2.4.16

cahilliğin arz-talep eğrisi

“Bütün kötülüklerin başı cehalettir” demez miyiz zaman zaman?

İnkar etmeyelim şimdi, deriz valla. Deriz de, laftan öteye gidemezsek, köşeye sıkıştırılmış kedi gibi, bize çarpacak kötülüklere korkuyla baka kalırız hep.

Cahillik! Altınyıldız kumaştan olsa kimse üstüne almıyor “dilenci kılıklılar”dan başka.

Diplomalı ya da diplomasız cahilliğin bir ölçüsü olmalı değil mi? Şahsen kendim, cahil miyim aydın mıyım bilmek isterdim. Bu iş iltifatik sözlerle ya da hissetmekle olmuyor! Herkes egosunun kışkırtmasıyla kendini birşeyler sanınca, itiş-kakışlar, budalalıklar ve ukalalıklar tavan yapıyor.

Şarkıcıdan akıl hocası, futbolcudan kanaat önderi, profesörden fikir suçlusu, veteriner-imamdan TÜBİTAK başkanı... her şey arap saçı gibi. Tabi ki yalan ve kurnazlıklar, bu ortamın arz-talep yasasına göre revaçta kalıyor!

Herhangi bir okul diploması ile aydınlanmayı karıştırdığımı düşünmeyin. Diplomalar meslek için, genel okumalar aydınlanmak içindir. (bu tespitimi farklı bakış açınızla geliştirebilirsiniz)

Hani kan değerlerimiz ölçülür ya? İçinde toplam 15-20 çeşit başlıkta sayabileceğimiz karışımlar vardır. Her değerin sağlıklı insanda, rakamsal olarak belirlenmiş alt-üst sınırları vardır. Bu değerlerin o normal aralıklarda kalması için beslenmemize ve davranışlarımıza dikkat etmiyorsak, hastalanıyoruz. Hatta ölüyoruz da...

İşte, insanın kültür mozağinin de rakamsal bir alt-üst sınırı belirlenmeli.

Her birey ona göre kültürel değerlerine dikkat etse, her makam-mevki, ün, saygınlık… hak edilmiş olmaz mı? Buna “ilişkilerin akordu” diyorum.

Hükümetin yerinde olsam, her şeyi bir yana bırakırım, Üniversite senatolarını harekete geçiririm, cumhurresinden (hatta eşinden ve çocuklarından) sığır çobanına kadar, kategorik türlerde kitap okuma seferberliği başlatırım. Ayda en az bir kitap okumayanı ya kara listeye, ya da "empatik-tedavi" sırasına alırım.

İşe, buradan başlarım memleketimin harabe görüntüsünü onarmaya. Arkası çorap söküğü gibi gelmezse sözümü geri alırım, yeni bir öneriyle tekrar çıkarım.

"Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!


Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım;


Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım".



Yapar mıyım yaparım:)

Devlet ne kaybeder? Belki bu an’a kadar harcadığı kitap masrafını kaybeder, ondan da önemlisi iktidarını kaybeder. Demek oluyor ki bu ülkede kör gider, yol gider.


Okumuş cahil ile okumamış aydın arasındaki farkı anlatan bir öykü dinledim birinden. Onu, “Nar Kırığı” Romanım yayınlandıktan sonra yazacağım öykü kitabına saklıyorum.

5.3.16

İstanbul cnr expo kitap fuarında imza günümden resimler

"Güzel günler göreceğiz çocuklar"

Pazar günü saat:11-12 arası,
Pazartesi günü saat:12-13 arası

1.salon B-20'deki standımızda sizin için imzalamaya devam edeceğim/

Öğretmenim Dergisi Yayınevi
İstanbul, 2016 cnr kitap fuarı








4.10.15

"amele mektebinde SOYLU RÜYALAR" kitabımız yayımlandı

19-Yurt dışı sipariş,Amazon
22- Prefix

Kitabımın yayımlanması için büyük özveri ve emeğini esirgemeyen Yazar, Gazeteci ve Öğretmen Adnan Gündüz
'e teşekkürlerimi arz ederim.
Özgür Yurttaş dizgide, Büşra Çivi editör ve baş yazıda ve diğer yayın kurulu emekçilerine verdikleri emekten dolayı sevgilerimi sunuyorum.
 Edebiyatın ticarete ve kibire bulaştığı bir dönemde, tek kuruş talep etmeden, Öğretmenim Dergisi
Yayınevi yayın kurulunun da değer gördüğü kitabımı zor koşullara rağmen yayımladığı için, bir teşekkürün yetmeyeceğinin farkındayım.....  
Kitabımın, "Öğretmen" ön adıyla varlığını sürdüren bir yayın evi tarafından çıkması hem kitabın içeriği, hem de edebiyat alanının simgesi olması açısından da gurur duyduğum bir durumdur. 
Bu kitap, "eğitim iş ve aşk klasiği" sac ayağı üzerinde pişen yemek gibidir. 
Bu kitap, sıradanlaştırılmış hayatlara düz ayna tutar, görüntüleri engelli algılara yansıtır.
Mağdurların (en alttakilerin) kanıksanmış ezikliklerinin acısını haykırır. 
Sıradanlaştırılmış hayatların sorumlularını, kurban payı gibi üçe ayırır:
1-Bireyin kendi vurdumduymazlığına,
2-Diğer bireylerin kara üzüme bakarak kararmasıyla kara bahtlı topluma dönüşmesine,
3-Üst sorumluluk makamındaki devlet erkinin bu vurdumduymazlığı besleyerek sömürmesine....
Başka açıdan bu kitap, İnsan geleceğini etkileyen mikro faktörlerin, genel kaliteye yansımasını konu edinir.
Hayatını kurmak isteyen az gelişmiş herhangi bir ülke insanının hilesiz, torpilsiz, desteksiz  mücadele ederken karşılaştığı yapay ve doğal zorluklara ve görünmez ayrıntıların neye mal olduğuna dikkat çeker.
Bu kitap, 41 ara başlık altında yaşanmış, hissedilmiş, sıcağı sıcağına kendi kulvarında tartışılmış, tanıklıkların öyküsüdür.
Bu kitapta, mizahı, hüznü, acısı, felsefesi...  kısaca hayatın içi ve en azından ortalama birey olmanın mücadelesi vardır."

5.11.14

Saygı nedir?

Saygı, her şeyden önce iki kutup gerektiren bir kavramdır. Duyan ve duyulan. Duyulan, asıl anlamın öznesidir. Duyan ise onun tamamlayıcısı.

Bir kişinin topluma yararlı olma özelliğinden ve bıraktığı eserinden dolayı farkında olunduğunu belli etme duygusudur. Bu duygu söz, beden ve somut eylemlerle gösterilmedikçe, saygı anlam bulmaz.

Saygı kişisel kazanımlar karşısında duyulacak bir tutum olamaz. Toplumsal olmak zorundadır.

Bir holding sahibine servetinin miktarından dolayı saygı duyulmaz. Ancak, o servetin, kendi ihtiyaçlarından fazlasını öncelikle kendi çalışanlarına (o serveti kendine kazandıranlara) dağıtırsa, yönetim sisteminin zorlamamasına rağmen bunları yaparsa, ona saygı duyulur.

Askerlikteki rütbeye selam ile, Cumhurbaşkanı yoldan geçerken ayağa kalkmak, sigarasını söndürmek saygı değil, yalakalık ve korku kavramıyla tanımlanır. Aksi durumda o davranışı göstermeyenlerin cezalandırılması buna örnektir.

Saygı, korkunun panzehiridir. Saygıya zorlanmaz, sadece umulur. Umduğunu bulamayan öncelikle onu anlamaya çalışır. Empatik etkileşim içine girerek, yanlışlarını öğrenmeyi deneyebilir. Ya da karşıyı ikna çabası da saygının bir çeyreklik kısmını kurtarabilir.

Bir insanın kendini saygın bulması nasıl olur?

Örneğin bir sanatçının eserine bedel ödeyenler ona saygı duyarken, ona bedel ödemeyi gereksiz bulanların saygı duymak zorunda olmadıklarını düşünürüz.

Aynı şey politikacı için de geçerlidir. Vatandaş şöyle düşünür:sana saygı duysaydım zaten oy verirdim. Demek ki benim gözümde saygınlığın yoktur. Ancak, aynı fikirde olmadığım başkaları seçerse, toplumsal sözleşme gereği aldığın kararlara uymak zorundayım. İşin burası toplumsaldır. Sen yanımdan geçerken ayağa kalkıp-kalkmamam kişiseldir. İkincisine zorunlu değilim.... demektir.

Saygı gösterisini zorlayan otoriteler, kendilerinde hissettikleri kişilik kanamasını durdurmak, onu pansuman etmek isterler. Bu uyarıcı çelişkiler karşısında uyuyanları uyandırmak endişesinden dolayı panik atağa geçerler.

Bu kavramları birbirine karıştıran otoritelerin elde ettiği makam ve gücü kişisel çıkarları için kullanma belirtileri, dışa vuran zorbalıklarından bellidir. Önceden belli olan bu tehlikeyi göremeyen çoğunluğun demokrasisi de meşru sayılmaz.
Kişi gerçekten saygın olup olmadığını, azarlama ve korku psikolojisinin hakim olduğu yerlerde asla anlayamazlar. Gerçek saygınlık özgürlük ortamlarında net olarak anlaşılır.

Bir de dar kapsamlı saygı vardır ki o da aile büyüklerine, çevremizdeki iyilik meleklerine duyulan saygıdır.

 Beğenmediğiniz bir fikre ve inanca saygı duymanız gerekmez. Sadece onu ahlak ve etik dışı tutumla aşağılama hakkınız olamaz. Burada zor kullanılmaması saygı gösterdiğiniz anlamına gelmez. Onu değiştirmek için toplumca kabul gören yöntemlerle mücadele içine girersiniz.

 Kısacası Saygı, sempatik çekim gücüdür, fazlası değil.

2.3.14

İnkar et gitsin lan

Adamın biri evlenmiş ama geçimini sağlamak için iş aramış, bir türlü bulamamış. Allahtan rızık dilenmek için camiye gidip dua etmeye başlamış.

"Allahım, bana hem bir iş kapısı aç, hem de oğlan çocuğu ver, İbrahim Aleyhisselamın yaptığı gibi onu senin yoluna kurban edeyim" demiş. 

Allah bu işsizin dediğini yapmış. Çocuk vermiş, bir de rızık verip zengin etmiş bir şekilde. Sıra çocuğu kurban etmeye gelince kara kara düşünmeye başlamış. Çocuğunu bıçak altına yatırmaya kıyamamış haklı olarak! Başka bir yol aramış. Müftüye danışmaya karar vermiş.

 "Hoca Efendi, ben bu çocuğu kurban etmek için Allaha söz verdim, ama şimdi kıyamıyorum. Bir dua etsen de çocukların yerine Allah bir kurbanlık koç gönderse? 

Müftü, "hayır olmaaazz, söz verdiysen kurban edeceksin tabi ki" demiş. 

Adam şaşkınlık içinde! Müftüye kızmış. Dinden çıkmak da olmaz! Uygun bir fetva bulabilmek için başka bir hoca aramaya koyulmuş.  Sormuş soruşturmuş, en iyisi bir ayağı dinde diğer ayağı politikada olan bir hoca önermişler.

"Tayyep hoca bu işin piri demişler. Adam koşmuş tayyep hocaya:
"Hocam, ben böyle böyle Allaha söz verdim, Allah da sözünü tuttu, söz tutma sırası bana geldi şimdi. Çocuğumu kurban etmeye kıyamıyorum, başka bir dua okusan da, Allah  "ateist, solcu, teröristlerden" bir kurban atsa yukarıdan olmaz mı?" 

Hoca cevap vermiş:
O senin dediğin iş zor. Onlarda kurban olacak göz var mı! Dur sana daha kolay bir yol söyleyeyim.

"Neymiş o yol sayın hocam?"
-Bak müslüman, Allaha o sözü verirken yanında gılıçdaroğlu var mıydı? 
"Yoookkktuu".

-Öyleyse inkar edin gitsin lan.