26.4.11

Çingene Hayriye gelmiş

Hüsnü Şenlendirici & Vasilis Saleas  düeti.
Hayriye,  sokağımızın bahar müjdecisi.  Kışları İstanbul’da geçirir, her baharda döner Alanya’ya.

Çocukluğumun geçtiği köyde leylekler, yaşama sevincimizi coşturan bir sembol idi; Hayriye de şimdi öyle…

Çapraz komşu binanın yer katında kiracıdır Hayriye’miz. Balkonda kendimi gitar mevzisine aldığımda sanki Hayriye’yi hedef alıyor muşum gibi gelirdi. Görüntü hala da öyle, içerik değil. Ben(deniz) 4. katın camlı balkonunda “kendim çalar kendim dinlerim bir de sevenlerim” iken, O yüksek ses ile,  konuşur şarkı söyler, teyp kasetinden müzik çalar oynar, ziyaretçi yoldaşlarını da  oynatır.

  Monotonluğu mahalle sakinlerinin kibirine gömer.

O, “Hayriye’miz” tabi ki; çıkmaz sokağımızın monotonluğuna çiçek ve güllerimizden sonra, ondan başka rest çeken bir varlık daha çıkmadı  beş yıldır. O’nu çok sevdik….

 Mahalleli sevmedi! "Yüksek ses ile gecelerin sessizliğini parçalara ayırıyor, mahalleyi uyutmuyor" diye 155'i aramışlar.  Uyarmışlar, tehdit etmişler, Hayriye’yi Hayriyelikten çıkarmışlar. Şimdi onu kendilerine (bize) benzetmişler, bir kuru odun parçası gibi olmuş!

Oysa yan tarafımızdaki bahçede bir ağaca zincirle bağlanan bir köpeğin sabaha kadar avazı-ağıdı vardı. Köpek işkence çekiyordu. (Bende video görüntüsü bile vardır). Hiç bir komşunun, o köpeği 155'e şikayet edip de kurtarmak aklına gelmedi. Yakınımızdaki Adliye lojmanlarında görev yapan polise bildirdim de, hatırı sayılır köpek sahibini uyarmışlardı....

Bir yanda Çingene Hayriye-sevmez komşular, diğer yanda kentin köpek-sever yerlisi!

Onurlu bir kadın. Kedi karakteri seziyorum O’nda. Yiyecek için vs. asla boyun bükmez de, insan olduklarını kavrayanlara karşı kedi gibi yumuşak ve nezaket küpüdür. "Rom" çingenecede "insan" demekmiş. Roman sıfatı burdan türemiş. "Biz de insanız" tepkimesiyle çingene imajının kurtarılmasının başka dili....
Kendilerini şikayet edenlerle ve polislerle kavgasını duyduğumda saygım katlanarak büyüdü Hayriyelere.

Hayriye Çingene.
Yüzüne “çingene” diyenleri ikiye ayırıyor, bir kısmına “sensin çingene”, diğer (bana) abi diyor…..

 Çingenelik –özellikle- özgürlüğün ve evrende en egzotik çeşitli yer aramayı kültür edinen  göçebeliğin ve servet egemenliğine başkaldırının simgesi olduğunu söylediğimde, orijinal Hayriye bir anda parlayıverdi yüzüme. Sizi “çingene” olarak aşağılayanların da sizin gibi bir göçebe torunları olduğunu bilin. Siz Hindistan diyarından  bu tarafa gelenlerin, biz orta asyadan  gelenlerin torunlarıyız;  sizden tek farkımız kuruntumuz….

 * * *
asalet yarışı:

Çingene delikanlı bir mühendislik bürosuna iş başvurusu yapar.
 Ciddiye alınıp sözlü sınava çağırılır. Büro amiri alay etmeye kalkışır çingeneyle:
-Hayri hangi fakülteden mezunsun?
-kaldırım mühendisliğinden abi.
-görevin neydi Hayri Bey?
-Kaldırımlarda klarnet çalardım, bahşiş alırdım.
-Peki, burada aynı işi mi yapmak istiyorsun?
-İsterseniz, siz çalışırken, baş ucunuzda çalarım veriminiz  yükselir abi.
-yok yok, sen temizlik işini yap, mesela biz sigara içeriz izmarit atarız, kağıt kırıntılarını atarız, hatta bazen tükürürüz, sen temizlersin;   tecrüben var mı bu konuda?
-He var abi, bizim çadırlarda inekler altına sıçtığında temizlerdim, burada da aynıymış.
/z.örer

* * *

16.4.11

Liberalizmde atış ve satış serbest

Atma Recep Din Kardeşiyiz atasözü özelleştirilmiş.
Atasözleri de mi yağmalanıyo ne!
Soluduğumuz havadaki oksijenin özelleştirilmesine ne kaldı ki şuracıkta!

“Atasözleri ve havadaki oksijen kamunun malıdır, özelleştirilemez” demiş, hayata kalbinin attığı yerden bakanlar. Oysa, kamu sektörlerinin ekonomi bölümü özelleştirilebiliyor da, kültürel bölümü neden özelleştirilmesin!

AKP Genel Başkanı’nın ulusal servetten yararlandırma bakımından, “gri+kara+yeşil” (daha çok yeşil) sermaye sınıfının politikacısı olduğunu düşünmeyenlerin çoğunlukta olduğu biliniyor. Bu O’nun bir ideolojisidir elbette saygı duyulur. Ama ideolojinin karakterini analiz etmek de bize düşer, olup bitenlere bakarak.

Recep, mizah kültürümüzde hep “atan” olarak bilinir. Atmaktaki öznenin “palavra” olduğu da bilinir. “Recep, din ve palavra” sözcüklerinden türetilen “atma recep din kardeşiyiz” deyiminin kökeni tarihte hangi recep için söylendiyse, sanki başbakanımıza da pek yakıştı.

Recep Bey milli görüşçüyken, O’nun (karizmatik ve istikrarlı) radikal-protest bir yanı vardı. Burada yazdığım gibi protest tavır cesaretini daha çok kendi özündeki haklılıktan alır. Ya da ben öyle düşünüyorum. Ancak, Başbakanımız bir, bilemedin birkaç gecede milli görüş militanlığından liberal ideolojinin yürütme makamına sıçrayınca, “Recep”liğinin tüm hünerleri coşmaya başladı. Atmalar karizmayı çiziyor da, haberi olmayanlar olanlardan daha fazla.

 İcraatları klasik ama, tavırları radikal kalmaya devam ediyor yeni kariyerinde. Sanırsınız ki karşısındakiler hükümet, kendisi mağdur ve masum bir muhalefet. İşte burada sırıttı söylenen ile anlaşılmayan arasındaki farkın çelişkisi.

Grafik ile düşünelim:

Şekilde AKP Genel Başkanı, frekans (sinyal) kaynağı konumunda gösterildi. Devamında, ayırıcı (siplıttır) , modem, telefon ve bilgisayar var.

Çalışması şöyle: Ptt telefon hattından gelen kablo ayırıcının girişine bağlanır, iki çıkıştan birisi telefon makinesine, diğeri internet modemine girer. Ayırıcının görevi, ses ile ses+ görüntüyü ayırarak, paraziti önlemektir.

Tezimiz şudur: Recep T. Bey ile Türk halkı arasına bir Siplitter konulduğunu düşünelim; söz ve tavırları toplumun hangi kesiminin nasıl algıladığını görelim.
Başbakandan gelen sinyali ses olarak algılayan kesim, büyük oranda muhafazakarlardır (telefon makinesi gibi). Telefonun sesini, salt melodi biçiminde algılayan “cemaat ruhlu” muhafazakarlar için anlamdan çok yankı önemsenir.

“Ses+görüntü”yü birlikte algılayanlar ise, kemalist ve sosyalist devrimciler (Modem gibi).

Modem ses ve görüntüyü bilgisayara aktararak, bilgi haline getirdiğinde, sözlerin ve vaadlerin (görüntünün) anlam kalitesi (gerçeğe mesafesi) ölçülmüş olunuyor (diyalektik ya da dijital algı).

Birkaç örnek ile tezimizi olgunlaştıralım.

Toy gençliğimde, Milli görüş davasında emeği olanlardan biri olarak biliyorum ki “demokrasi şeriata giden yolda bir araç” olacaktı. Bu durumu, düşmanın silahıyla silahlanmak” hadisiyle izah ederdi o zamanki “büyüklerimiz” Bunu ben ve bütün milli görüşçü camia böyle bilir. Aşkta ve savaşta her yol mübah ise, alın size bir değiştirme mübahı. Recep T. Bey F taktiğiyle, “...şeriata giden yolda” kısmını “atmış”. Atış-1

Ünlü van minıtı arap ve türk cemaat tayfası, telefon melodisi gibi algıladı, İsrail ile sürdürülen gizli ilişkilerin (askeri bölümde) içeriğini merak bile etmediler.

Devrimci kesim ise van minıtı Modem gibi algıladı. 19 insanın öldürülmesiyle sonuçlanmasını ya da etik bir diplomasi dili olmadığını düşündü. Öfkeyle yatan zararla kalkar” özdeyişini burada da çöpe “atmıştır” Atış-2

Türkiye’ye Fransız kalan adama seçim öncesi bir salvo daha atmak istedi, taraftarları yine transa geldi. Ama adam Türk kökenli çıktı, o da boşa “atılan” bir adım oldu. Atış-3

YGS şifresi savunmasından tatmin edenler tatmin olmadığını sonradan itiraf edince, başka ülkelerde Bakan düşüren olayların, bizde bitini dahi üzerinden “atamadığını” görüyoruz. Atış.4

Cemaat tayfası ekonomik büyüklükte dünya bilmem kaçıncısı olduğumuzun sadece tıngırtısını duyarken, devrimci tayfa fiyaskoların ayrıntılarına kafayı takar. Görülür ki, gerçekler ayrıntıda gizli. Önemli olanın büyüklüğü değil, fonksiyonu olduğunu bir kenara “atmış” olduğu görülüyor. Atış-5 (Bu konu ayrı başlıkta incelenebilir).

R. T. Erdoğan Milli görüş İl başkanı iken,“önce maneviyat” sloganıyla yola çıkmışlardı.
Politika yaşamlarında edindikleri servet miktarının, hiçbir ekonomi prof.un “beceremeyeceği” miktarda olduğu söyleniyor. “önce maneviyat” diye manşet “atıyorlardı” -Atış-6

Kısacası, liberalizmde satış kadar, “atışlar” da serbest.

Seçim öncesinde tamamen yoksulcu görünen Politikacıların karakterine yansıyan kültür kökeni kolay formatlanamaz.

Mutlu bir toplum olabilmek için kendimize reva (layık) gördüğümüz talep düzeyi önemlidir. Düşük düzeyli yaşamayı kendimize layık görürsek, mesajları melodik ses gibi algılarız, kulağımıza hoş gelirken, karnımız aç kalır da, kaderden sayarız sonra. Kurulan tuzakların farkında olamayız.

Kendimizi daha iyi koşullara layık görürsek, içerik ile ilgileniriz. İçerik ise, ideolojilerin markasında gizli, atmasyonlarda değil.