, akort, melodik nüans, bale figürleri.. ve benzer araçların, ilişkilerin harcı olduğu bilinir çoğu insan tarafından. Bilinir de karışımların ölçüsü tutturulabilir mi?
 Parayla -ekonomi ya da somut sorumluluklarla- aşkın çekişmesinin ve hayatın içindeki çevresel faktörlerin baskın çıkmasının  tam yeri burası mı ne? Yani evlilik kurumu…

İnsanların günlük kullandıkları kelimeleri,  konusu bakımından,  ilişkilerin tecrübe dönemlerine vurduğumuzda,  her on yıllık dilimin konusunun da değiştiğini görebiliriz.

15-25 yaş arası aşkları ilişki dönemi saymayalım şimdilik.

Yaklaşık yirmibeş yaş  üzeri  ilişkilerin genellikle evlilikle sonuçlanacağını düşünelim.  Pembe sislerin usulca dağıldığı dönemdir burası. Hayatın özellikle altyapısı olan güncel ayrıntıların dayatmasıyla,  sevdaların yerini karakter (huy) çözümlemelerine bıraktığı bir dönem.. Karşılıklı olarak, farklı aile ve kültürden edinilen alışkanlıkların berraklaştığı  yıllar....  

 Damak tadından şaka anlayış kıvamına, empatik yetenekten, farklılıkların çakışmasındaki algı ayarlamasına, cicim ayındayken öne çıkarılan yüksek değerlerin çözümlenerek sapma oranlarının belirlenmesine, “avını kafese koyma” rahatlığından sonra oluşabilecek pejmürdelik rahatlığına, artık dişlerin daha seyrek fırçalanması ve çizgili (zürafa) pijamalarla akşamın zarafetine madik atmalar, taraf aile üyelerinin kusur yarıştırmaları, varsa yengeler arası rekabetler, kendi ailesine yakınlaştırma, diğerinden uzaklaştırmayla doğru orantı kurma savaşları…  özellikle, ev kurumunu ayakta tutan emeğin öncelik-önem iddiaları daha çok erkek tarafından sürdürülen çoğu gelenek ve din kültüründen güç alan anlayışın iki kişi arasında ısırgan otu gibi durması.
Kadın doğasını erkek doğası kalıbıyla ölçme alışkanlıkları…

Küçücük sitemleşme ve küsmeler, artık bardağın boş tarafından  bakma alışkanlığını körüklemeye başlar. Laf sokma üstünlüğünün istatistik grafiğinin tepe noktasında gezinmeler, kendi ruhsal rahatlığını, savaşın sıcak ortamında karşı (eş) in huzursuzluğuna endekslemeler, gerektiğinde elde hazır tutulan kusur merceğiyle belge oluşturmalar, savaş daha da kızıştığında cinsiyet avantajlarını devreye sokup, karşısındakini damardan vurmalar….uzayıp gider bu savaşın cephe yöntemleri..

Sonuç olarak, evlenme programları ve gazetelerin 3. sayfa haber konularının ürünleriyle karşı karşıyayız. İletişim yeteneksizliği ve bunun kaynağı olarak tabuların yasakları ve cehaletin caydırıcılığı, insanların çoğunun "iyi eş olabilme"  hamlesini baştan durdurabiliyor.

* * *

                             25 yaş altı muhtemel aşkzedelere,
 Aşkların  sabıkası ve sevdaların  masumiyeti artık ayırt edilmelidir tecrübeyle.
Evlilik karesinin köşegenlerinden vektör oluşturulmalı. Birine sevgi, diğerine saygı adı verilmeli. Kesişim noktalarına kazık çakılmalı ve ortaklık ipinin ucu oraya bağlanılmalı.
Kavramların serseri etksini unutarak kutsamaya çalıştığımızda, zarara rağmen tiryakilik daha da öne çıkarılmamalı. Ütopyalar, ve idealler gerçekçiliğin mihenk taşına sürülmeli.
·        Yüksek tutkuyla  "özenilesi duygu haline"  bir bütün olarak,  sadece alışkanlıktan ötürü “aşk”  denilmemeli. Onu sadece "irade dışı bir
  tutsaklık" olarak almalı, ama asla orada kalınmamalı. Aşk öncesi "cicim dönemi"ni  olumsuz etkileyecek dış etkenlere karşı savunma mekanizmasının işleyiş şifresini sadece iki kişi bilmeli. 
·        
Aslında sorun tanımda değil,  bağımlılığın kutsanmasında. Aşk bir bağımlılık hali hatta kör bir bağımlılık hali olduğuna göre, özgürlüğün çok önemli  bir bölümünün enerjisini yakıyor demektir. Bağımlılıkların tümü için söylenebilir bu aslında.
Aşk şekil bakımından bağımlılıkların içinde birazcık kızamık hastalığını andırır; mutlaka çıkarılmasa-tadılması gereken bir hastalık gibi. Aşk hastalığının  insan bünyesine  yararı  olduğu düşünülebilir mi,  kalp ritminin bağışıklık istemini geliştirmesi açısından? Düşündürücü bir durum.

“Yüksek tutku” diye başladığımız durumun bir bölümü olan aşktan söz ettik kısaca.
Bir de bu tutkunun ilk aşaması var ki ona “sevda” diyoruz.  Efkar denilen coşkulu duygunun bu bölümün ürünü olduğunu söyleyebiliriz.
İlişkilerin  “cicim ayı” denilen başlama kısmıyla,  bayatlamaya yüztutan diğer zamanları,  iki devreli maça benzetelim ve  aşk ile sevdayı kavram kargaşasına kurban etmeyelim.   Aşk acıtır ve kanatırsa, sevda coşturur ve uçurursa,  ilişki dönemlerinde üreyen ve tükenen bölümlerin ilişkiye yansımasından olduğunu bilmeliyiz.
Maçın  ilk yarısına sevda, ikinci yarısına aşk dememizin nedeni, ilk yarıda oyuncuların ısınma ve hünerlerini  gösterme, artistik stiller, romantizm gibi gösteri yoğunluğunun kaçınılmaz oluşundandır.
Tanışıklığın ikinci yarısında oynanan bir oyun ise aşk; yorgunluk,  bitkinlik ve favullerin
 “ar” meydanı olarak anılır burası.
Aşk yanığı bacalarda kurum olarak kalır da, sevdalar, kar eriyiğinde güneşi görünce toprağı pürtleten mantara benzer. 
Bu yüzden mesajlara kulak vermek  yerine, masajlara tümünü vermektir asıl ilişkinin kökeni.
Nasıl mı?
Taklitlerden sakının, kendi figürünüzü yaratın.

z.örer
Yazının bir anlamda ilişkili olduğu:


  • kadın erkek eşit olsaydı