17.12.12

“HAVADAN SUDAN DÜŞÜNMEK”

Havalar soğudu.
Su ve kar potansiyeli fizik ve kimyamız aracılığı ile ruhumuza (torpilli müdürlerin becerdiği gibi) mobbing terörü uygulayadursun, her kışın ilkbahara çıkan yol olduğunu biliyoruz.
Algımız, gitarın mi teli kadar tiz bu mevsimde. Gazı koz, rakıyı gazoz gibi anlamak her an olasılık kapsamında.

Winziplenen ruhumuzun üretkenliği daralmakta, motorlar benzin yerine yağ yakmakta.

Ağrılar kışkırtılmaya eğimli. Romatizmalar azsa da, romaNtizma mevsimine çeyrek kaldığını hatırlamakta fayda var.
Oysa bir gün Mart da gelecek, kara kedi dam üstünde aşka zıplayacak.

Pamuk kıvamındaki kara bulutlar yastık kılıflarına basılacak, kedilerin aşk yatağına eklenecek. Bulutlardan emilen suyu dağlar ovalara, belediyeler Şubat’ın kova burcuna akıtacak.

İzelenmeme rekoru kıran trt ve spor payı gibi vızzıklar faturaya eklenerek, biz avanak kullara satacak.
Havalar soğudu. Su buz olacak; sonra da tersi…
Başka mevsimlerde ter olarak bedenimizi terk eden emek suyu, bu mevsimde grip suyu olarak burnumuzdan akacak. Biz yine çalışıp yorulacağız. Torpilci sektör yine kaytarma masasındaki bilgisayarda spider solarite oynayarak aybaşı kovalamaya devam edecek. Onların Kap-kaç-italist efendileri de, Kar suyunun yağmur fırtınasında savruluşunu, pencerenin buğulu matlığına parmak çiziği atarak görecekler.

“Havadan sudan meseleler” önemsiz konular anlamıyla anılmaya devam edecek. Çünkü bu düzen bu gidişle asla değişmeyecek! Hava ve suyun, vazgeçilmez, özelleştirilemez yaşamsal ve sıtratejik gereklerden olduğunun farkına varılmayacak; havadan sudan… biçiminde küçümsenerek, bedavadan emilmeye, atmosfer kirletilmeye, bacalar tütmeye devam edecek. Çok yakında su gibi hava da özel-leş-tirlecek, Allahın havası ve suyu birkaç vatansevicinin üretim aracı olarak, biz frkındasız kullara buz kazığı olarak geri dönecek.

Bunu biliyoruz da refleks ile değil, “bir durup düşünürsek” öyle….

9.11.12

Atatürk Devrimi Sosyolojisi


Atatürk Devrimi
Dünya Emperyal savaşlarından sonra direnmeyi başaranlar, geleceğini yeni ideolojik zemin üzerinde yeniden kurmaya başlamıştı.
 Savaşın sanıkları halkının ortalama yaşam kalitesini yükseltince, sömürü çarkının büyüğünü masum toplumlar üzerine kurdular, kendi halkına karşı -nispeten- uysallaştılar.

Savaş ve İmparatorluk mağduru olan bizde ise yeniden yapılanma, yalpalayarak yine kapitalizm iskeleti üzerine oturduldu. 
T.Cumhuriyeti, İzmir İktisat Kongresinde alınan kararlarla tercihini kapitalizmden yana koymuş bir devlet yapılanmasıdır. Buna karşılık, sol ve sosyalizm her dönemin korkuluğu olarak halkın karşısına dikilmiş, geçen 90 yılda istenilen hedefe ulaşılamayınca, beceriksizliğe bakılacağı yerde, hep öcü'ye dikkat kesilmesi sürdürülmüştür.

Ulus aşırı sömürü mekanizmasını (neo-liberalizmi) kuramayan yerli kapitalizm, kendi çemberindeki sistemi feodal kriterlerle ayakta tutarken, özellikle hukuk ve insan hakları çerçevesinde zaman zaman neo-kapitalizm ile çatışsa da, yine aynı kulvara dönmekten başka yol aramamıştır.

Kemalist Sistem Halkçılık ve Devrimcilik ilkesiyle, sınıfsız toplum mesajını, Sovyet Sosyalizmine yaranmak ve oradan gelecek yardımları kolaylaştırmak gibi bir amacı düşündürüyor. Milliyetçilik, Devletçilik  ve Laiklik ilkeleriyle ise, Ümmetçiliğin direnişine karşı daha daraltılmış ve kontrol imkanı kolaylaştırılmış alternatif bir toplum/yönetim modeli olarak düşünülmüştür. Cumhuriyetçilik, Teokratik düzenin alternatifi olarak hem simgesel, hem de diğer ilkelerin şemsiyesi konumunda bir anlayış olarak kabul görmüştür.
Kemalizmin kendine has ideolojik bir ekonomik modeli yoktur. Dünya savaşlarının iki kutbu olan ABD kapitalizmi ile Sovvet Sosyalizminin ortasında bir yerde durmayı "pragmatizm" kapsamında düşünmüşlerdir. "Karma ekonomi" denilen, bir ayağı Sosyalizmin planlı kalkınma (devletçilik) modeli, diğer ayağı ise kapitalizmin serbest piyasa üretim modeli olarak kurulmuştur.
Bir anlamda Sosyal Demokrasi modeline yakın durduğu iddia edilen karma ekonomi, emeği sermaye karşısında tam da uçurumun kenarındayken tutma anlayışıdır.
Emek ile sermaye uzlaşması Karl Marks'ın "emek-değer teorisine" göre değil, emeği "katlanılamaz krizi eşiği"nden çekip, dayanılabilir noktaya taşıma misyonu olarak yorumlanabilir. Sağ eli sermayenin elini tutarken, sol elini emekçiye uzatması, (sağ elin sol ele göre daha fazla işlerliği dikkate alınırsa), kayırma gizemini de açıklamaktadır.


Kurt Steinhaus, Atatürk Devrimi Sosyolojisinde, bu günlerimizin temeli olan konuyu en ince ayrıntılarıyla yazmış. Konu başlığını açıklayan kısa bir özeti ilginize sunuyorum. Bu kitabın, Atatürk ve Kemalizm üzerine yazılmış en ikna edici, bilimsel incelemelerden biri olduğunu düşünmekteyim. Türkçesi M. Akkaş, Sarmal Yayınevi.

* * *

"TCF(Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) ve SCF (Serbest Cumhuriyet Fırkası) din, politika ve ekonomi alanlarında liberalleşme isteklerinde bulunurken-objektif olarak- Osmanlı gelenekçiliği ve kompradorluğunun çıkarlarını temsil ediyorlardı.

1924'ten 1930 yılına dek edinilen tecrübeler, genel olarak, Cumhuriyet Halk Partisi karşısında sosyalistler dışındaki her muhalefetin, sisteme karşı çıkanları ve gelenekçilerin toplanma yerleri olduğunu göstermektedir: Laik ve anti-feodal görüşlerle burjuva toplumu fikirlerine karşı çıkan bu kuvvetlerin hangi kişisel amaçlarla bağımsız örgütler haline geldikleri önemli değildir. Bu nedenle, mahkeme huzurunda hiçbir zaman aydınlığa kavuşmayan birçok iddialardan biri gibi,

TCF'nin İzmir suikastinde ve Kürt isyanında parmağı olup olmadığı iddiasının doğruluğu da politik açıdan fazla önem taşımaz. Parlamento içindeki ve dışındaki sağcı muhalefetler, devrime karşı faaliyetlerinde aynı görüşleri paylaşmaktaydılar.

Türk Komünist Partisi'ne karşı, Kemalist hareket iki farklı tutum benimsemiştir. 1920 yılı Mayıs'ında Mustafa Kemal bir dostuna Türk Komünist Partisi' ni kurdurdu. Bu parti, ''Tanrının yardımı ile kurulduğunu'' ve ''İslamlığın aslında komünistlik, olduğunu'' ilan ettikten sonra, Üçüncü Enternasyonal'e katılma isteğinde bulununca gülünç bir duruma düştü.

Kominterne bağlı olan Türk Komünist Partisi, 1925 yılında yasaklanmasından önce de sürekli olarak kanun dışı ilan edilmeye çalışılıyor , polis ve mahkemelerce sert kovuşturmalara tabi tutuluyordu. Bütün bunlara bir de kanun dışı girişilen özel linç olayları eklenebilir. Örneğin, 1920 yılı baharında merkez komitesinin üç üyesi ile on iki parti üyesi linç edildi. Komünist Enternasyonal, 1925 yılında Türkiye grubunun ortadan kaldırıldığını'' açıkladı.

Türk komünistlerini sürekli kovuşturmasına rağmen Kemalizm, politik ve ekonomik bağımsızlık savaşını vermekte olduğundan ve laiklik uygulamaya çalıştığından desteklenmişti. Bir yandan da, Komüntern (uluslararası 3.enternasyonal) Türk Komünist Parti'sinin, kentlerde yaşayan proleter ve köylülerin partisi haline gelebilmesi için ciddi çabalara girişilmesini istemiştir.

Böylece devrim olayının yalnız burjuva düzeni çerçevesi içinde kalmaması, emekçilerin sosyal ihtiyaçlarını karşılamak üzere daha ileri götürülmesi öngörülüyordu.

Görülüyor ki, Komünist Partisi, bir yandan, burjuva devrimini benimsiyor, ancak, öte yandan, bunu sosyalist bir toplum kurma yolunda geçici bir aşama olarak yorumluyordu. Bu gerçek, komünistlerin Kemalist hareket tarafından neden müttefik olarak kabul edilmediklerini açıklar.

Batı Avrupa endüstri ülkelerini örnek alan CHP, kapitalist toplum biçimini devrimin nihai amacı olarak görüyordu. Bu parti, bujuvazinin güçsüzlüğü ve alt tabakaların yoksulluğu nedeniyle, zorunlu olarak, gerçekleştirilmesi gereken sosyalist bir devlet biçimine kapalıydı.

Burjuva toplumunun dayanabileceği Sosyal tabakaların zayıflıkları nedeniyle, Avrupa parlamenterizminin Türkiye'de tam olarak yerleşmesi, objektif olarak imkansızdı. Bundan başka, parlamenter demokrasiye kalan küçük faaliyet alanı, devrim ve karşı-devrim faaliyetleri yüzünden gittikçe daralıyordu. Bu alanda ve egemenliğin çeşitli' tabakalara göre uygulanması yönünden denge sağlanamadı. ''Siyasete karışan kitleler azınlıkta idi. CHP bile, halkı kendi tarafına çekmeye çalışmıyor; köylere girmeyen bölgesel örgütler, yalnız kentlerdeki idarecileri denetliyor ve etkisi altına alabiliyordu. Bağımsız sendika ve köylü birlikleri hukuki kısıtlamalardan ötürü gelişemiyorlardı.

Devrimci hareketin az sayıdaki ileri görüşlü yönetici grubu, emrindeki devlet baskı araçlarının güvenliği altında, merkezi politik kuruluşların kaldırılmasını sağlayabilecek güçteydi. Böylece bütün maddi kaynaklarını ve politik enerjilerini bu konuyla ilgili sorunların çözümlenmesine verdiler. Buna karşılık, köylerde devrimin amaçlarına uygun politik bir alt yapının kurulmasına yeterince önem verilmedi. Bunun sonucu olarak da, Türk halkının beşte dördü, öteden beri ''taşrada ekonomik ve sosyal hayatı denetim altında tutan kuvvetlerin'' elinde kalıyordu.

Toprak sahipleri, tüccarlar, eski devlet ve din görevlilerinden meydana gelen, ''eşraf' deyimiyle adlandırılabilecek olan bu grup, ''aşırı bağnaz dini liderlerin etkisi altında bulunuyor ve ekonomik statükoya bağlı kalıyordu. Bunlar sosyal değişikliklerin karşısındaydılar. Otoritelerini tehlikeye düşürebilecek her çeşit rekabetten kaçınıyorlardı; tutuculukları, büyük toprak sahipleri, itibar ve otoritelerini taşranın ulaşılmazlığı dolayısıyla ellerinde tutabilen din adamları tarafından da korunuyordu. Milli devlet anlayışını ve cumhuriyeti, hükümetin kendi bölgesel üstünlüklerine saygı gösterdiği ölçüde benimsiyorlardı. 

Kemalist öncüler bu ''hareketlerin sert nüvesi'' ile zaman zaman anlaşmalara varmakla kalmayıp, sürek1i bir anlaşma olan iktidarı bölüşmek alternatifine de taraftardılar. Ayrıca, CHP'nin binlerce memuru ve ileri gelen kişileri bir araya getiren bir ''şan-u şeref partisi'' olmasına da göz yumuyorlardı

CHP'nin, iç politika alanında faaliyet gösteremez bir duruma düşmesiyle, burjuva devriminin gelişme olanakları da zorunlu olarak azalmaktaydı. Milli kurtuluş savaşı döneminde olduğu gibi, büyük halk kitleleri devrim hareketinin dışında tutuluyordu. Anadolu köylüleri ''milli politika alanından çok uzaktılar; köylere yalnız halkın çok korktuğu ve nefret ettiği jandarma ve vergi tahsildarları giriyordu. Cumhuriyet Hükümetinin jandarma baskısına son verememesi, ''bölgesel feodalizmi bastıramaması'', otoriter cemiyet ve aile yapılarını değiştirememesi, köylünün bağımsızlaşmasını engelliyordu. Böylece, feodalizm ve gelenekçilik, mutlak politik gücünü büyük bir ölçüde yitirmiş olsa da, ekonomik ve ideolojik gücünü korumaktaydı.

Bu durumun yol açtığı çıkmaz, çağdaş ilerici edebiyatta da görülür .Cumhuriyet döneminde eşkiyalığın yeniden dirilmesini konu alan, ünlü Türk romanlarından birinde, köylünün feodal dönemlerdeki gibi ezilmesi ve sömürülmesi sorunları, tek bir kişinin ağayı öldürmeye kadar giden davranışlarıyla çözümleniyordu".

4.11.12

önemli olan söyleyebilmek değil derinden sevebilmektir



masumlar
kaçakkova Burhan Sönmez’in Masumlar Romanı’nı akademik dilde eleştirmiş. Onun üzerine burada fazla söz etmek istemiyorum. Bu merak ile,  Onur Caymaz’ın Gece Güzelliği ve Sanki Yarın Nisan kitabına ek olarak,  İdefix siparişime  bu romanı da ekledim.  

Kitaplar okundu, ben bir süre daha eski ben olamayacağım.
“Önemli olan şey doğada olup biteni yorumlamak değil, onu canlı lehine değiştirmektir” gibi söz eden K.Marks’ın Kapital’inin birinci ciltine, dört ay önceki  kaldığım yerden devam edecek pozisyon arıyorum. 
                 * * *
Önemli olan sevgiyi yorumlamak ve sevdiğini söyleyebilmek değil, derinden sevebilmektir.
Masumlar bir bölümünde  bunu kanıtlıyor.
Okunacak bir kitabın ilk ve son cümlesini merak ederiz ya en çok. Ön yazısı, arka kapak yazısı, rast gele seçilmiş sayfalardan aklımıza takılan cümleler... o kitaba para verip okunmayı hak edip etmeyeceğini test ederiz. Sevgili kaçakkova söz edene kadar, Burhan Sönmez'i politikacı kimliğiyle tanırdım. Aynı politikanın gönüldaşı olsak da, romancı kimliğiyle bir başka etki bıraktı değer ölçülerimde.
Sözü fazla uzatmadan,
 Masumlar'ı ".." tırnak içine alan ilk cümlesi:
“Benim vatanım çocukluğumdu ve ben büyüdükçe uzaklaştım ondan, uzaklaştıkça da o büyüdü 
içimde.”

Ve son sözleri:
-Feru:-Tawo, ben  ‘sır kitabı’mda şiir falı açarken ortak geleceğimizi görmüştüm.
+Tawo:Bana bundan söz etmedin.
-Zamanı gelince söyleyecektim.
+Yıllar önce okuduğum bir roman vardı, kendimi onun içindeymiş gibi hissediyorum.
-Nasıl bir roman?
+Bir adam bir kadına aşık, ama duygularını açmaya korkuyor.
-Hiç mi dile getiremiyor duygularını?
+Adam bir gün cesaretini topluyor ve kadına aklının korktuğu ama kalbinin istediği şeyi söylüyor.
-Kadın ne yapıyor?
+Bu değil önemli olan romanın sonu.
-Romanın sonunda ne oluyor?
+Kadın canına kıyıyor.
-Demek ki seviyor.
+Seven herkes ölüyorsa, seni bundan uzak tutmak isterim Feru.
-Bunun tek yolu susmak mıdır?
+Aklımın korktuğu ama kalbimin istediği şey…
-Sus ve öp beni. Hep bu anı bekledim. Bir daha öp beni.
Sessizlik olur.
Sesszilik devam eder.
Bir tren sesi yavaş yavaş uzaklaşır.

Bir yazarın içinde şairlik ve filozofluk yoksa, altı çizilecek cümleleri de yoktur.

24.8.12

herşeye rağmen...!

Paco Cepero/Marina

Güneyde yaşamak güzel de, doğu-m ölüm kusarsa, tatlı yerken genzinize acı kaçabilir!

Ispanyol Bask'lıları, doğudaki Kürtlerin çoğu kadar "ikinciliğe" itilmemiş. Bask'lılar, orta burjuvazinin milliyetçi örgütlenmesiyle özerklik kazanmışlar. Dünyanın sonu olmamış.
"Kaderini sen tayin edemedin, bırak kendisi tayin etsin" demiş sol duyu.

Sonra da hep birlikte, Paco Cepero'dan Agua Marina'yı dinlemişler.


Egemen milliyetçilik özünde, "millet sevgisi" yerine öfkeye, kuruntuya, korkuya, nefrete ve silah tutkunluğuna dayandığı belli.

Çoğunluk içindeki azınlığı milliyetçiliğe iten nedenler ise-genellikle-  ilgisizlik ve horgörü olur.

Bir ucu zora dayanarak verilen bayatlamış haklar, alanı verene karşı minnettar yapmaz, onların gönlünde sevgi tomurcuğu üretmez. Vereni eskisinden daha da zora sokar. Kaynaklar silaha, kanlar dereye akıtılır.

Ancak,
Bütünlüğe direnen azınlıkların, kendini kurtarmak ile senarist finansörlerin piyonu olmak arasındaki farkı bilmediklerinde, emeklerinin karşılığını asla alamazlar. Aslanın payını  kurtlar kapar. "Kurtlar bulanık havayı sever".

Sendikal alanda da, Kürt sonunda da durum böyle.

HAK öfkenin düellosundaki bilek güreşinde değil, sevgi ve sorumluluk terazisinde tartılırsa,  baruta gidecek finans,
doğu ve ortanadolulu garibanların cüzdanında, güney ve kuzeyimizdeki tatil bölgelerine gider.


"Hak verilmez alınır" önermesini büyük olasılıkla K.Marks yaratmıştır.
 O'nu sevmeyen yanıltmalıdır, yanıltamayanlar bileğini öpmeli....

29.5.12

kürt-aj

kürtaj=uludere katliamı denklemini kurmuşlar.
Evet, kürtaj ile uludere katliamı arasında bir ilişki vardır.  O da “kürtaj” kelimesinin sadece ilk dört harfinden ibarettir. Kürt-aj.
Ayrıca öldürülen kürt ile kürtaj arasında çok yaman bir zıtlık da vardır. Kürtleri Uludere’de katledenleri cezalandıramayınlar,
 “kürtajcıları”  cezalandırmayı düşünmüşler.

Bir dini ritüel, kapitalizme ucuz nesil üretme politikasının bir parçası, “en az 3 çocuk yapın” talimatnamesinin bir üst basamağı=doğum kontrolüne karşıcılık….. 
politika matematiğne göre doğru denklem budur.

  Kadının öz bedeni üzerinden politik rant çıkarmayı hiç insancıl bulmuyorum.
İş kazalarında ölen insanlar konusunda bu kadar kafa yormayanlar,
hissetme yeteneği olmayan bir cenin üzerindeki hassasiyetleri de çok yaman!

Bir başka hükümet gelir de, "sünnet olmak kürtajdır" derse ne olacak?

Kapitazlizme inat, sokağa atacağın kadar değil, gözün gibi bakacağın kadar çocuk yap.

4.5.12

Meliha Güneş ve türkü tadı

-->

Meliha Güneş  40 günlük bebek iken  Muş depreminin yıkımından bir rastlantı sonucu kurtulmuş, oradan Ankara’ya yerleşmiş şanslı insanlardan biri.  

Meliha Güneş’in müzik hayatının,  birbirinden farklı üç döneme ayrıldığını anlıyoruz.
İlk döneminde oldukça coşkulu, iliklerine kadar heyecan duyarak söylediği türküler, bir süre sonra zor  dönemden geçtiği hissini uyandırıyor. Bu döneminde  birkaç türküsünde kırılma, mekanize ruh, hüznün notayla uyuşmazlığı izlenimi veriyor…
Son  birkaç yılda  toparlandığını ve  profesyonelliğin tahtına tekrar yerleştiği, güncel yaşamındaki coşku ve moral katsayısından ve bunun müziğine yansıyışından anlaşılıyor..

Profesyonelliğini, soy adından aldığı “Güneşin Kızı” ünvanıyla eşleştiriyor sevenleri.
“Deprem Kızı”,  yurdumuzun  doğusundaki  halkın kara kaderine tanıklığını hafızasından silmemiş,  sesinin tellerine ve duygusunun kıvrımlarına yerleştirmeyi başarmıştır.
Moral hamurunu, uygarlık yarışında nal toplayanlara karşı duyduğu öfkeyle yoğuranlardan biri.

  Toplumunun dışlanan kesimlerine karşı limonata tadında bir tavır ki, öfkesini bir demet gül arasında sunabileceğini, hayat felsefesinin sözlere dökülen kısmından ve sosyal ilişkilerindeki hümanist ataklığından anlıyoruz.

Ses frekansındaki sinüsoidal dalganın  fiziksel güzelliğiyle eşleşen valsine rağmen, magazin medyasının ilgi alanı dışında kalışı,  seçkin duruşuna yorumlanabilir.
Sesindeki (aslında sesine yansıyan özel yaşamındaki) bütün (olası) pürüzlerin giderilmesi bir yana, artık böyle bir sesin, dinleme rekoruna gidecek müzik tarzına neden yönelmediği merak konusu? Naçizane böyle düşünüyorum.

16.4.12

ben dindar nesil iken

Din inancı, doğduğumuz gün kaderimize biçilen kültür normunun en klasik biçimi olduğundan, beni okuyan aslında kendini okumuş olacak. Kendini okumanın ötesinde, örneğine az rastlanılacak değişim-dönüşümün süreci okunmuş olunacak. Cesaretin, düşünmenin, iç özgürlüğün kişilik gelişimindeki etkisi okunacak. İçinde bulunduğum aile ve toplum gelenek-kültürüne empatik, sempatik, estetik, yeri gelince restleşik başkaldırının öyküsü okunacak... 

Böyle bir öykünün bütün detaylarını yazmayı düşündüm ama, esnek ve karmaşık yapısından dolayı şimdilik özetlemekle yetineceğim. Ancak, yaşamımda özleşen, yeni bir paradigmanın oluşumunu sağlayan noktaların dikkate değer olduğunu düşünüyorum.

İstemeseniz de, rekabet ve savaş dünyasında donanımlı ve mutlu birey olma yolunda bütün engelleri hayatımızdan silip, vals kıvamında ilerlenecek yaşam tarlası peşindeyiz. Yoksa, başkasının tercihine dokunarak ego tatmini değil eleştirel çabamız.

Bu niyetle, asırlardır iliğimize işleyen din kültürü, bireysel olduğu gibi, toplumsal irademizi de ipotek altına aldığından, farklı çıkışlara yönelmek çok büyük çaba ve cesaret gerektirmektedir.

Ben böyle bir ortamda dindar nesil iken, doğduğumda, kulağıma üflenir gibi, kuran ayeti okunduğunu biliyorum. Bebeklikten çocukluğa terfi ettikten sonra her sabah erkenden kalkan Babamın makamlı okuduğu kuran ile uyanırdım.

Bizde müslüman olmak bir ayrıcalıktı (şimdi de kalanlara öyle). On yaşıma kadar çocukluk dönemimde üçerli, altışarlı, onikişerli ve 12 yaşımdan sonra otuz günlük orucu eksiksiz tutmakla övünç duyardım; kendimi kahraman hissederdim. Bayramda Babamın elini öperek, orucumu O’na verdiğimi söyler, karşılığında para alır, sevinçle bakkala koşardım.

Çocuklar için büyükler tarafından, bayramlarda alınan hediyenin, harçlıkların, ilginin ve en üst değerde sevilmenin karşılığıydı dindarlık imajı. Maddiyat asla önemsenmez, maddi ihtiyaçlarımız bu yüzden bastırılmış gizli gerçeklerimiz olarak kalırdı.

Okula gitmeden önce ilk tanıştığım kitap, Kuran ve ammecüzü (kuranın bir kısmını içine alan) bir kitap idi.

Kuran kitabının, ailede anlamını kimsenin bilmediği “o ne diyorsa en iyisini der” inancıyla arapça okunuyor olması çok olağan, salt saygı ve iman gereğiydi.

Duvarda tam karşımızda bez bir çanta içinde asılı duran, başımızı her kaldırışta göz göze gelinen kuranın bizi her türlü kötülükten, cinden periden ve hatta cahillikten (burası geniş konu) koruyacağı bir güç gibi algılanır. Kuran olan odaya şeytan girmez. Kuran kitabının üzerine başka hiçbir eşya konulmaz, göbekten aşağıda tutulmaz.

Kuran kitabının öğütlerinin, yirmibirinci yüzyıl uygarlık düzeyinde, tam yaşanabileceğini akıl süzgecinden geçirmeye gerek duymadan, ona iman etmek yeterli.

Böyle bir güdüleme serüveninde dindarlık sıfatı gurur duyacağımız ve cennetin anahtarının sağ cebimizde olduğu garantisini pekiştiren bir ruh dinginliği.

Ben dindar nesil iken hafızamda ve gönlümde anıt gibi duran kavram dürüstlüktü. Şüphecilik, adeta şeytan karakteri gibi algılanan lanetlik bir şeydi. Şüphecilik inkarcılıktı ve cezası “arasat dağı”nda, “sırat köprüsü”nün altında kaynayan “katran kazanı”na düşmek ve orada işkenceyle yanmaktı.

Bize cennetin renklerini gösterip, dünyalıklardan soyutlayarak, uyumlu, miskin “allahın adamı” sıfatıyla övülmek için, bütün söylenenleri özümsemeye çalışırdık.

En yalnız kaldığımız zamanda ve yerde, “biri bizi gözetliyor” duygusuna biraz da korku karışan davranışlarımızı, hatta içimizde tuttuğumuz duygu ve düşüncelerimizi dizginleme gereği vardı. Herhangibir söz ve davranışımızı, bizi yukarıdan gözetleyenin nasıl karşılayacağını kaygı eden bir korku ve tedirginlik içinde kısıtlardık. Böyle durumlarda en garantili yolun, büyüklerimizi taklit etmenin dışında hiçbir özgün davranışta bulunmamaktı. Hırsızlığın, haksızlığın, benzer belaların bu duygudan yoksun kalındığı için kolay yapıldığına inanırdık.

Herhangi bir konuda hareket, söz ve davranış sınırlarını-ölçüsünü kendimiz koyarak, diğer bireyi kendi çemberimizde sorgulama misyonunu üstlenirdik. Biz oruç tutuyorsak, diğerinin oruç tutmadığını sorgulardık. Faizli para kullanmaya “dinden çıkma” korkusuyla cesaret edemiyorsak (ki aslında diğer bireylerin kınama endişesi ağır basmaktadır) döviz kurlarının nemasından yararlanarak, maddi kazanç yolunda hülle yapmayı seçenler köşeyi dönen yeşil sermaye gurupları olduğunu bildiğimiz halde, politika arenası bu alanı sorgulamamızı önlerdi.

Hadis ve ayetlerde döviz konusu işlenmemiştir. Oysa, faiz ile aynı kapıya çıktığını düşünmek bile istemeyenler saf dindar kalabalıktan ayrılsa da, onları avuç içinde tutmayı başarıyorlardı.

Kendisi alkol alıyorsa, diğerinin alkol alması konusunda esnek davranır, sigara içmeyen içeni sorgular, kendisi içiyorsa sorgu halı altına süpürülür.... gibi. En katı tutumumuz, bizim inandığımız kıvamda inanmayanı insan saymazdık.

Din’ler moral konusunu “huzur” ile açıklamaya çalışırlar. Dinler kılçıklı moralin (moralsizlik) alt yapısına müdahale etmek yerine, ondan kaçınmayı, tıkırtının, çatırtının geldiği yöne bakmak yerine, ona gözleri-kulakları kapayarak yok saymayı öğütlediğini sonradan, eleştirel düşünme cesaretini kendi iç özgürlüğümde bulunca anlamaya başladım. 

“Tevekkel Allah” sözüyle, “Allaha güven, gerisini merak etme ama tedbirini al” anlamında kurulan ikinci eş cümle ile, aslında “sen allaha güvenme, kendi tedbirini kendin al” demek olduğunu “iman ve diyalektik sürtüşmesi” olarak kabul edebiliriz.

“Sabır” ve “şükür” kavramı “moral katlini” yok etmek yerine yok saymayı ifade eden bir şeydi… Sartre bu durumu şöyle açıklar: “korkudan kurtulmak için tüm hedeflerini karartmıştır”.

Hayır ve şerrin allahtan geldiğine inanmak ile, şerri kaldırmak için kurulan şeriat hükümeti arasında temel çelişki olduğunu düşünmeleri imkansızdır. Allahtan gelen ile savaşmak şeriat hükümetinin ya da dindar bireyin iç çelişkisini fark etmek, salt iman engeline takılır.

Buna benzer bir yığın çelişkiler, bir düş, hayal, ütopya kapsamında sürdürülebilir ancak. Gerçek yaşamın ritüellerini daha somut veriler üzerine kurduğumuzda, daha özgün yaşayacağımızı düşünebiliriz.

Aslında lider dindarların günümüzde, binbeşyüz yıl önceki din kurallarına göre yaşamadıklarını, hayatlarının asıl dayanaklarını beşeri sistemlerin ürünlerini taklit, hatta onların deyimiyle iktibas ettiklerini biliyorum. Örneğin, zengin olmak, kendi çıkarı için çevresindekilerin çıkarını gasp etmek, ayetlerin anlamlarını değil, imalarını kendine yontarak, dünyalık eylemlerindeki ego kalıntılarına onay uydurmanın, çok yaygın bir taktik olduğunu düşünüyorum.

Bütün bunlardan daha özgür düşünme yeteneğini kazanmamda şevket yücel’in katkısı çok büyük oldu.

Aklıma vurulan kelepçeyi sökmek için önce “farkındalığı” kazanmaya çalıştım. Farkındalık insan beynindeki mevzide uyuyan bir potansiyel gibi. Bunu tetiklemek için birkaç hamle gerektiğini deneyerek öğrendim.

Hamle deyince akla önce iç özgürlüğü önemsemek gelir. Farklı yaşam biçimini merak edip de bardağın dolu yanını görmeye çalışabilmek için ilk adımı atma dürtüsü nasıl doğar insan beyninde?

Bıçak sırtı gibi bir durum; ince ve keskin.

Düşünün ki, benim yerime her şeyi düşünmüş olan biri var, o benim kişilik, kimlik ve yaşama biçimim üzerine proje yapmış olmalı. Öyleyse soru sorma ve merak giderme hakkım olmayacak mı?

Bunun sakıncası aklımı karıncalandırmıştı. Bireysel güdülerimin, ufkumun, farklı yanlarımın, bütün kişilik ölçülerimin farkında olmayan, benim ve bütün cemaat üyelerinin üzerine aynı şablonu koyarak, bir ergenin mastürbasyon ihtiyacını peygamberin hadisiyle biçimlemeye çalışarak, günümüzü yaşamaya çalışmak.... gibi bir biçim elde etme projesi, benim farklılıklarımı ve özellerimi yok saymasına nasıl katlanılabilir.

Örneğin, “özgürlük” heyecan denizine açılacak olan teknenin en ideal motorudur. Özgürlüğün özgürlüğünü doğru yerinden zapt etmek gerekir yoksa, evrenin sonsuzluğunda içine hidrojen üflenmiş bir balon gibi yokluğa doğru savrulmak da var işin içinde.

Özgürlük ile korku, ateş ile barut gibi, asla bir kişilikte barışık duramazlar. Toplumun üzerinde kişisel çıkar yapılandıran güçler, korkuyu özgürlüğün üzerine çullandırırlar. Özgürlük boyun eğmez, gücü azaldığında ancak intihar eder. Meydan korkuya kalır ki, toplum insan olmaktan çok, robotlar atelyesine dönüşür....

Ben dindar nesil iken de çok kitap okurdum birçok dindar nesil gibi. Eski okuduklarımın yeni kişiliğim ile okuduklarımdan farkı, son zamanların güncel yaşamına muhalefetliği yakalamaya çalışan, eskinin farklı anlatım yazılarından başka şey değildir.

Kuran öğretilerini bilim karşısında güç duruma düşüren ayetleri ve hadisleri sündürerek yorumlanan kitaplar cankurtaran simiti gibi gelir dindar nesillere. Kitap içeriklerinin tutarlı olup olmadığından çok, “laf geçirme” diye tanımlanabilecek yeni sözcüklerle eski öğretiyi biraz da sloganımsı anlatan yazılar....

"Ben dindar nesil iken gururumu ayakta tutan en dinamik özelliğim, dürüstlüktü" dedim yukarıda.

O kültürde dürüstlük sıfatının rajonu, “karşılığı düşünülmeyen, salt vericilik”ti. Sanırım asrın modern belası olan Kapitalistlerin işini kolluk kuvvetlerinden de önce koruyan, kolaylaştıran bir etkendi din inancının dürüstlük anlayışı. Salt vericilik ve itaat yanı beslenen bir nesil yarattıklarında, işleri büsbütün kolaylaşacaktı.

Kaldı ki dürüstlüğün, dinlerin tekelinde olmadığı pratik hayattan da kolayca anlaşılabiliyor.
............
geniş konu, uzun hikaye...

2.4.12

duygusal kumrunun, kumrusal ben hayranlığı


Yıl 2012, Baharın Nisan ayı idi . Kaygıları tartışılsa da, henüz politikanın bu kadar çığırdan çıkmadığı yıllardı.
Avrupa birliğinin insani yasalarıyla cilveleştiğimiz, ucuz politikalara rağmen, nispeten güzel şeyler de vaad edilen zamanların son günleriydi. Sosyalleşme umudumuz politikleşmeye esir düşmemişti henüz. Baharı, şiiri, edebiyatı, sanatı, romantizmi, tatili... ve bil umum güzel şeyleri hissedebiliyorduk.
Bu yazı ve video, o ruh haliyle ilgi alanımıza sızan ve o zamanda karaladığımız manzaralardan biriydi:
***
"İşte bööle bööle böööle tıngırdatırken, havada kişneşen kumru sesleri tabandaki çekirge sesine çakılıvermişti. Yalnız sesiyle değil ki, az sonra bir kumrunun sol yanımda, biletsiz konser izleyen bir gariban gibi tünediğini görecektim. Fırsatı ganimete dönüştürme zamanıydı. Bu bir teklifti sanki.
Kameramın namlusunu, gez-göz ve arpacıktan tam kumrunun kalbinin ortasını nişan almıştım.
Bir orkestaranın bileşenleri olarak içimiz gıdıklanıyordu.
Bahar ayının ılık bağrında yer vardı bu aleme. Orkestra en doğal yoldan ancak bööle kurulabilirdi; biz de bööle kurmuştuk. İddialıydık. Meydan okumuştuk bütün o seslere. Rakipsizdik. Artık Ajdar efendi kendine yeni rakipler arıyordu. Acuna da ihtiyacımız yoktu. Hiç olmazdı zaten...
Biz üç kişiydik. Çekirge, kumru ve ben(deniz). Kumru kanadından bir kalem koymuştu ortaya. Gökyüzünün mavi zemini üzerine küçücük bulutlardan mürekkep damlatmıştık. İmzaladığımız kontratın kalemini bu mürekkebe batırmıştık.
Kefilimiz karşı zemin kattaki Çingene Hayriye idi. Hayriye bütün hücrelerine kadar müzik insanıydı. Üçgen sac ayağı dayanışmamızı kareye dönüştürmek için Hayriye’ye teklif götürmüştük.
Hayriye, “ben assolist olurum” demişti. Çekirge, “ben vokal yaparım”. Kumru, “ben dans ederim”. Ee, bana da tıngırdatmak kalmıştı. Keyiften dört köşeydik...
 “Fabrika kızı” bir rastlantıydı. Tıngır-mıngır hayriye, gel beriye beriye....
derken, bu günlere geldik. Hep virüs, ölüm, kriz ve korku ve siyasi kumpasları konuşuyoruz artık! Baharı ve aşkları değil...

20.3.12

Blog yazmanın düşündürdükleri



Yan sütunda “ayın en çok aranan başlıkları” var. Bu başlıkları görünce arada bir gözden geçiriyorum. Yıllar önce hangi acelecilik ve ruh haliyle yazılmışsa, bir yığın yazım ve kurgu hatalarıyla karşılaşıyorum. Bu konulara gösterilen ilgi o hataları düzeltme sorumluğu yüklüyor bana. Zaman sorunum yine aynı olsa da, yazıların özüne dokunmadan, yazım hatalarını ikinci müdahale avantajıyla bir şekilde ayıklamaya çalışıyorum.

Blog yazmak benim için geçici bir heves değil. Eskiden yerel gazete ve dergilerde, ulusal gazetelerin konu yorum bölümlerinde bir şeyler karalarken, internet avantajı bu işi daha seri yapmamıza yaradı.
Okumak yemek gibiyse, bilgi vitamini ufkunuza güç katıyor. Hep vitamin depolamak bir süre sonra  nasıl ki kolestrol, yağ gibi olumsuzluğa dönüşebiliyorsa, ardından spor yaparak dengeleri sağlıyorsunuz.
Yazmak  da okuyarak ve düşünerek ufkunuzda biriktirdiğiniz bilgi enerjisinin fazlasını deşarj ediyor, onu daha rahat işlerliğe dönüştürüyor, yenisine yer açıyor.

Bilgi enerjisinin asıl önemli bölümünü günlük yaşantımızda davranış, algı, üretim ve moral olarak harcıyoruz.
Bireyin günlük tükettiği elektrik ve su miktarı uygarlık ölçüsü sayılıyor da, öğrendiğimiz, ürettiğimiz ve tükettiğimiz bilgi miktarı neden uygarlık ölçüsü sayılmasın.

Hani “mutlu toplum” istatistiğinde yoksul bir Afrika ülkesi en başlarda yer almış ya? Bazen düşünüyorum da acaba mutlu olmak için hiç düşünmesek mi? Mutsuzluk sorunları fark etmek ve karamsarlığın morale yansıması ise, mutluluk ancak bir şeylerin farkına varamadan yaşamak olabilir.
 Frekansı düşük mutluluklar çoğaldıkça, onura kadar dayanacak ve sonunda onu da elimizden alabilir ki, kalsın.

  Konuyu dağıtmayalım lütfen. Ne diyorduk? Blog yazmak... Hani nerde o birkaç yıl önceki hevesler ve aktif yazanlar?
İlgisizlikten hatta bilgisizlikten Blog asla terk edilmemelidir.

İlgi dediğimiz reyting ise,  durun biraz düşünelim:

En iyi amatör yazanlardan istisna vardır ama, ünü ulusal kaynaklarda tescillenenler en fazla reyting alıyorlar. Buna ek olarak  bel üstü (dini) ve bel altı (seksi) konuları yazanlar en çok ziyaret ve katkı görenlerdir.

  Blogu “msn” gibi kullananların ziyaretçi sayısı da oldukça fazla. Bunları küçümsemiyorum. Hatta çok da gerekli olduğunu, insanoğlu-kızının bir başkasının günlük yaşamını merak etme ve ona göre bir norm oluşturma fırsatı olarak da görüyorum.

Biz ise mütevazi orta sıralarda, reytingi değil, motivasyon alışverişini aynı samimiyette sürdürebilenlerle muhatabız. Bazı Blog yazarları gibi burasının da ziyaretçi sayısıyla ile ilgili bir hesabı  yoktur Hele tarzınız ve konu seçiminiz protest ise, çok da balıklama atlanmasını beklemiyoruz. Bu tarz bloglara ilgi biraz cesaret ister hepsi o kadar.

Bir de “popülerlik” kuruntusundan söz etmeliyim. Profesyonel aydın,sanatçı, muhabir, ya da bu statüye ilk adımını atanlar, etrafıyla diyaloglarını koparıp, ya da yok sayıp, kendini “erişilmez” görenleri hiç sevmiyorum. Yazınızın altına yorum yazılıyor ve siz en ince nezaket ve dikkat ile onu cevaplıyorsunuz. Bu öncelikle sizin insana olan saygınızdan geliyor.
Blog yorum penceresinde asıl yazı ile ilgili yorumlara verdiğiniz karşılıklar yazanı ve aynı zamanda tartışarak okuyanı motive edeceği kesindir. Bu durum sizi daha sorumlu düşünmeye ve yazmaya itecektir. Böylece toplumsal iletişim, bu teknolojik olanaklarla daha da ritimli hale dönüşecek, davranışlarımıza yansıyarak, ortak doğruları egemen kılmada gereğini yapmış olacağız. Buna dikkat eden birkaç Blog yazarını saygıyla anıyorum. Onlar kendilerini bilirler.
 z.örer

18.3.12

Karıştırma pohu çıkar

aşırı zenginleşmenin formülü

Adamın biri yoğurt satarak zengin olmaya karar verir. Kafadan bir hesap yapar, günde şu kadar satarsa bu kadar kazanacak. Üretimde yoğurt miktarı o kadar çıkmaz.
“İneğe verdiğim yem süt olacağına bok olmuş”  diye söylenir. 

Kara kara düşünceden Ak ak çıkış aramaya koyulur.

“Madem ki elde  bir yoğurt bir de bok var,  (un var şeker var) öyleyse geriye pasta yapmak kalıyor” diye düşünürken gözleri ışıldar.

İlk manevrasını  yapar, yoğurt kaplarının tabanına inek bokunu, üstüne de bir miktar yoğurt koyar ve ambalajlar.

Muhasebeyi düz getirmenin sevinciyle,  yoğurtları pazara götürür.

İlk gelen müşteri yoğurttan  tatmak için kaşık ister.
Yoğurtçu hınzır bir gülücük ile, “karıştırma pohu çıkar” diyerek, isteği karambole boğdurur.

Müşteri anadolu saflığıyla kinayeyi hayra yorumlar, yoğurdu alır, parasını öder.

Evde kaşığı bir saplar ki ne görse!  
Üstü beyaz altı yeşil! 
Koşarak satıcıya gelir, “ulan sahtekar yoğurtçu... diyerek başlar ve ne kadar bildiği küfür varsa savurur. Sinirleri yatışmıştır artık.

Yoğurtçu bu anı sabırla bekledikten sonra, kalabalığın gözlemlerine hitaben alır sazı eline.

 *Derdini söyle gardaşım, niye öfkeleniyorsun böyle! İnsan önce bir Allah’ın selamını verir ve sonra  sıkıntısını dile getirir.

-Kaşığı bir daldırdım yoğurt kabına, altından bok çıktı!”  Anlamıştım yılışıklığından, bu işte bir bokluk olduğunu.

*Ben sana demedim mi “karıştırma pohu çıkar diye?”  Alla allaa, bu insanlar da hiç laftan anlamıyolar ya! Eğitim şart bu millete gardaşım, eğitim şart. Ahlak da ondan önce şart.  Dürüstçe uyarıyom, adam geliyo beni suçluyo.  Başıma ne geldiyse dürüstlükten geldi zaten. Böylelerine var ya, kabına yoğurt bile koymayacaksın, sadece bok yedireceksin. Bok al bok sat bokoğlu boktan laf yeme. Hasminallahu ve ni mel vekil ni mel mevla...
z. örer

14.2.12

sevdeal

“Sev” deyince aklıma sevgili gelir
aklım sevgilinin asaletinden gelir.
leb sevgilinin “leb”inden,
 aç tavuğun düşü leblebiden gelir.

Şıpsevdinin yolu dudağın kırmızısına düşerken,
 aşkın kırmızısı dudaktan kalbe gelir.
iki gönlün birbirine akorduna aşk dersek
mızraplar esnek ise fırtınalar vız gelir
z.örer

8.2.12

algıda seçicilik farkındalıktır

duymak ve anlamak
Politik söylemlerde sık duyduğumuz bir sözcüktür “algı”. Bir konunun anafikrine odaklanmanın ölçü birimi gibi kullanılır. “Algı” ile “farkındalık” aynı anlamı içeriyor gibi bilinse de, “farkındalık”ın bir adım daha derine işaret ettiğini düşünüyorum.

İçten ve dıştan gelen uyarıcıların duyumlar aracılığıyla anlamlı hale getirilmesine algı denir.
 Farkındalığı ise “odaklanmak” olarak yorumlayanlar var. Ortada dolaşan yorumlardan, TDK’nun algı yorumuna daha yakınım.
.
Algı, Bir şeye dikkati yönelterek o şeyin bilincine varma, idrak: “Bakmak için algılarımız yeter, görmek içinse salim bir kafa, ayıklık, şuur gereklidir/TDK

Tanımın asıl cümlesi algıyı belirtirken, eş cümlesi farkındalığı anlatıyor gibi.

Elinize tutuşturulan bir cismin ne olup olmadığını, eleştirel analiz sonucunda anladığınızda, bir ağırlığının dışında bir de özelliğinin olduğunu fark edersiniz.

“Algı”, fotoğrafik, “farkındalık” ise çözümleyici, yani diyalektik sürecin vardığı yer olarak düşünülmeli.

Bir olayın haber değeri, varmak istediğiniz sonca göre biçimlenir. Ya da, varmak istediğiniz sonucun üzerinde o haberin sizde uyandırdığı etkiye göre ya algınıza bir albüm malzemesi gibi girer, ya da değiştirmek istediğiniz sonucu, ona etki eden faktörler üzerinden yürümeyi amaçlarsınız.

Politikacıların mangalda kül bırakmayan “van minıt”larına baktığımızda, kimi onu sadece coşkusuyla algılar, kimi de algıladıktan sonra ne, nasıl, niçin, kim için...? gibi soruların cevabına göre amaca katkısını farkeder.

Birkaç örnek ile açalım mı? (kapatmayalım, açalım) Ehh, günah benden gitti:)

İngiltere’de bir trafik canavarı Enerji Bakanını yerken,
bizde rüşvet canavarı, suçluyu arayan  savcıları yer.

Alman savcıları, tarihinin en büyük canavarını yerken,
Bizde rüşvet canavarı, Almanya’nın canavarından beş kat daha fazla büyür.

Uludere katliamından sonra, etik değerler ve insana olan saygı yüzünden hükümetin düşmesi beklenirken, durum kapitalist yöntemlerle (sadece tazminatla) kapatılır, canavar taca atılır.

Canavarların damak tadı neden bu kadar farklı ki!

Bizim TBMM'de 251 suç dosyası dokunulmazlığa bürünmüşken, savcının güdümsüzü dokunulmazlığa bürünemez.

Yazar kovalayan güdümlü savcı ile canavar kovalayan savcılar arasındaki farkın, artıdeğer olarak kapitalist servetin çekirdeği olup-olmadığını Das Kapital’den sorabilirsiniz.


Egemen sınıf her ülkede bilgisiz ve farkındasız çoğunluğun üzerinde oturur. Fransa, İngiltere, Almanya’da da öyle, bizde de öyle.. ama onlardaki farkındalık oranı (ya da canavar) ile bizdekinin farklı olmasının kökenini soruyor muyuz?

Avrupa toplumu ile bizim yaşam biçimimizi belirleyen kültürün kökenine inmeden, “hem kel hem fodul olunabilir ancak. (Burası uzun hikaye ve aynı zamanda konuyu dağıtma olasılığından dolayı, geçelim)

(Sözde) demokrasi dünyasında,

Azınlık olan “işi düzgünler” partisine oy verirlerken “farkındalığı” temel ölçü olarak alırlar.

Halk tabakasında yaşayanların büyük çoğunluğu  ise, temel çıkarlarını iğdiş eden önlemler büyüsünden kurtulmaları için “uyartım akımına”* ihtiyaçları vardır.

İngiliz ya da Alman seçmeni ile Türk seçmeni arasındaki en büyük fark nedir?
Bir trafik suçundan dolayı ar damarına değer vermek zorunda kalmasını sağlayan güç nedir?
Din mi, ahlak mı, etik mi, idam mı, cehennem mi, işsizlik mi......?

Bizimkiler dindar nesil yetiştirmekle açığın kapatılabileceğini umuyor olabilirler. Birçok çağdaş yasayı aldığımız ve tamamını aldıktan sonra bizi aralarına kabul edeceklerini düşündüğümüz Avrupa birliği de dindar nesil sayesinde(!) malum canavarlarını ayarlayabiliyor olabilirler mi!

MÜTEVAZI:"Sözün aslı Arapça’dır ki, tevâzu sâhibi demektir." bir arkadaş böyle açıklamış.
"tevâzu"nun aslı nedir? diye sorduğunuzda tanımın tılsımı bozulacaktır.

Bir bilinmeyeni başka bir bilinmeyenle açıklama cesareti göstermeye “dindar nesil algısı” denir.
Üstteki örneklerdeki gibi karşılaştırmalı analizler iman etmeyi değil, itiraz etmeyi gerektireceği kesin.
-------------------------------------------

Hayatımın bir bölümünü dindar  biri olarak geçiren bendeniz, “dindar nesil”i ayrıca yazma gereği duyarım.

*uyartım akımı:hiç çalışmayan bir jeneratörün sargısına 10-15 volt gibi bir gerilim verildiğinde, jeneratörden 220 volt alınabilir.

26.1.12

başlık ve aşk'lık parası

T-kızım, sana kaç lira başlık parası verdiler?
S-Bizde başlık parası olmaz teyze.
T-Ne!  bizim oralıya varsan senin bu güzelliğine çuvallar dolusu başlık parası verirlerdi.





S-Canım, sen benim için neden başlık parası vermedin:)
Z+ Sana verilebilecek para dünya bankasında yok ki bende ola. Ama tüm bankaların alamayacağından çok daha fazlasını, ömürboyu ödemek koşuluyla, hesabıma yazabilirsin...
S-Teşekkür ederim, borcun kalmadı hayatım.
z.örer

15.1.12

nazlı-can

nazlıcan


burdan
 her gülen  güldüğünü sanmasın
güller yakamdan  ayrılmasın, 
gülleri severim, gülenleri de
gülü gülenlere,
dikeni gülmeyenlere kalsın.

gül yakamda NAZLI ama
CANlısı dalında kalsın./z.ö.
                                               



bu yazının devamıen kısa zamanda...

4.1.12

ölümsüz umut


bir rüzgar eser, içinde polen saklı
bir rüya görürüm, rengi pembeye çalar
bir bahar belirir mevsimin ortasında
bütün renkler çıldırırken moda illüzyonuyla,
gaspotizm yeryüzüne ölüm kusarken,
kırılırken gökyüzünde gerçekler,
ütopyamda herşey tozpembe/z.örer







not: bu yazının devamı aklımda

1.12.11

Zade ile zede çelişkisi

İki günlük mevsimsel bir baş ağrısından kurtulmanın coşkusuyla güne başlarken, akşam haberlerinde gördüğümüz tablolar, coşkumuza karşı kuvvet olarak atağa geçiveriyor.

Kadın-çocuk öl(dürül)me sayısı, düzenzede-kaderzede, ekmekzede-savaşzede, eşzede-aşkzede… oranları ortadayken, rutin bir baş ve moral ağrısından seslice söz etmek ne garip bencillik! Bunlar geldi geçti aklımdan.

Şu pratik hayatımıza bakın, tarih bilgilerinizle karşılaştırın, “zade” ile “zede” yansımasında, emek ile asalaklıktan başka ne görebiliyorsunuz? “Dersim katliamı”nda bile “zede” ile “zade” çelişkisini vurgulayan yok. Yani, isyana sürüklenip kırılanlar ile ondan nemalanmak isteyenler arasındaki farkı….

Ağanın “a”sı eşeğin “e”si insan kaderini böyle tersine çeviriyorsa, zihni’nin “z”si de bu kadere çomak sokmaya çalışır. Bu iki tersliğin başında olmanın rastlantısal utancını arsızlığın duvarına yapıştırır.

Zade ile zede çelişkisi Emek ile sermaye çelişkisi nin fotokopisi gibi…

ZAde: Türk Dil kurumuna göre “dürüst, doğru adam” imiş.
Bu imaj farklı ideolojik kültürlerde farklı anlama gelir de, hangisi egemen ise halkın bilincine onun paradigması monte edilir.

“Evet bütün şeyhzAdeler, asilzAdeler dürüst adamdırlar; hepsi alınteriyle geçinen, kimsenin emeğini sömürmeyen insan demektir” (külahıma anlat diyenler sol yana geçsin)

“Zede” sözcüğünün TDK internet kayıtlarında bulunmaması da “komünist propaganda”ya karşı önlem olabilir”!

Bayramlarda seyranlarda kahramanlık ve inanç nutuklarında dünyaya meydan okurken, dünya “yaşam kalitesi” sıralamasında patlak balonun içini palavralarla doldurarak uçurma çabamız ne komik!

Çoğunluğun ancak demokrasiye dolgu malzemesi yapıldığı ülkemizde yaşam kalitesinin vasatlığına alıştırılmışsak, hayata dair hiçbir sürpriz şaşırtmaz, panikletmez ve korkutmaz
Buna karşılık bağışıklık sistemimiz güçlenir ama acıma duygularımız da –istemeyerek-matlaşır!

Bir acı haberde aklımıza ilk gelen “nasıl bir yardım katkısında bulunabileceğimiz?”… Ardından, yakın çevremizde yardıma çeşitli derecelerde muhtaç insanların sıralaması ve zedeler ile zadeler arasındaki uçurum!…

Kendi çemberimizde paniği ıskalamış olan benliğimiz burada tamamen dağılıverir. Nasıl dağılmasın ki, yardım çıtası aniden yükseliverir ve çember oldukça genişler.

Hükümetlerin devlet bütçesini toplumun homojen olamayan yapısına hangi ideolojinin ahlak, kanun ve geleneğine göre dağıttığı ve bu toplumdaki imtiyazlıların korunduğu noktaları sorgulamak geçer içinizden. Zede ve zade arasındaki fark, hümanist duygularınızın devreye girdiği oranda açılıverir.

Her şeye rağmen “ilk yardımda öncelik”in evrenselliği, etiği, hümanizması ve hiçbir koşula bağlı olmaması, ardından vijdan denilen etik mekanizma işleyişini sürdürmeye devam etmesi ilkeleşir ve kendi sol benliğinize dönmeyi başarırısınız.

Sol benliğin diğer hümanist görüntülerden farkı vardır. Acı ve yoksulluk çekene yardım etmek ve zekat vermek sevabı benciliği ve mahcubiyet görüntüsüne tanıklık yerine, mutluluğu güvenceye alınmış insan görmeyi tercih edersiniz. Zade ile zede arasındaki farkı kapatmak için biraz politize olmaktan başka yol bulamazsınız.
Ya da kendi kabuğunuza çekilip, fasit (ya da faşist) dairenizde dönüp durursunuz!

22.11.11

Dersim'e çalışmak

Büyük Sanatçı Nejat Uygur'u saygılarımla anıyorum-Cibali Karakolu oyunundan bir parça

“Dersimizin konusu Van çadırlarındaki sobanın borusu”  mu,  yoksa o borularda “Dersim katliamı” mı tütüyor?
Belli ki yine yeni bir kazık sallanıyor bu toplumun ardında; dikkatler tavana odaklandırılıp, ceplere  girecek el geliyor aklıma. Gazın verdiği basınçla komşularla savaş hesabı mı , yoksa her dönemde olduğu gibi “enayiliğimiz” yeniden tescilleniyor mu?
Halkın hayata dair doğal gündemi olamaz! Gündemi bizde her zaman cibali karakol komiseri belirler. Kel başa şimşir tarak hesabı…

Düşündüğümüz gibi, gündem kaydırmada art niyet yoksa Hükümetin ve Cumhurbaşkanının yerinde olsam, Önce, padişahlığı yıkıp cumhuriyeti kurarak kendine bu makamlara sıçrama fırsatı ve hakkını verdiği için Atatürk'e teşekkür ederdim; sonra, inanıyorsa soykırım olduğuna, Dersim (Tunceli) halkına o dünya bilmem kaçıncısı büyük ekonomiden tazminat öder, ayrıca bir de kocaman harflerle ÖZÜR DİLERDİM. Çünkü, develt makamı sürekli olduğundan, bir önceki yanlıştan sorumludur.

27.10.11

doğu-m ölüm ile anılırken!

Yolumuzu kesen karınca konvoyunu ezmemek için üzerinden atlayarak geçerken,
deniz kenarında ölüme sürüklenen milyonlarca deniz yıldızlarından bir tanesini usulca yerden alarak, denize fırlatan filozofun etik gururu insan onuruna ayna tutarken,
dalda kanadı sıkışan bir kuşu kurtaran itfaiyecilerin cankurtaran imajını hayranlıkla onaylayıp alkışlarken..

"Kimine Allah vuruyor, kimine kulu!" halkdeyişi, yer ve gök kutupları arsında dönen ölüm milini andırıyor.
Ölüm kusan depremler konut sektörünün kurbanı olurken, üniformalı yoksullar da savaş sektörünün kurbanı olması hayra alamet midir!
Ucuz ölümler etnik kökene değil, ucuz bütçeye takılıyor! Gerisi teferruat....

                                             

16.10.11

hangisi daha tutti frutti?

 Tony Gadlif filmi, Gajo Dilo Youtobe'sinden alınmıştır.

GDO (genetiği değiştirilmiş organizmalar)

“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” Demiş Herakleitos ama,
bu deyişin odak noktası bilinmediği  için,  ortada dolaşan serseri bir laf olarak kalmış; bu durum ancak gen değiştiricilerin işine yaramış.

“Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlar; oysa sorun onu değiştirmektir” demiş Karl Marks,
“değiştirilmesi gereken canlının doğası değil, davranışlarıdır” diye de eklemiş. Çünkü, gelişmenin dinamiği, daha iyisine ulaşmak güdüsüdür de ondan….

Hızlı değişen eksik değişir. Hızlı değişen yanlış da değişir.

Şeriatçı bir politikacı, 1 ya da 2 yıl gibi kısa sürede Liberal kapitalist ideolojiye dönmüşse, o politikacı gdo’ludur.
Aynı kural diğer düşünce sahipleri için de geçerlidir. Gdo’lu bir şeyin gürültüsüyle görüntüsü vitrinliktir ancak, beslenmelik değil.

Bir şekilde ünlenmiş biri, amatör iken selam verdiğine, profesyonel olduktan sonra da aynı sıcak duygularla selam veremiyorsa, o ünlü gdo’ludur, ona sınıf atlatan şey kültür değil, para olduğundan, tadı, tuzu, ekşisi yoktur...  Yani, “sıcak duygular” savrulmuştur. Onun gdo’lu olduğunu  eserlerinin metalik duruşundan  da anlarsınız. Çünkü, ordan buradan aşırarak, kötü ve izinsiz taklitlerle “tüccar ün’lüğünü ”  gizleyemez.
Sanat halk ve sanat için değil, sanat sadece cep için icra edilirse, izleyenini kazıklamış olur. Gözyaşı rolünü bir baş acı soğana borçludur çünkü.

Para da değişim aracıdır ama,  sermayenin egemenliğe dönüştürülmesi, genetiğinin değişmesi demektir ki, buna “niteliksiz kazanç” denir. Niteliksiz “kazanç”ın özünde haram vardır.

Oragnik değer ile GDO’lu değer arasındaki fark,
Sabina’nın dansı ve Adrian Simionescu’nun “tutti frutti”si ile,   
Gökçe Dinçer’in dansı ve “tuttu fırlattı”sı arasındaki fark gibidir.
GDO vitamin değil, ancak komiklik üretir


10.10.11

aşk buna benzer



Cezmi Ersöz'ün  "aşkta yarın yoktur sevgili" şiiri
Nurettin Rençber-'in  "aşk sana benzer" melodisi ile


Hayatın ACI gerçekleri,  yoklukların sıradanlaştığı yerde var olur;
aşk ACISI da öyle.
Acılar nedenleri yerine hep öznesini yer ve bitirir!
Yarayı kaşımanın hazzı şaşırtır bizi, kan kaybı değil.

Hiç aklımıza gelir mi bunca acıya katlanmaya yaktığımız enerjiyi,
acı gerçekleri “tatlıya bağlamaya” verebilmek?
Biraz politika, hepsi o kadar.

7.9.11

Duygu dedektörü


Vicente Amigo - Bolero de Vicente

playa fare ile "tık" de, kedi ile olmaz

“Elektrik alamadım”  demek, “hoşlanmadım” demenin diyalektik materyalist rajonudur. Duygu bedeni sürüklemeye başladığında, teğet geçtiği her başka kişinin moraline dokunma, onun normal gidişatını etkileme riski fink atmaya başlar. Beden duyguyu sürüklediğinde de aynı kaos sürer. Önemli olan beden ve duygu etkileşiminin regülasyona bağlı kalmasıdır.
Regülasyon, “kıvamında ayarlamak” demektir. Başka anlamda açlığın giderilmesi…
 Demek ki duyguların da gıdaya ihtiyacı vardır .
Düşgücü,  insan bünyesinde  voltaj gibi gerilmeye başladığında, akıl yörüngesinde bir "manyetik alan" yaratır.  Duygusal elektronlar akış yönünü mantık “iletkeni” üzerinden sürdürebilirse, “zor başarılır, imkansız biraz zaman alır”.

Düşgücünün nanyetik alanı akış yönünü bulamadığında, baraj suyu gibi geriye doğru çoğalarak, akıl "nüve"sinin yanlarından  kararsız  bir dağılımla uzaklaşır.  Başıboş elektronlar sinir uçlarına batmaya başladığında, bedenin yer çekimine karşı kuvveti kaybolmaya başlar.
İşte o zaman,  "hayal-düş" elektronları, potansiyel enerjiye dönüşemediğinden, "melankoli" hatta, moral bozukluğuna dönüşüverir.

 Diyalektik mantığın yasası şudur:
 “Doğadaki hiçbir olay, çevresinden bağımsız olarak anlaşılamaz.” 

Öyleyse, hayata dair bütün eylemlerde sorgulayıcılığın, denge üzerinde görevi vardır.

Yer yüzünde kusursuz ve sevimsiz insandan mod olarak söz edilemez.
Bütün insanlar sevimli ve sevimsiz özelliklerini birlikte taşırlar. Bu özellikler zamana, koşula ve olaya göre açığa çıkar ve koşullar ortadan kalktığında eski potansiyeline dönebilirler.
Koşulsuz sevmek, fedakarlık gibi alınsa da, aslında  istenmeyen duyguyu besleyip büyütmek demektir

Nasıl ki integral matematiği, eğri yüzeyleri hesaplamaya yarar;  sevgi dedektörü de gizli duyguların izini sürmeye yarar.
Sevgi dedektörü ilişki yüzeyinde  gezdirilmezse,  kimi, nasıl, ne kadar, nesini, neden sevebileceğimize karar vermek, insanı sevgi savurganlığına götürür.

not:"sevgi dedektörü" deyimini 2006'da bir forumda ilk ben yazdım. "duygu dedektörü" olarak googlede taklitleri daha sonraki tarih kayıtlarında görülmüştür. Belgesi vardır.

19.6.11

baba

baba'larn itirafı:
Baba, sorumluluk, tecrübe, gözlem kapasitesi, güven, koşulsuz sevgi, kültürünün markası, kodlanmış gen karakteri ve benzer konumların toplamına denir.
Etten ve kemikten yapılmış ama, çocukları ve sevgilisi için, stoktaki toplam enerjinin birkaç katını üretebilme yeteneğine sahip.


Baba, evlatların geçtiği yoldan geçendir de evlat babanın yolundan tam olarak geçmeyendir. Aradaki fark, “son söz”ün keskinliğini değil, sadece ağırlığına işaret eder. Baba, geçtiği yolların virajları ve uçurumlarına işaret levhaları diken kişidir. Ve yolları olabildiğince tamir eden. Ama asla yön ve hızı belirlemeyen...
.
Çocukların itirafları/iltifatları:

“Siz bize, kendi babanızın size verdiğinin (katsayı olarak) fazlasını vermeyi başardınız. Oysa dünyada ve ülkemizde, kendi babanızla sizin aranızdaki fırsat farkı kadar ilerleme koşulları yoktu. Siz zamanı da aşmayı bildiniz. Önden yürümeyi, arkadan kovalamaya tercih ettiniz” Bize asla şu ya da bu politik, ideolojik ve genel yaşam tarzını kalıp olarak bir tek sözcükle de olsa aktarmadınız. Ama en kritik konuları anlayabilmemiz için ip uçlarını verdiniz. Biz sizin tarzınızı çaktırmadan izledik, doğru ve yanlışları gidiş yolunuzdan çözmeye, üzerine bir şeyler eklemeye çalıştık. Siz baba olma güdüsüyle, bize bir arkadaş gibi davranmayı yerince çok güzel akort ettiniz...


Eee, sonra noldu:)))?

16.6.11

şirin bir amatörlük öyküsü

Abdurrahman, kısaca Apo'nun trans hali. 
 akşamki alemin etkisi ruh ve bedeninde tik haline gelmiş olacak ki, gecenin 2'sinde  oyun havasının yankıları kulağında tütmeye devam eder yatağından kalkar, yoruluncaya kadar oynamaya devam eder. 

-Alo? Zihni abi nasılsın?
* Seydi sen misin?
-He abi benim, var ya abi, şu anda neredeyiz bir bilsen! Uçuyoruz abi, hangi gezegen bilmiyorum ama, dünyadan epeyce uzaklardayız. Böyle anlarda seni anmadan yaşamak imkansız abi.
* Şişenin dibinde yerçekimi kuvveti sıfır olur, mekanınızı anladım kardeş, uçuyorsunuz. Kaç astronotsunuz kabinde?
-Hani şu bizim gariban Apo var ya, apollonun dümeninde O var.
*Anlıyoruuuummmm! Apo uçamayı bilir miydi?
-He abi bilmezdi, doğru söylüyorsun da, kıçına motor takınca uçmayacak apo yok yeryüzünde.
*Aracınız apollo, kaptanınız apo olunca, yakıtınız malum, anlıyorum.
-Abi şu an burada olmanızı çok isterdik biliyor musun! Buz gibi su, oksijen, yeşillik, çiçek kokuları…
*Ve bir de ….
-He anladın sen oni, bir de rakı abi.
*Ama o yakıtın sadece otuzbeşliği bile beni yeryüzüne değil, yerin sıfır noktasına çakmaya yeter Seydim. Ben içmeyi bilmem pek.
-Biz senin yerine içeriz abi, sen de diğer eksikleri tamamlarsın, tam olur. Buranın havası da yerçekimine karşı abi, garanti veriyorum, seni bile uçurur bu ortam.

*Sen Apo’ya mukayyet ol emi? Evrende kaybolmasın garibanım. Zaten düzenin kaderi vurmuş, son parçası bize kalsın. Hatta ona bir melek bul da o yöreden cennete gönderelim garibanı olur mu? Yaş otuzbeşi bulmuş, O’nu evlendirirsek her konuda 1+1=3 eder O’nun hayatında.

-Tamam abi, ben onu şimdi bir otuzbeşliğin ucundaki  kertmeye bağladım, bir de daire çizdim, o dairenin içinde  Mevlevi havasına girdi.
Abi öbür ayda hazırlıklı gel, anlatacaklarım var.

*Bir ip ucu ver de merakım ekşimesin Seydi kardeşim

-Gariban Apo’ya kız buldum, kızın akrabalarından birileriyle buluşacağız, aracılık yapmasını isteyeceğiz. Sen de olursan iyi olur.  Bu işin sevdasına coşturdum Apo’yu. Hayatında ilk kez içiyormuş. Bilirsin günde beş cümleden fazla kurmayan Apo, burada filozof kesildi başıma. Bir gün sonra Apo’ya sordum, dünkü hayatını hatırlıyor musun? “he” dedi sadece. Nasıldı?
 “anlatılmaz yaşanır” dedi, bu kadar.

*Tamam, ayrıntıyı gelince anlatırsın.

Şekilde görülen sevgili dostum Apo’yu kız ile buluşturma senaryosunu kurup, ilk operasyonu yaparlar. Kızın akrabası  Seydi ile Apo’yu alır, kızın evine misafir olurlar. Çaylar gelir, tam konuya girecekken, bir telefon gelir kızın babasına. Kızın abisi trafik kazası geçirmiş, acele hastaneye gelmesi istenir.
Konuyu açamadan fiyasko ile sonuçlanan bir operasyon. Türk filmlerinin öpüşme sahnesi gibi sona erer. Aşıkların dudakları birbirlerine tam yaklaşırken, her seferinde kapı zili çalar gibi…

Kız tarafı ilk fiyaskoyu tamir etmek için herhangi bir karşı girişimde bulunmaz. Bizimkiler bekler ki, ikinci adımı karşı taraf atsın da bize bir randevu versinler de şu bekarları buluşturup, tanışmalarına ortam hazırlasınlar. Hayır, kız tarafı gururlu olmak zorundadır, muhafazakar kültürün rajonu budur. Yoksa kızları özürlü ve yıkılacak yer arıyor imajı yaratılmamalı.

Konu kapandı.

Seydi pes etmez. Kız mı yok bu alemde! Hele kılavuzu Seydi olanın yolu hep cennete düşer.

Dar bölgelerde evlenmek için biri diğerine sebep olmazsa olmaz.
Seydi, bekarlıktan kalma bir kadın arkadaşıyla sokakta karşılaşır.
-Bizim bir arkadaşımıza kız arıyoruz, var mı tanıdığın,  aday?
Kadın biraz süre ister; süre sonunda uygun bir kız olduğunu ve nasıl buluşturacaklarını telefonda karar verirler.
Apo, Seydi, Seydi’nin arkadaşı ve aday kız ile, kadının evinde bir araya gelirler.

Seydi’nin cemaatinde konu sıkıntısı çekilmez. Bir dalarlar  ki, lafın belini kırarlar arkadaşıyla.
Bizim gariban Apo hep ayağının ucuna bakmakla meşgul. Karşısında oturan eş adayı kızı bile süzmeden, saatlerce kalırlar da konuya bir türlü giremezler.

*Ee, sonuç ne oldu?
-Ne olsun abi bu adam beni verem edecek, lafın bir yerinden girip de konuyu kendi hesabına getiremedi.
*Neden öyle oldu Apo?
+Abi bana bir ara vermediler ki, kendileri konuştu, konuyu benim olaya getirmelerini bekledim. Baktık zaman akıp gitmiş, kızı evden aradılar ve dağıldık.
*Vay, gariban Apo’m! Seydi sana bu kadar net bir ortam sağlamış, sen neden bu kadar fransız kaldın ki!
+Abi utandım ya! Ben bekledim ki, Seydi konuyu açsın, iki laf da ben edem dedim, açmayınca olmadı.
*Seydi fırsat verseydi ilk cümlen ne olurdu?
Apo terlemeye başlar, kem-küm-selamünaleyküm.
+Valla rezil olurdum kesin. İyi ki lafa girmedim.

-Abi, Apo üçüncü denemede kesin bir piste konar. Artık yer yüzüne inme zamanı geldi. Sen geldiğinde çok daha fazla yol aldığımızı göreceksin.

*Ulan kardeş, bu kadarına hakim olamazsan sen cennete asla gidemezsin Apo’m.
+Abi gözünü seveyim ne yapmam gerek bana öğretin gurban olurum! Bu yaşıma kadar hiç böyle sıkışacağımı düşünemedim. Orda söze nerden gireceğimi düşünürken tir tir titredim. Bu yüzden kızın yüzüne bile bakamadım.
*Apo’m, ham duranı ham yaparlar bunu bil şimdilik.  Seydi sana kurs versin bir ay sonra geldiğimde neyi nasıl yapacağını öğrenmiş olmalısın; eksiğini tamamlarız.
https://youtu.be/JoSHRJLFHDo

31.5.11

materyalist idealimin şiiri

Has iken hastalandım
Onsekizde pas aldım
Şutlar out olunca
Doktora selam saldım

Selamım baş üstünde
Saçlarım kaş üstünde
Beni Tutana aşk olsun
Ruhum uçuş pistinde

Her aşığa  gül olsa
Gülüşü öpüş dolsa
Akışa fren olmaz
Sevdiğin rehber olsa

“Ruh maddenin yansısı”
Sağlık aşkın kasası
Baharı hissedişim
Moralimin tasası

Baharım tuttu beni
Tuttu da Furutti beni
Başka söze gerek yok
Haplarım yuttu beni
                                                                                      
zihni örer

18.5.11

Sansür kokusu

antisansür
Bizler ne hayal aleminde yaşıyoruz, ne de insanları olduklarından daha iyi hayal ediyoruz, onları oldukları gibi görüyoruz. Bu nedenle insanların en iyisinin bile otoritenin uygulamalarıyla özde kötü kılındığını ileri sürüyoruz. İnsanın insanı yönetmesinden bu nedenle nefret ediyoruz. demiş Pyotr Alexeyevich Kropotkin /Sevgili siyasalbilimci Ayşegül yazmış.

Sansür, ahlakı tıraş etmeye kalkışırken, özgürlüğün derisini yüzen resmi bir eylemdir.
Sansürün soğuk yüzü ürkütür de ondan izocamlı kılıflarla işleme konulur.  
Biber gazı ve jopun erişemediği iletişim kanallarının “erişim”lerine erişilerek Ortadoğu rüzgarının kum fırtınasına karşı koymayı düşünüyor olabilirler.. ama kulağımıza “ahlak kurtarma ayarı” olarak gelmesi matris şifrelemesini akla getiriyor.
 Pazarlama taktiğinin şifresi de kopya ihtimalini güçlendiriyor. Osmanlı torunları olduğumuza göre, genetik kalıtım kaçınılmaz olmalı. Matbaayı 200 yıl ülkeye sokmamanın gen intikali... Basılmamış kitapları toplatacağına matbaayı yasaklamak daha kestirmeydi ama, kör olası internet icat oldu mertlik bozuldu. Ne kötü rastlantı!

Sansürlerin karakteri gizlilik ve sinsilikle eşdeğerdir her zaman. Korumacı gösterilir, altından muhalifsavarlık çıkar.

Bekarlık günlerimizde, birkaç arkadaş ile erotik bir film oynatan sinemaya gitmiştik. Sık tartıştığımız, bize ahlak dersi veren, milliyetçi-mukaddesatçı bir arkadaşımızı o sinema salonunda görünce ve o da bizi görünce, deplasmanda seyircisiz oynayan bir futbol takımı psikozuna kapılıverdi. “Hayrola bu filmde ne işin var senin” diyerek bir gol atma hamlesinde bulundum. Arkadaşımın mahcubiyeti yüzünün renginden okunuyordu. Cevabı da bir o kadar kırmızıydı:
-“Hani siz materyalistlerin savunduğunuz bir teziniz var ya,
e-e-ee?
-Görmediğinize inanmazsınız ya, bu teze dayanarak, erotik filmlerin ahlaksızlığını yerinde eleştirmek için bakıyorum” diyerek, espriye kontratak yapmıştı.

Ahlak bozan web sitelerini tespit edenlerin ahlakı nolacak? Onlara iş başındayken radyasyon elbisesi mi giydiriliyor?

Toplum aile, kadın ve hatta çocukların güvenliği elbette çok önemli. Dert bu ise gerçekten, daha akılcı birçok yolu olmalı. Öncelikle “internette güvenlik” konusu tartışmaya açılmalı. Yanında bir adet de organ mafyasının sempatik yüzünden söz edilmeli. Hatta biraz da 9 yaşındaki kız çocuklara nikahı mübah görme inancından….

Belediyeler ve milli eğitim müdürlükleri, her hafta sonlarında öğrenci velilerine bu konuda konferans düzenleyebilir.
Milli eğitim Bakanlığı, dergi-broşür hazırlayarak, öğrencilere dağıtır ve bu bilgilerin aileler tarafından öğrenilmesi sağlanabilir. Televizyon kanalları yarım saat bu konuya ayrılabilir.
Dumansız hava sahası reklamından daha öte, bilgisayarda internet kullanımı ve çocukları izlemenin teknik yöntemleri öğretilebilir……..

İnsanı en iyi kanun değil, bilgi-bilinç ve olanaklar korur.

Sansür ve sansar kandaşlığı

sansar

Sansar ile sansür sözcük harfleri bakımından olduğu gibi, karakteristik olarak da birbiriyle alabildiğine bütünleşen özelliğe sahip. Sansarlar da sansürler gibi gündüzleri uyuyup geceleri avlanırlar.
Sansarlar özellikle insanların uyudukları saatlerde, gizlice tavuk kümesine dalarlar. Çünkü tavuk, yumurta, kuş sansarların, temel besinleridir. Tavuk-yumurta Burhan Kuzu’ya atılan yumurtaları akla getirir. Öğrenciler nerden bulurlar bu kadar yumurtayı:)
Sansarlar, beslenebilmek için yumurtanın kaynağını kurutmak gibi bir kemirgenliğe sahip ise, sansürcülere atılacak yumurtaların da sansarlarca sansürlenmesi tam isabet.

Sansarların çiftleşme dönemleri Haziran- Ağustos ayları arasında olup, internet sansürünün de 22 Ağustosta yürürlüğe girecek olması Ömer Çelakıllı’ca rastlantılardan biridir. Sansarlar, Mart- nisan arasında 2 ile 4 (2+4=6) yavru yaparlar. 5651 nolu kanunun /6. ispiyon maddesi buna işaret eder.
Ayrıca Sansar’ın pis koktuğu söylenir. Terleyip de uzun süre yıkanmayanlar için “sansar gibi kokuyorsun” denir halk arasında. Sansürün de hangi noktada kokacağını, hangi konuların ahlaksızlık kabul edileceğini kimse önceden kestiremez. Bu yüzden “ya hep ya hiç” metoduyla teslim olmak, internet kullanımından ve vitrinlerdeki kitaplardan uzak durmak en garantili yol olmalı!

Sen öyle San-sür-sen de gitmez bir adım ileri.

26.4.11

Çingene Hayriye gelmiş

Hüsnü Şenlendirici & Vasilis Saleas  düeti.
Hayriye,  sokağımızın bahar müjdecisi.  Kışları İstanbul’da geçirir, her baharda döner Alanya’ya.

Çocukluğumun geçtiği köyde leylekler, yaşama sevincimizi coşturan bir sembol idi; Hayriye de şimdi öyle…

Çapraz komşu binanın yer katında kiracıdır Hayriye’miz. Balkonda kendimi gitar mevzisine aldığımda sanki Hayriye’yi hedef alıyor muşum gibi gelirdi. Görüntü hala da öyle, içerik değil. Ben(deniz) 4. katın camlı balkonunda “kendim çalar kendim dinlerim bir de sevenlerim” iken, O yüksek ses ile,  konuşur şarkı söyler, teyp kasetinden müzik çalar oynar, ziyaretçi yoldaşlarını da  oynatır.

  Monotonluğu mahalle sakinlerinin kibirine gömer.

O, “Hayriye’miz” tabi ki; çıkmaz sokağımızın monotonluğuna çiçek ve güllerimizden sonra, ondan başka rest çeken bir varlık daha çıkmadı  beş yıldır. O’nu çok sevdik….

 Mahalleli sevmedi! "Yüksek ses ile gecelerin sessizliğini parçalara ayırıyor, mahalleyi uyutmuyor" diye 155'i aramışlar.  Uyarmışlar, tehdit etmişler, Hayriye’yi Hayriyelikten çıkarmışlar. Şimdi onu kendilerine (bize) benzetmişler, bir kuru odun parçası gibi olmuş!

Oysa yan tarafımızdaki bahçede bir ağaca zincirle bağlanan bir köpeğin sabaha kadar avazı-ağıdı vardı. Köpek işkence çekiyordu. (Bende video görüntüsü bile vardır). Hiç bir komşunun, o köpeği 155'e şikayet edip de kurtarmak aklına gelmedi. Yakınımızdaki Adliye lojmanlarında görev yapan polise bildirdim de, hatırı sayılır köpek sahibini uyarmışlardı....

Bir yanda Çingene Hayriye-sevmez komşular, diğer yanda kentin köpek-sever yerlisi!

Onurlu bir kadın. Kedi karakteri seziyorum O’nda. Yiyecek için vs. asla boyun bükmez de, insan olduklarını kavrayanlara karşı kedi gibi yumuşak ve nezaket küpüdür. "Rom" çingenecede "insan" demekmiş. Roman sıfatı burdan türemiş. "Biz de insanız" tepkimesiyle çingene imajının kurtarılmasının başka dili....
Kendilerini şikayet edenlerle ve polislerle kavgasını duyduğumda saygım katlanarak büyüdü Hayriyelere.

Hayriye Çingene.
Yüzüne “çingene” diyenleri ikiye ayırıyor, bir kısmına “sensin çingene”, diğer (bana) abi diyor…..

 Çingenelik –özellikle- özgürlüğün ve evrende en egzotik çeşitli yer aramayı kültür edinen  göçebeliğin ve servet egemenliğine başkaldırının simgesi olduğunu söylediğimde, orijinal Hayriye bir anda parlayıverdi yüzüme. Sizi “çingene” olarak aşağılayanların da sizin gibi bir göçebe torunları olduğunu bilin. Siz Hindistan diyarından  bu tarafa gelenlerin, biz orta asyadan  gelenlerin torunlarıyız;  sizden tek farkımız kuruntumuz….

 * * *
asalet yarışı:

Çingene delikanlı bir mühendislik bürosuna iş başvurusu yapar.
 Ciddiye alınıp sözlü sınava çağırılır. Büro amiri alay etmeye kalkışır çingeneyle:
-Hayri hangi fakülteden mezunsun?
-kaldırım mühendisliğinden abi.
-görevin neydi Hayri Bey?
-Kaldırımlarda klarnet çalardım, bahşiş alırdım.
-Peki, burada aynı işi mi yapmak istiyorsun?
-İsterseniz, siz çalışırken, baş ucunuzda çalarım veriminiz  yükselir abi.
-yok yok, sen temizlik işini yap, mesela biz sigara içeriz izmarit atarız, kağıt kırıntılarını atarız, hatta bazen tükürürüz, sen temizlersin;   tecrüben var mı bu konuda?
-He var abi, bizim çadırlarda inekler altına sıçtığında temizlerdim, burada da aynıymış.
/z.örer

* * *