19.7.16

Yaz-ı aşkım


akdeniz akşamları


Fırtınalı mevsimlerde Bahar rüyasına yatarken huzuru  sayıklamışız yıllarca. Ayların on ikisi de üstümüzden silindir gibi geçti gitti acımasızca. Toz bulutları gerçeklerimize perde tutsa da, özümüzde matlığa boğmadık onu.  Öldürmedik, soldurmadık. Oysa dışımız dışa bağımlıydı, dizginleyemedik! “Gülümsemek sevgidendir” dediler, biz ancak sırıtabildik dudak payımızla. Milletçe sevgiyi nefrete kurban ettik ister istemez. Atmosfere nefret üfleyenlerin kurdu düştü ciğerlerimize de ondan. Meğerse kurt bulanık havayı severmiş...

Aşk şarkılarına yabancı kaldık çoğu zaman; aşkımız  pas, sevdamız yas tuttu hasretlikten. Top, tank ve toma paletlerinin seslerinden  metal müzik yaptık hayalen. Eskiden arabeskin ağıtlarını kahpe feleğe bağlardık, son zamanlarda metallerin bestelerini serseri ölümlerin cenaze marşına bağlıyoruz!
Tarihin en arka vagonunun tekeri de kırıktı; hızlandıkça "takır-tak" sesinden ritim üretrdik. Ve dans ederdik alafranganın taklidine binaen. Anıları da tarihin ileri vagonlarına yükledik ister istemez.  
20 Temmuz 2016. Baharın büyüsüyle “ful şarj” olarak yaza girmiş bulunuyoruz. Oysa, “girmez olaydık” diyecek kadar nedenlerimiz birikti son zamanlara! Biriken öfkelerin bendi kim bilir kaç şiddetlik deprem biriktirecek  ileriki yıllara. “Kara günleri” başka renkte düşünmek mümkün mü!  
Bahar nergiz kokulu aşktır da, yaz yanığı nedir, bilen var mı?

Ne baharlar gördük de hepsini görmezden gelip, tarihe gömdük belki çimlenir diye. Hep öyle olmaz mıydı? Biri gider, biri gelirdi; ancak en sonuncusu kalırdı aklımızda. Bir de kopardığımız taç yaprakların parmak ucundaki “seviyor-sevmiyor” lekecikleri. Toy zamanların palavra yüklü aşk mektupları başımızı döndürürdü aynı yönde.  Anlamı  içinde yüklüydü de hayal gücümüze tırmık çekerdi bütün gizemiyle. Tamamı edebiyat ürünüydü o zamanlar; yani  cep telefonuyla internetten birkaç zaman önce:
“ey sevgili, bütün denizler mürekkep, ormanlar kalem, gökyüzü kağıt olsa, sana olan aşkımı yazmakla bitiremem” diyesi gelirdi insanın. Yıldızlara kulp takardık, mehtaplara şiirler asardık. “Seni çok seviyorum”un  usturuplu yolunda aşk nağmesini bir başka notadan çalardık. Sonra, Divan Edebiyatının “süslü nesir” yığıntıları arasında, aç karnına bile aşk sayardık.

Yoksulun aşkı, zenginin hesabı olurdu her zamanki gibi! Hesapta  para, aşkta karavanaydı platonik türünden.  Platonu eflatuna çalardı soldukça, toniği cin olup çarpardı. Koşulların tam takır sevdası aşka boyun eğdirirdi de ondan…
Yaz sıcağı, deniz serinliği, orman gölgesi, gökyüzü mavisi ve bunlara paralel yaz ve yazı aşkı… “Her paralel kötüdür” demek ayıptır efendiler. Aşıklar paralel yürüdükçe aşkları karşılıklıdır da ondan.

***
Yaz aşkı yazı aşkının üzerinde ağırlık yapınca, nefes almak zorlaşabilir bazen.  Zira, her Ekim bir sonraki Bahar’a gebedir devrimler gibi. Sonra, “hazan” mevsiminden “hasat” mevsimine ne kalır ki oracıkta. O zaman yeni bahar yeni bir anlam kazanır aşkla.

20 Temmuz Akdeniz Akşamları. Gökyüzünün en duru mavisine serpiştirilmiş yıldızları sayıyorum. Onların en parlaklarını bir bir sevgilinin saçlarına  Divan edebiyatı kıvamında takıyorum. Akdeniz otellerinin yıldızlarıyla mehtabının yıldızlarıysa “yıldızlar savaşında” her akşam.


14.7.16

VATANDAŞLIK AZ GELİR SINIRLAR KALKSIN!


Suriyeliler Baas Partisinden kaçıp, liberal kılıflı yeşil feodal partiye sığınırken, ülke 3'e bölündü.

-Milliyetçi ve uluslacılar "istemezük, zaten bize kıt kanaat yeten adalet, milli gelir, plajlar, tavernalar... Vs." diyorlar. Buna bağlı Kürtler mevcut orantıyı bozmamak için mi neyse, onlar da "gelmesin" diyenlerden.

-İslamcı feodalistler, "gelsin, nasıl olsa taze burjuvazimize taze kan-ter lazım. Yoksa gri liberaller bizi kanter içinde koyacak" diyorlar. Müritlerinin kulakları en yukarıdakinin fetvasında.

-Sosyalistlerimiz de hümanizmin gözüne vuruyorlar yetmişlik rakı gibi. "Gelsinler, adamlar sokaklarda mı kalsınlar! Vatansız insan orospuya benzer, gelen ezer giden ezer, gerisi teferruat..." der gibiler. Konunun felsefi boyutunu ihmal etmiyorlar tabi sosyalistler. Biri soruyor, "ya adamlar Baas Partisinin gölgesinden kaçıyorlar da faşizmin kapanına düşüyorlarsa neden gelsinler ki?

Diğeri soruya soruyla karşılık veriyor, "yoldaşlar, Baas Partisinin kimliği nedir, bilen var mı?" Başka yoldaş cevap veriyor, "hani kaddafinin de vardı böyle bir partisi ya, islamcıydı o bildiğim kadarıyla". Bir başkası Irakta da vardı öyle bir parti….” diyor

Burada aklıma "islam sosyalizmi" diye bir deyim takılıyor. Memleketimizin Müslüman koministleri de baascıdır sonuçta. Fikir babaları ise, kitaplarını yıllar önce okuduğum, kendine hayrı olmayan mısırlı seyyid kutub ve pakistanlı yazar mevdudi tayfasıdır.

Ana fikri nedir islam sosyalizminin (ya da baas partilerinin)?

Şu:

"Mal-mülk Allahındır, öyleyse özel mülkiyet yoktur" demsine rağmen, bazı hadis ve ayetlerin işaret ettiği bazı durumlar özel mülkiyetin olduğuna açıklar. Mesela hadis, "hayırlı kazancın onda dokuzu ticarettir" ve miras. Allahın mülkünü yine kişilerin eşitsiz (ona adalet diyorlar) kullandırmaları gibi.... Mesela üretim aracını devlet birine veriyor, dilediği kadar kar ediyor ve vergisini veriyor, kalanı yine üretim aracına dönüşünce miras olarak gelecek nesle kalıyor.

Üretim aracı her durumda egemenlik aracına dönüşür oysa! İran Şeriatının Sencarisini, Zarrabisini gördük. Gel de anlat bunu iman kütlesine!


İran dedim de... İranlı politikacı Ali Şeriati "insanın 4 zindanı" kitabında şuna benzer bir yorum atıyor:"Karl Marks bütün fikirlerini Kuranı Kerimden almıştır, onda eksik olan imandır" gibi...

"Gett lannn!" diyesi geliyor insanın! Demiyorum, fikir fikirdir yanlış da olsa. Kuranı da Das Kapitali de, hatta Alaman İdeolojisinin özetini de okumasaydım, tarafsız kalabilirdim bu yalana.


“Suriye göçmenlerinin vatandaşlığı” diyorduk.

Yaşama hakkı elbette "amasız"dır da, sosyalizmin emek-değer teorisine göre,

1-Suriyeliler kendi diktikleri ağacın gölgesinde otursalar daha iyi olur.

2-Kapitalizmin koyduğu sömürü kuralının masumiyeti olmaz. Yağmurdan kaçıp doluya tutulmalarını istemezük. Çünkü, burada da gelecekleri karanlık. Karanlığımız geniş yüreğimiz gibi, sığarız ama, birbirimizi göremedikten sonra….

Ha, bir gün Enternasyonalizme doğru yol alırsak, o zaman bütün sınırlar kalkmalı...

Şimdilik diyeceklerim bu kadar.

12.7.16

para, edebiyatın genetiğini bozar

Bir zamanlar, Cem Mumcu’nun keşfettiği “diz üstü edebiyat” vardı. Tam 1 yıl koşmuştum yayınevinin peşinden. Nezaketen, “he hı…” diyerek oyalamışlardı. Oyalandığım dönemde “diz üstü dil altı” (pardon o tansiyon hapıydı, doğrusu “diz altı” olacaktı) çok farkında olduğum bir tarz değildi. Ben yazmıştım, onu da edebiyat sanmıştım. Sevgili Fatih’in Apaçi serileri aklımı çelmişti de, O’nun torpiliyle muhatap alınmamı sağlamıştık. Yayınevlerinin bir yazar adayını eseriyle muhatap alması ille de sanasasyonik çabayla mümkünmüş. Onu öğrendim.

Neden diz üstü dedi buna Cem Mumcu? Nedenini sormadım elbette. Ama soran olmuş ve şu cevabı almış:
"Yazar olan insanların birçoğu hedef kitleyi düşünmeye başlar. Bir metni yazarken onun beğenilip beğenilmeyeceğini ya da satıp satmayacağını düşünmek o metni çuvallatır. Benim bloglarda gördüklerim bu tuzağa düşmemiş metinlerdi."

İnansak mı? Önemli olan okur adayında ilgi uyandırmak mı, bilgi uyandırmak mı? Bu soru burada kalsın öylece.

Diz üstü-diz altı, irticai-dinticari, iki bilinmeyenli denklem gibi mübarekler. Çok satarlar. "Tavşana kaç, tazıya tut" diyen bir sistemin figüranları iş başında. Biri töresel yasaklardan, diğeri bilinmeyen ve hiç bir zaman da bilinmeyecek gizemlerden yola çıkarak sektörünü oluşturmuş da adına edebiyat demişler….

Bütün sanatlar ve hatta ideolojiler için de geçerli bir durum bu. İşin içine ticari kaygı girdi mi, al onu çal başına. Bütün sinsiliğini, ucuza mal ediliş şifresini, cılasını boyasını… içinde taşır. Başkalarının iç hesabı (ona ego tatmini diyenler var) bana ne! Edebiyat ve sanat dediğin şey, insan gizlerine dokunan şifreyi çözmektir. Çözebilene sanatçı denir sonuçta. Servetini artırma çabası içine girip de müşteri çoğaltma tutkusunun örtüsü ticari amaçsa kalsın.

Ancak, eserlerini okuduğumuzda gerçekten de diz üstünde olduğunu anlamak zor değil. Tam adresini sorarsanız, diz ile belin arasında bir yerde. Hakkını yemeyelim, oradan libido çakrasına uzanan bir hat var. Beyninin potansiyel enerjisini biraz da bu alanda yakıyor belli ki. “Ne gider bu yoldan” diye soracak olursanız, msn tipi katledilmiş liberal cümlelerden tutun, abazanlıklara, küfürlere, argolara, yasaklara, itiraflara, fantezilere… kadar uzanan bir yığın gizemli mermilerle ateş edildiğini anlarsınız. Bu mermilere karşı savunma mekanizması , “terbiye patriotundan” dolayı uyku halinde yakalanıyor ve okurun bütün dikkatlerini üzerinde toplamayı başarıyordu. Hani insanda bir merak atraksiyonu var ya? Zaten bilmeyen yoktur başımıza ne gelirse….

Tatmin olan her organ sinmeye koşulludur zaten. Merakla okunan, duyulan konular merak giderilince bir hayalet gibi uçup gitmesi bundandır. Oysa sanatın bilince girmesiyle, orada ne kadar kalacağı ile, nasıl bir değişime neden olacağıdır. Değişim ruhu taşımadan nasıl gelişebiliriz? Aksi durum insanı robot yerine koymaktır ki, bunun alıcısı da yine tüccar kafalılardır. Afedersiniz de ben mal değilim!

Diz üstü bel altının zararı nedir? Valla bana hiçbir zararı yoktur. Hatta stres savama modunda okunurken işe yaradığını da gördüm. Stres gidince o da ardından gidiyor o başka. Asıl hayat ordan sonra başlıyor. Ordan sonrası? Uzun hikaye.

Edebiyat dediğin cinsel tatmin gibi dolunca boşalan ve öylece devridaim olan bir ilgi alanı mıdır? İnsan insana ve insan-doğaya karşı bütün ilişkilerde edebi tutum ardından tekrarını mıknatıs gibi çeker de o yüzden demirbaş.

Klasik Edebiyat, organik sanattır.