1.12.11

Zade ile zede çelişkisi

İki günlük mevsimsel bir baş ağrısından kurtulmanın coşkusuyla güne başlarken, akşam haberlerinde gördüğümüz tablolar, coşkumuza karşı kuvvet olarak atağa geçiveriyor.

Kadın-çocuk öl(dürül)me sayısı, düzenzede-kaderzede, ekmekzede-savaşzede, eşzede-aşkzede… oranları ortadayken, rutin bir baş ve moral ağrısından seslice söz etmek ne garip bencillik! Bunlar geldi geçti aklımdan.

Şu pratik hayatımıza bakın, tarih bilgilerinizle karşılaştırın, “zade” ile “zede” yansımasında, emek ile asalaklıktan başka ne görebiliyorsunuz? “Dersim katliamı”nda bile “zede” ile “zade” çelişkisini vurgulayan yok. Yani, isyana sürüklenip kırılanlar ile ondan nemalanmak isteyenler arasındaki farkı….

Ağanın “a”sı eşeğin “e”si insan kaderini böyle tersine çeviriyorsa, zihni’nin “z”si de bu kadere çomak sokmaya çalışır. Bu iki tersliğin başında olmanın rastlantısal utancını arsızlığın duvarına yapıştırır.

Zade ile zede çelişkisi Emek ile sermaye çelişkisi nin fotokopisi gibi…

ZAde: Türk Dil kurumuna göre “dürüst, doğru adam” imiş.
Bu imaj farklı ideolojik kültürlerde farklı anlama gelir de, hangisi egemen ise halkın bilincine onun paradigması monte edilir.

“Evet bütün şeyhzAdeler, asilzAdeler dürüst adamdırlar; hepsi alınteriyle geçinen, kimsenin emeğini sömürmeyen insan demektir” (külahıma anlat diyenler sol yana geçsin)

“Zede” sözcüğünün TDK internet kayıtlarında bulunmaması da “komünist propaganda”ya karşı önlem olabilir”!

Bayramlarda seyranlarda kahramanlık ve inanç nutuklarında dünyaya meydan okurken, dünya “yaşam kalitesi” sıralamasında patlak balonun içini palavralarla doldurarak uçurma çabamız ne komik!

Çoğunluğun ancak demokrasiye dolgu malzemesi yapıldığı ülkemizde yaşam kalitesinin vasatlığına alıştırılmışsak, hayata dair hiçbir sürpriz şaşırtmaz, panikletmez ve korkutmaz
Buna karşılık bağışıklık sistemimiz güçlenir ama acıma duygularımız da –istemeyerek-matlaşır!

Bir acı haberde aklımıza ilk gelen “nasıl bir yardım katkısında bulunabileceğimiz?”… Ardından, yakın çevremizde yardıma çeşitli derecelerde muhtaç insanların sıralaması ve zedeler ile zadeler arasındaki uçurum!…

Kendi çemberimizde paniği ıskalamış olan benliğimiz burada tamamen dağılıverir. Nasıl dağılmasın ki, yardım çıtası aniden yükseliverir ve çember oldukça genişler.

Hükümetlerin devlet bütçesini toplumun homojen olamayan yapısına hangi ideolojinin ahlak, kanun ve geleneğine göre dağıttığı ve bu toplumdaki imtiyazlıların korunduğu noktaları sorgulamak geçer içinizden. Zede ve zade arasındaki fark, hümanist duygularınızın devreye girdiği oranda açılıverir.

Her şeye rağmen “ilk yardımda öncelik”in evrenselliği, etiği, hümanizması ve hiçbir koşula bağlı olmaması, ardından vijdan denilen etik mekanizma işleyişini sürdürmeye devam etmesi ilkeleşir ve kendi sol benliğinize dönmeyi başarırısınız.

Sol benliğin diğer hümanist görüntülerden farkı vardır. Acı ve yoksulluk çekene yardım etmek ve zekat vermek sevabı benciliği ve mahcubiyet görüntüsüne tanıklık yerine, mutluluğu güvenceye alınmış insan görmeyi tercih edersiniz. Zade ile zede arasındaki farkı kapatmak için biraz politize olmaktan başka yol bulamazsınız.
Ya da kendi kabuğunuza çekilip, fasit (ya da faşist) dairenizde dönüp durursunuz!

22.11.11

Dersim'e çalışmak

Büyük Sanatçı Nejat Uygur'u saygılarımla anıyorum-Cibali Karakolu oyunundan bir parça

“Dersimizin konusu Van çadırlarındaki sobanın borusu”  mu,  yoksa o borularda “Dersim katliamı” mı tütüyor?
Belli ki yine yeni bir kazık sallanıyor bu toplumun ardında; dikkatler tavana odaklandırılıp, ceplere  girecek el geliyor aklıma. Gazın verdiği basınçla komşularla savaş hesabı mı , yoksa her dönemde olduğu gibi “enayiliğimiz” yeniden tescilleniyor mu?
Halkın hayata dair doğal gündemi olamaz! Gündemi bizde her zaman cibali karakol komiseri belirler. Kel başa şimşir tarak hesabı…

Düşündüğümüz gibi, gündem kaydırmada art niyet yoksa Hükümetin ve Cumhurbaşkanının yerinde olsam, Önce, padişahlığı yıkıp cumhuriyeti kurarak kendine bu makamlara sıçrama fırsatı ve hakkını verdiği için Atatürk'e teşekkür ederdim; sonra, inanıyorsa soykırım olduğuna, Dersim (Tunceli) halkına o dünya bilmem kaçıncısı büyük ekonomiden tazminat öder, ayrıca bir de kocaman harflerle ÖZÜR DİLERDİM. Çünkü, develt makamı sürekli olduğundan, bir önceki yanlıştan sorumludur.

27.10.11

doğu-m ölüm ile anılırken!

Yolumuzu kesen karınca konvoyunu ezmemek için üzerinden atlayarak geçerken,
deniz kenarında ölüme sürüklenen milyonlarca deniz yıldızlarından bir tanesini usulca yerden alarak, denize fırlatan filozofun etik gururu insan onuruna ayna tutarken,
dalda kanadı sıkışan bir kuşu kurtaran itfaiyecilerin cankurtaran imajını hayranlıkla onaylayıp alkışlarken..

"Kimine Allah vuruyor, kimine kulu!" halkdeyişi, yer ve gök kutupları arsında dönen ölüm milini andırıyor.
Ölüm kusan depremler konut sektörünün kurbanı olurken, üniformalı yoksullar da savaş sektörünün kurbanı olması hayra alamet midir!
Ucuz ölümler etnik kökene değil, ucuz bütçeye takılıyor! Gerisi teferruat....

                                             

16.10.11

hangisi daha tutti frutti?

 Tony Gadlif filmi, Gajo Dilo Youtobe'sinden alınmıştır.

GDO (genetiği değiştirilmiş organizmalar)

“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” Demiş Herakleitos ama,
bu deyişin odak noktası bilinmediği  için,  ortada dolaşan serseri bir laf olarak kalmış; bu durum ancak gen değiştiricilerin işine yaramış.

“Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlar; oysa sorun onu değiştirmektir” demiş Karl Marks,
“değiştirilmesi gereken canlının doğası değil, davranışlarıdır” diye de eklemiş. Çünkü, gelişmenin dinamiği, daha iyisine ulaşmak güdüsüdür de ondan….

Hızlı değişen eksik değişir. Hızlı değişen yanlış da değişir.

Şeriatçı bir politikacı, 1 ya da 2 yıl gibi kısa sürede Liberal kapitalist ideolojiye dönmüşse, o politikacı gdo’ludur.
Aynı kural diğer düşünce sahipleri için de geçerlidir. Gdo’lu bir şeyin gürültüsüyle görüntüsü vitrinliktir ancak, beslenmelik değil.

Bir şekilde ünlenmiş biri, amatör iken selam verdiğine, profesyonel olduktan sonra da aynı sıcak duygularla selam veremiyorsa, o ünlü gdo’ludur, ona sınıf atlatan şey kültür değil, para olduğundan, tadı, tuzu, ekşisi yoktur...  Yani, “sıcak duygular” savrulmuştur. Onun gdo’lu olduğunu  eserlerinin metalik duruşundan  da anlarsınız. Çünkü, ordan buradan aşırarak, kötü ve izinsiz taklitlerle “tüccar ün’lüğünü ”  gizleyemez.
Sanat halk ve sanat için değil, sanat sadece cep için icra edilirse, izleyenini kazıklamış olur. Gözyaşı rolünü bir baş acı soğana borçludur çünkü.

Para da değişim aracıdır ama,  sermayenin egemenliğe dönüştürülmesi, genetiğinin değişmesi demektir ki, buna “niteliksiz kazanç” denir. Niteliksiz “kazanç”ın özünde haram vardır.

Oragnik değer ile GDO’lu değer arasındaki fark,
Sabina’nın dansı ve Adrian Simionescu’nun “tutti frutti”si ile,   
Gökçe Dinçer’in dansı ve “tuttu fırlattı”sı arasındaki fark gibidir.
GDO vitamin değil, ancak komiklik üretir


10.10.11

aşk buna benzer



Cezmi Ersöz'ün  "aşkta yarın yoktur sevgili" şiiri
Nurettin Rençber-'in  "aşk sana benzer" melodisi ile


Hayatın ACI gerçekleri,  yoklukların sıradanlaştığı yerde var olur;
aşk ACISI da öyle.
Acılar nedenleri yerine hep öznesini yer ve bitirir!
Yarayı kaşımanın hazzı şaşırtır bizi, kan kaybı değil.

Hiç aklımıza gelir mi bunca acıya katlanmaya yaktığımız enerjiyi,
acı gerçekleri “tatlıya bağlamaya” verebilmek?
Biraz politika, hepsi o kadar.

7.9.11

Duygu dedektörü


Vicente Amigo - Bolero de Vicente

playa fare ile "tık" de, kedi ile olmaz

“Elektrik alamadım”  demek, “hoşlanmadım” demenin diyalektik materyalist rajonudur. Duygu bedeni sürüklemeye başladığında, teğet geçtiği her başka kişinin moraline dokunma, onun normal gidişatını etkileme riski fink atmaya başlar. Beden duyguyu sürüklediğinde de aynı kaos sürer. Önemli olan beden ve duygu etkileşiminin regülasyona bağlı kalmasıdır.
Regülasyon, “kıvamında ayarlamak” demektir. Başka anlamda açlığın giderilmesi…
 Demek ki duyguların da gıdaya ihtiyacı vardır .
Düşgücü,  insan bünyesinde  voltaj gibi gerilmeye başladığında, akıl yörüngesinde bir "manyetik alan" yaratır.  Duygusal elektronlar akış yönünü mantık “iletkeni” üzerinden sürdürebilirse, “zor başarılır, imkansız biraz zaman alır”.

Düşgücünün nanyetik alanı akış yönünü bulamadığında, baraj suyu gibi geriye doğru çoğalarak, akıl "nüve"sinin yanlarından  kararsız  bir dağılımla uzaklaşır.  Başıboş elektronlar sinir uçlarına batmaya başladığında, bedenin yer çekimine karşı kuvveti kaybolmaya başlar.
İşte o zaman,  "hayal-düş" elektronları, potansiyel enerjiye dönüşemediğinden, "melankoli" hatta, moral bozukluğuna dönüşüverir.

 Diyalektik mantığın yasası şudur:
 “Doğadaki hiçbir olay, çevresinden bağımsız olarak anlaşılamaz.” 

Öyleyse, hayata dair bütün eylemlerde sorgulayıcılığın, denge üzerinde görevi vardır.

Yer yüzünde kusursuz ve sevimsiz insandan mod olarak söz edilemez.
Bütün insanlar sevimli ve sevimsiz özelliklerini birlikte taşırlar. Bu özellikler zamana, koşula ve olaya göre açığa çıkar ve koşullar ortadan kalktığında eski potansiyeline dönebilirler.
Koşulsuz sevmek, fedakarlık gibi alınsa da, aslında  istenmeyen duyguyu besleyip büyütmek demektir

Nasıl ki integral matematiği, eğri yüzeyleri hesaplamaya yarar;  sevgi dedektörü de gizli duyguların izini sürmeye yarar.
Sevgi dedektörü ilişki yüzeyinde  gezdirilmezse,  kimi, nasıl, ne kadar, nesini, neden sevebileceğimize karar vermek, insanı sevgi savurganlığına götürür.

not:"sevgi dedektörü" deyimini 2006'da bir forumda ilk ben yazdım. "duygu dedektörü" olarak googlede taklitleri daha sonraki tarih kayıtlarında görülmüştür. Belgesi vardır.

19.6.11

baba

baba'larn itirafı:
Baba, sorumluluk, tecrübe, gözlem kapasitesi, güven, koşulsuz sevgi, kültürünün markası, kodlanmış gen karakteri ve benzer konumların toplamına denir.
Etten ve kemikten yapılmış ama, çocukları ve sevgilisi için, stoktaki toplam enerjinin birkaç katını üretebilme yeteneğine sahip.


Baba, evlatların geçtiği yoldan geçendir de evlat babanın yolundan tam olarak geçmeyendir. Aradaki fark, “son söz”ün keskinliğini değil, sadece ağırlığına işaret eder. Baba, geçtiği yolların virajları ve uçurumlarına işaret levhaları diken kişidir. Ve yolları olabildiğince tamir eden. Ama asla yön ve hızı belirlemeyen...
.
Çocukların itirafları/iltifatları:

“Siz bize, kendi babanızın size verdiğinin (katsayı olarak) fazlasını vermeyi başardınız. Oysa dünyada ve ülkemizde, kendi babanızla sizin aranızdaki fırsat farkı kadar ilerleme koşulları yoktu. Siz zamanı da aşmayı bildiniz. Önden yürümeyi, arkadan kovalamaya tercih ettiniz” Bize asla şu ya da bu politik, ideolojik ve genel yaşam tarzını kalıp olarak bir tek sözcükle de olsa aktarmadınız. Ama en kritik konuları anlayabilmemiz için ip uçlarını verdiniz. Biz sizin tarzınızı çaktırmadan izledik, doğru ve yanlışları gidiş yolunuzdan çözmeye, üzerine bir şeyler eklemeye çalıştık. Siz baba olma güdüsüyle, bize bir arkadaş gibi davranmayı yerince çok güzel akort ettiniz...


Eee, sonra noldu:)))?

16.6.11

şirin bir amatörlük öyküsü

Abdurrahman, kısaca Apo'nun trans hali. 
 akşamki alemin etkisi ruh ve bedeninde tik haline gelmiş olacak ki, gecenin 2'sinde  oyun havasının yankıları kulağında tütmeye devam eder yatağından kalkar, yoruluncaya kadar oynamaya devam eder. 

-Alo? Zihni abi nasılsın?
* Seydi sen misin?
-He abi benim, var ya abi, şu anda neredeyiz bir bilsen! Uçuyoruz abi, hangi gezegen bilmiyorum ama, dünyadan epeyce uzaklardayız. Böyle anlarda seni anmadan yaşamak imkansız abi.
* Şişenin dibinde yerçekimi kuvveti sıfır olur, mekanınızı anladım kardeş, uçuyorsunuz. Kaç astronotsunuz kabinde?
-Hani şu bizim gariban Apo var ya, apollonun dümeninde O var.
*Anlıyoruuuummmm! Apo uçamayı bilir miydi?
-He abi bilmezdi, doğru söylüyorsun da, kıçına motor takınca uçmayacak apo yok yeryüzünde.
*Aracınız apollo, kaptanınız apo olunca, yakıtınız malum, anlıyorum.
-Abi şu an burada olmanızı çok isterdik biliyor musun! Buz gibi su, oksijen, yeşillik, çiçek kokuları…
*Ve bir de ….
-He anladın sen oni, bir de rakı abi.
*Ama o yakıtın sadece otuzbeşliği bile beni yeryüzüne değil, yerin sıfır noktasına çakmaya yeter Seydim. Ben içmeyi bilmem pek.
-Biz senin yerine içeriz abi, sen de diğer eksikleri tamamlarsın, tam olur. Buranın havası da yerçekimine karşı abi, garanti veriyorum, seni bile uçurur bu ortam.

*Sen Apo’ya mukayyet ol emi? Evrende kaybolmasın garibanım. Zaten düzenin kaderi vurmuş, son parçası bize kalsın. Hatta ona bir melek bul da o yöreden cennete gönderelim garibanı olur mu? Yaş otuzbeşi bulmuş, O’nu evlendirirsek her konuda 1+1=3 eder O’nun hayatında.

-Tamam abi, ben onu şimdi bir otuzbeşliğin ucundaki  kertmeye bağladım, bir de daire çizdim, o dairenin içinde  Mevlevi havasına girdi.
Abi öbür ayda hazırlıklı gel, anlatacaklarım var.

*Bir ip ucu ver de merakım ekşimesin Seydi kardeşim

-Gariban Apo’ya kız buldum, kızın akrabalarından birileriyle buluşacağız, aracılık yapmasını isteyeceğiz. Sen de olursan iyi olur.  Bu işin sevdasına coşturdum Apo’yu. Hayatında ilk kez içiyormuş. Bilirsin günde beş cümleden fazla kurmayan Apo, burada filozof kesildi başıma. Bir gün sonra Apo’ya sordum, dünkü hayatını hatırlıyor musun? “he” dedi sadece. Nasıldı?
 “anlatılmaz yaşanır” dedi, bu kadar.

*Tamam, ayrıntıyı gelince anlatırsın.

Şekilde görülen sevgili dostum Apo’yu kız ile buluşturma senaryosunu kurup, ilk operasyonu yaparlar. Kızın akrabası  Seydi ile Apo’yu alır, kızın evine misafir olurlar. Çaylar gelir, tam konuya girecekken, bir telefon gelir kızın babasına. Kızın abisi trafik kazası geçirmiş, acele hastaneye gelmesi istenir.
Konuyu açamadan fiyasko ile sonuçlanan bir operasyon. Türk filmlerinin öpüşme sahnesi gibi sona erer. Aşıkların dudakları birbirlerine tam yaklaşırken, her seferinde kapı zili çalar gibi…

Kız tarafı ilk fiyaskoyu tamir etmek için herhangi bir karşı girişimde bulunmaz. Bizimkiler bekler ki, ikinci adımı karşı taraf atsın da bize bir randevu versinler de şu bekarları buluşturup, tanışmalarına ortam hazırlasınlar. Hayır, kız tarafı gururlu olmak zorundadır, muhafazakar kültürün rajonu budur. Yoksa kızları özürlü ve yıkılacak yer arıyor imajı yaratılmamalı.

Konu kapandı.

Seydi pes etmez. Kız mı yok bu alemde! Hele kılavuzu Seydi olanın yolu hep cennete düşer.

Dar bölgelerde evlenmek için biri diğerine sebep olmazsa olmaz.
Seydi, bekarlıktan kalma bir kadın arkadaşıyla sokakta karşılaşır.
-Bizim bir arkadaşımıza kız arıyoruz, var mı tanıdığın,  aday?
Kadın biraz süre ister; süre sonunda uygun bir kız olduğunu ve nasıl buluşturacaklarını telefonda karar verirler.
Apo, Seydi, Seydi’nin arkadaşı ve aday kız ile, kadının evinde bir araya gelirler.

Seydi’nin cemaatinde konu sıkıntısı çekilmez. Bir dalarlar  ki, lafın belini kırarlar arkadaşıyla.
Bizim gariban Apo hep ayağının ucuna bakmakla meşgul. Karşısında oturan eş adayı kızı bile süzmeden, saatlerce kalırlar da konuya bir türlü giremezler.

*Ee, sonuç ne oldu?
-Ne olsun abi bu adam beni verem edecek, lafın bir yerinden girip de konuyu kendi hesabına getiremedi.
*Neden öyle oldu Apo?
+Abi bana bir ara vermediler ki, kendileri konuştu, konuyu benim olaya getirmelerini bekledim. Baktık zaman akıp gitmiş, kızı evden aradılar ve dağıldık.
*Vay, gariban Apo’m! Seydi sana bu kadar net bir ortam sağlamış, sen neden bu kadar fransız kaldın ki!
+Abi utandım ya! Ben bekledim ki, Seydi konuyu açsın, iki laf da ben edem dedim, açmayınca olmadı.
*Seydi fırsat verseydi ilk cümlen ne olurdu?
Apo terlemeye başlar, kem-küm-selamünaleyküm.
+Valla rezil olurdum kesin. İyi ki lafa girmedim.

-Abi, Apo üçüncü denemede kesin bir piste konar. Artık yer yüzüne inme zamanı geldi. Sen geldiğinde çok daha fazla yol aldığımızı göreceksin.

*Ulan kardeş, bu kadarına hakim olamazsan sen cennete asla gidemezsin Apo’m.
+Abi gözünü seveyim ne yapmam gerek bana öğretin gurban olurum! Bu yaşıma kadar hiç böyle sıkışacağımı düşünemedim. Orda söze nerden gireceğimi düşünürken tir tir titredim. Bu yüzden kızın yüzüne bile bakamadım.
*Apo’m, ham duranı ham yaparlar bunu bil şimdilik.  Seydi sana kurs versin bir ay sonra geldiğimde neyi nasıl yapacağını öğrenmiş olmalısın; eksiğini tamamlarız.
https://youtu.be/JoSHRJLFHDo

31.5.11

materyalist idealimin şiiri

Has iken hastalandım
Onsekizde pas aldım
Şutlar out olunca
Doktora selam saldım

Selamım baş üstünde
Saçlarım kaş üstünde
Beni Tutana aşk olsun
Ruhum uçuş pistinde

Her aşığa  gül olsa
Gülüşü öpüş dolsa
Akışa fren olmaz
Sevdiğin rehber olsa

“Ruh maddenin yansısı”
Sağlık aşkın kasası
Baharı hissedişim
Moralimin tasası

Baharım tuttu beni
Tuttu da Furutti beni
Başka söze gerek yok
Haplarım yuttu beni
                                                                                      
zihni örer

18.5.11

Sansür kokusu

antisansür
Bizler ne hayal aleminde yaşıyoruz, ne de insanları olduklarından daha iyi hayal ediyoruz, onları oldukları gibi görüyoruz. Bu nedenle insanların en iyisinin bile otoritenin uygulamalarıyla özde kötü kılındığını ileri sürüyoruz. İnsanın insanı yönetmesinden bu nedenle nefret ediyoruz. demiş Pyotr Alexeyevich Kropotkin /Sevgili siyasalbilimci Ayşegül yazmış.

Sansür, ahlakı tıraş etmeye kalkışırken, özgürlüğün derisini yüzen resmi bir eylemdir.
Sansürün soğuk yüzü ürkütür de ondan izocamlı kılıflarla işleme konulur.  
Biber gazı ve jopun erişemediği iletişim kanallarının “erişim”lerine erişilerek Ortadoğu rüzgarının kum fırtınasına karşı koymayı düşünüyor olabilirler.. ama kulağımıza “ahlak kurtarma ayarı” olarak gelmesi matris şifrelemesini akla getiriyor.
 Pazarlama taktiğinin şifresi de kopya ihtimalini güçlendiriyor. Osmanlı torunları olduğumuza göre, genetik kalıtım kaçınılmaz olmalı. Matbaayı 200 yıl ülkeye sokmamanın gen intikali... Basılmamış kitapları toplatacağına matbaayı yasaklamak daha kestirmeydi ama, kör olası internet icat oldu mertlik bozuldu. Ne kötü rastlantı!

Sansürlerin karakteri gizlilik ve sinsilikle eşdeğerdir her zaman. Korumacı gösterilir, altından muhalifsavarlık çıkar.

Bekarlık günlerimizde, birkaç arkadaş ile erotik bir film oynatan sinemaya gitmiştik. Sık tartıştığımız, bize ahlak dersi veren, milliyetçi-mukaddesatçı bir arkadaşımızı o sinema salonunda görünce ve o da bizi görünce, deplasmanda seyircisiz oynayan bir futbol takımı psikozuna kapılıverdi. “Hayrola bu filmde ne işin var senin” diyerek bir gol atma hamlesinde bulundum. Arkadaşımın mahcubiyeti yüzünün renginden okunuyordu. Cevabı da bir o kadar kırmızıydı:
-“Hani siz materyalistlerin savunduğunuz bir teziniz var ya,
e-e-ee?
-Görmediğinize inanmazsınız ya, bu teze dayanarak, erotik filmlerin ahlaksızlığını yerinde eleştirmek için bakıyorum” diyerek, espriye kontratak yapmıştı.

Ahlak bozan web sitelerini tespit edenlerin ahlakı nolacak? Onlara iş başındayken radyasyon elbisesi mi giydiriliyor?

Toplum aile, kadın ve hatta çocukların güvenliği elbette çok önemli. Dert bu ise gerçekten, daha akılcı birçok yolu olmalı. Öncelikle “internette güvenlik” konusu tartışmaya açılmalı. Yanında bir adet de organ mafyasının sempatik yüzünden söz edilmeli. Hatta biraz da 9 yaşındaki kız çocuklara nikahı mübah görme inancından….

Belediyeler ve milli eğitim müdürlükleri, her hafta sonlarında öğrenci velilerine bu konuda konferans düzenleyebilir.
Milli eğitim Bakanlığı, dergi-broşür hazırlayarak, öğrencilere dağıtır ve bu bilgilerin aileler tarafından öğrenilmesi sağlanabilir. Televizyon kanalları yarım saat bu konuya ayrılabilir.
Dumansız hava sahası reklamından daha öte, bilgisayarda internet kullanımı ve çocukları izlemenin teknik yöntemleri öğretilebilir……..

İnsanı en iyi kanun değil, bilgi-bilinç ve olanaklar korur.

Sansür ve sansar kandaşlığı

sansar

Sansar ile sansür sözcük harfleri bakımından olduğu gibi, karakteristik olarak da birbiriyle alabildiğine bütünleşen özelliğe sahip. Sansarlar da sansürler gibi gündüzleri uyuyup geceleri avlanırlar.
Sansarlar özellikle insanların uyudukları saatlerde, gizlice tavuk kümesine dalarlar. Çünkü tavuk, yumurta, kuş sansarların, temel besinleridir. Tavuk-yumurta Burhan Kuzu’ya atılan yumurtaları akla getirir. Öğrenciler nerden bulurlar bu kadar yumurtayı:)
Sansarlar, beslenebilmek için yumurtanın kaynağını kurutmak gibi bir kemirgenliğe sahip ise, sansürcülere atılacak yumurtaların da sansarlarca sansürlenmesi tam isabet.

Sansarların çiftleşme dönemleri Haziran- Ağustos ayları arasında olup, internet sansürünün de 22 Ağustosta yürürlüğe girecek olması Ömer Çelakıllı’ca rastlantılardan biridir. Sansarlar, Mart- nisan arasında 2 ile 4 (2+4=6) yavru yaparlar. 5651 nolu kanunun /6. ispiyon maddesi buna işaret eder.
Ayrıca Sansar’ın pis koktuğu söylenir. Terleyip de uzun süre yıkanmayanlar için “sansar gibi kokuyorsun” denir halk arasında. Sansürün de hangi noktada kokacağını, hangi konuların ahlaksızlık kabul edileceğini kimse önceden kestiremez. Bu yüzden “ya hep ya hiç” metoduyla teslim olmak, internet kullanımından ve vitrinlerdeki kitaplardan uzak durmak en garantili yol olmalı!

Sen öyle San-sür-sen de gitmez bir adım ileri.

26.4.11

Çingene Hayriye gelmiş

Hüsnü Şenlendirici & Vasilis Saleas  düeti.
Hayriye,  sokağımızın bahar müjdecisi.  Kışları İstanbul’da geçirir, her baharda döner Alanya’ya.

Çocukluğumun geçtiği köyde leylekler, yaşama sevincimizi coşturan bir sembol idi; Hayriye de şimdi öyle…

Çapraz komşu binanın yer katında kiracıdır Hayriye’miz. Balkonda kendimi gitar mevzisine aldığımda sanki Hayriye’yi hedef alıyor muşum gibi gelirdi. Görüntü hala da öyle, içerik değil. Ben(deniz) 4. katın camlı balkonunda “kendim çalar kendim dinlerim bir de sevenlerim” iken, O yüksek ses ile,  konuşur şarkı söyler, teyp kasetinden müzik çalar oynar, ziyaretçi yoldaşlarını da  oynatır.

  Monotonluğu mahalle sakinlerinin kibirine gömer.

O, “Hayriye’miz” tabi ki; çıkmaz sokağımızın monotonluğuna çiçek ve güllerimizden sonra, ondan başka rest çeken bir varlık daha çıkmadı  beş yıldır. O’nu çok sevdik….

 Mahalleli sevmedi! "Yüksek ses ile gecelerin sessizliğini parçalara ayırıyor, mahalleyi uyutmuyor" diye 155'i aramışlar.  Uyarmışlar, tehdit etmişler, Hayriye’yi Hayriyelikten çıkarmışlar. Şimdi onu kendilerine (bize) benzetmişler, bir kuru odun parçası gibi olmuş!

Oysa yan tarafımızdaki bahçede bir ağaca zincirle bağlanan bir köpeğin sabaha kadar avazı-ağıdı vardı. Köpek işkence çekiyordu. (Bende video görüntüsü bile vardır). Hiç bir komşunun, o köpeği 155'e şikayet edip de kurtarmak aklına gelmedi. Yakınımızdaki Adliye lojmanlarında görev yapan polise bildirdim de, hatırı sayılır köpek sahibini uyarmışlardı....

Bir yanda Çingene Hayriye-sevmez komşular, diğer yanda kentin köpek-sever yerlisi!

Onurlu bir kadın. Kedi karakteri seziyorum O’nda. Yiyecek için vs. asla boyun bükmez de, insan olduklarını kavrayanlara karşı kedi gibi yumuşak ve nezaket küpüdür. "Rom" çingenecede "insan" demekmiş. Roman sıfatı burdan türemiş. "Biz de insanız" tepkimesiyle çingene imajının kurtarılmasının başka dili....
Kendilerini şikayet edenlerle ve polislerle kavgasını duyduğumda saygım katlanarak büyüdü Hayriyelere.

Hayriye Çingene.
Yüzüne “çingene” diyenleri ikiye ayırıyor, bir kısmına “sensin çingene”, diğer (bana) abi diyor…..

 Çingenelik –özellikle- özgürlüğün ve evrende en egzotik çeşitli yer aramayı kültür edinen  göçebeliğin ve servet egemenliğine başkaldırının simgesi olduğunu söylediğimde, orijinal Hayriye bir anda parlayıverdi yüzüme. Sizi “çingene” olarak aşağılayanların da sizin gibi bir göçebe torunları olduğunu bilin. Siz Hindistan diyarından  bu tarafa gelenlerin, biz orta asyadan  gelenlerin torunlarıyız;  sizden tek farkımız kuruntumuz….

 * * *
asalet yarışı:

Çingene delikanlı bir mühendislik bürosuna iş başvurusu yapar.
 Ciddiye alınıp sözlü sınava çağırılır. Büro amiri alay etmeye kalkışır çingeneyle:
-Hayri hangi fakülteden mezunsun?
-kaldırım mühendisliğinden abi.
-görevin neydi Hayri Bey?
-Kaldırımlarda klarnet çalardım, bahşiş alırdım.
-Peki, burada aynı işi mi yapmak istiyorsun?
-İsterseniz, siz çalışırken, baş ucunuzda çalarım veriminiz  yükselir abi.
-yok yok, sen temizlik işini yap, mesela biz sigara içeriz izmarit atarız, kağıt kırıntılarını atarız, hatta bazen tükürürüz, sen temizlersin;   tecrüben var mı bu konuda?
-He var abi, bizim çadırlarda inekler altına sıçtığında temizlerdim, burada da aynıymış.
/z.örer

* * *

16.4.11

Liberalizmde atış ve satış serbest

Atma Recep Din Kardeşiyiz atasözü özelleştirilmiş.
Atasözleri de mi yağmalanıyo ne!
Soluduğumuz havadaki oksijenin özelleştirilmesine ne kaldı ki şuracıkta!

“Atasözleri ve havadaki oksijen kamunun malıdır, özelleştirilemez” demiş, hayata kalbinin attığı yerden bakanlar. Oysa, kamu sektörlerinin ekonomi bölümü özelleştirilebiliyor da, kültürel bölümü neden özelleştirilmesin!

AKP Genel Başkanı’nın ulusal servetten yararlandırma bakımından, “gri+kara+yeşil” (daha çok yeşil) sermaye sınıfının politikacısı olduğunu düşünmeyenlerin çoğunlukta olduğu biliniyor. Bu O’nun bir ideolojisidir elbette saygı duyulur. Ama ideolojinin karakterini analiz etmek de bize düşer, olup bitenlere bakarak.

Recep, mizah kültürümüzde hep “atan” olarak bilinir. Atmaktaki öznenin “palavra” olduğu da bilinir. “Recep, din ve palavra” sözcüklerinden türetilen “atma recep din kardeşiyiz” deyiminin kökeni tarihte hangi recep için söylendiyse, sanki başbakanımıza da pek yakıştı.

Recep Bey milli görüşçüyken, O’nun (karizmatik ve istikrarlı) radikal-protest bir yanı vardı. Burada yazdığım gibi protest tavır cesaretini daha çok kendi özündeki haklılıktan alır. Ya da ben öyle düşünüyorum. Ancak, Başbakanımız bir, bilemedin birkaç gecede milli görüş militanlığından liberal ideolojinin yürütme makamına sıçrayınca, “Recep”liğinin tüm hünerleri coşmaya başladı. Atmalar karizmayı çiziyor da, haberi olmayanlar olanlardan daha fazla.

 İcraatları klasik ama, tavırları radikal kalmaya devam ediyor yeni kariyerinde. Sanırsınız ki karşısındakiler hükümet, kendisi mağdur ve masum bir muhalefet. İşte burada sırıttı söylenen ile anlaşılmayan arasındaki farkın çelişkisi.

Grafik ile düşünelim:

Şekilde AKP Genel Başkanı, frekans (sinyal) kaynağı konumunda gösterildi. Devamında, ayırıcı (siplıttır) , modem, telefon ve bilgisayar var.

Çalışması şöyle: Ptt telefon hattından gelen kablo ayırıcının girişine bağlanır, iki çıkıştan birisi telefon makinesine, diğeri internet modemine girer. Ayırıcının görevi, ses ile ses+ görüntüyü ayırarak, paraziti önlemektir.

Tezimiz şudur: Recep T. Bey ile Türk halkı arasına bir Siplitter konulduğunu düşünelim; söz ve tavırları toplumun hangi kesiminin nasıl algıladığını görelim.
Başbakandan gelen sinyali ses olarak algılayan kesim, büyük oranda muhafazakarlardır (telefon makinesi gibi). Telefonun sesini, salt melodi biçiminde algılayan “cemaat ruhlu” muhafazakarlar için anlamdan çok yankı önemsenir.

“Ses+görüntü”yü birlikte algılayanlar ise, kemalist ve sosyalist devrimciler (Modem gibi).

Modem ses ve görüntüyü bilgisayara aktararak, bilgi haline getirdiğinde, sözlerin ve vaadlerin (görüntünün) anlam kalitesi (gerçeğe mesafesi) ölçülmüş olunuyor (diyalektik ya da dijital algı).

Birkaç örnek ile tezimizi olgunlaştıralım.

Toy gençliğimde, Milli görüş davasında emeği olanlardan biri olarak biliyorum ki “demokrasi şeriata giden yolda bir araç” olacaktı. Bu durumu, düşmanın silahıyla silahlanmak” hadisiyle izah ederdi o zamanki “büyüklerimiz” Bunu ben ve bütün milli görüşçü camia böyle bilir. Aşkta ve savaşta her yol mübah ise, alın size bir değiştirme mübahı. Recep T. Bey F taktiğiyle, “...şeriata giden yolda” kısmını “atmış”. Atış-1

Ünlü van minıtı arap ve türk cemaat tayfası, telefon melodisi gibi algıladı, İsrail ile sürdürülen gizli ilişkilerin (askeri bölümde) içeriğini merak bile etmediler.

Devrimci kesim ise van minıtı Modem gibi algıladı. 19 insanın öldürülmesiyle sonuçlanmasını ya da etik bir diplomasi dili olmadığını düşündü. Öfkeyle yatan zararla kalkar” özdeyişini burada da çöpe “atmıştır” Atış-2

Türkiye’ye Fransız kalan adama seçim öncesi bir salvo daha atmak istedi, taraftarları yine transa geldi. Ama adam Türk kökenli çıktı, o da boşa “atılan” bir adım oldu. Atış-3

YGS şifresi savunmasından tatmin edenler tatmin olmadığını sonradan itiraf edince, başka ülkelerde Bakan düşüren olayların, bizde bitini dahi üzerinden “atamadığını” görüyoruz. Atış.4

Cemaat tayfası ekonomik büyüklükte dünya bilmem kaçıncısı olduğumuzun sadece tıngırtısını duyarken, devrimci tayfa fiyaskoların ayrıntılarına kafayı takar. Görülür ki, gerçekler ayrıntıda gizli. Önemli olanın büyüklüğü değil, fonksiyonu olduğunu bir kenara “atmış” olduğu görülüyor. Atış-5 (Bu konu ayrı başlıkta incelenebilir).

R. T. Erdoğan Milli görüş İl başkanı iken,“önce maneviyat” sloganıyla yola çıkmışlardı.
Politika yaşamlarında edindikleri servet miktarının, hiçbir ekonomi prof.un “beceremeyeceği” miktarda olduğu söyleniyor. “önce maneviyat” diye manşet “atıyorlardı” -Atış-6

Kısacası, liberalizmde satış kadar, “atışlar” da serbest.

Seçim öncesinde tamamen yoksulcu görünen Politikacıların karakterine yansıyan kültür kökeni kolay formatlanamaz.

Mutlu bir toplum olabilmek için kendimize reva (layık) gördüğümüz talep düzeyi önemlidir. Düşük düzeyli yaşamayı kendimize layık görürsek, mesajları melodik ses gibi algılarız, kulağımıza hoş gelirken, karnımız aç kalır da, kaderden sayarız sonra. Kurulan tuzakların farkında olamayız.

Kendimizi daha iyi koşullara layık görürsek, içerik ile ilgileniriz. İçerik ise, ideolojilerin markasında gizli, atmasyonlarda değil.

13.4.11

türbandan kurban olunca

Başın içi gibi dışı da örtülüydü bu dünyaya.
Örtü gizleyen demekti, örtünen de gizlenen…
Örtünün üç tür ağırlığı vardı durduğu yerde;
-cinsiyete her an bir bakış saldırısı korkusu,
-saç tellerinin en dipten kırılarak, yönünün değiştirilmesinin ağrısı;
-hücrelerinin D vitaminine, ondan da önemlisi özgür düşnmeye kapatılması.

Bu ağırlıklar altında terlemek kaçınılmazdı. Bir rüzgar esti o gece; teri soğutmak mı, örtüyü savurmak mıydı niyeti? Yoksa rüzgar “laikçi” miydi? Kim bilir…!


oooyy anam oy! (12Haziran için)

7.4.11

çatlamış ar damarın ideolojik rengi

“Akacak kan damarda durmaz” derler, öyleyse ”ar damarı çatlamış”ların kanı neden tükenmiyor?
“Harici kan ile besleniyorlar da ondan”….
Ar damardan kaçan kan ahlak ve etik değerleri de birlikte götürürken, yerine başka emeklerin kan ve ürünlerini devşirirler. Maddi olarak daha da güçlenirler ama, maneviyatları batar. Maneviyatları battığından “maneviyat ticaretini” politik amaçlarına harç yaparlar. Harç, birkaç hamle sonra “haraç”a dönüşür de, enayi tayfası hiç farkında olamaz.
Liberal karmaşada oyunun asıl kuralı budur.

Biraz, tıp kapsamında ahkam keseceğim izninizle.

Kan debisinin dengeli olma durumu, insan psikoloji ve fizyolojisinin sağlıklı olduğunun göstergesi sayılır.

Kalbin çakraya (belki de üst beyine) ilettiği kan, nöronlarda kimyasal madde salgılanmasına neden olacağından, oradaki pozitif enerji, duyguları biçimlendirir ve aklımızı tetiklediğinde, kendi davranışımızı (özellikle haksız tutumumuzu) sorgulamaya başlarız. Böyle bir durumun tek sözcükle ifadesi “utanç” olarak bilinir; bir çeşit vijdan muhasebesi, yani “soğuk terleme” hali.

ar damarı çatlamak; “utanç duyulacak şeyleri hiç sıkılmadan yapar olmak” diye tanımlamışlar. Kan basıncının yetersiz olduğu (hissizlik) durumunda kişi, -evrensel etik ölçülere göre- işlediği suçtan dolayı ya farkındasızlık-uyuşukluk yaşar, ya da (suç işlemede fazla tekrar yaşanmışsa) bağışıklık sistemini güçlendirir ve tepki gördüğü ve göreceğini umduğu anlarda “hiç bir şey olmamış gibi” davranmayı bir tiyatro oyuncusu ustalığında sergileyebilir. Kişi arsızlıkta profesyonelleştikçe, “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” deyimi tam da böyleleri için “huy markası” haline gelir....

Ar damarı çatlatmayı göze aldıran tutum, ego çılgınlığı yani, kısa yoldan çok kazanma ve boyundan büyük mevkiye sıçrama tutkusundan başka ne olabilir?

Ahlak konusunda çok iddialı ve bir o kadar da egemen olan, aynı zamanda toplum çıkarını kontrol eden fikir, inanç ya da siyasi organizatörler vardır. Onların pratiklerini “ar damarı” kapsamında sorgulayabilmek biraz “protest huy” ister. Protestçilik riskli bir misyondur. Tüm cesaretlerini özenle korudukları ar damarlarından alırlar. “Protest huy” ile “yavuz hırsız” tavrı şekil olarak benzeşebilir ama içeriğinde etik fark vardır ki, birbirinin cepheden rakibi, hatta düşmanıdırlar. Bir yürekte her ikisinin birden barınması imkansızdır. Protest huy derinden gelir ve kullandığı enerji tüm hücreleri titretirken; “yavuz hırsız sesi” çürük tenekenin yankısını andırdığından birkaç hamlede omurgasız bir tepkime olduğu anlaşılır. “Yavuz hırsız” deşifre edildiği halde gürültüsüne devam ediyorsa, o “arsızlık patenti” hakkını kazanmış olur.

Köle ruhluluğu kanıksayanlar ve mürit karakterliler genellikle ar damar testi konusunda yeteneksiz, ya da isteksizdirler. Böyle toplumda kullanmayanın demokrasisini ve genel haklarını kullananlar (çok kolay anlaşılacağı gibi), arsız takımıdır. Başkasının ortada kalmış demokrasisini kullanmanın ideolojik adı, liberal demokrasidir. Liberal girişimciler, böyle bulanık havayı öyle severler ki, fırsat-ganimet kapsamında, “serbest piyasa” kuralının tüm verilerini “ar damar” kompleksiyle yatırıma dönüştürürler. Böyle tablolarda çoğunluğun oy ve emekleri, arsızların çıkarına yönlendirilmesi kaçınılmazdır. Hep “huzur ve barış” isterler, ahlaktan çokça söz ederler….
Lügatte “ahmak, enayi” diye bilinen kitlelerin üzerine kurulan bir parti, kooperatif, dernek gibi örgütlerin (çoğunun), çatlamış ar damara tutunmadan çoğunluğun desteğini sürekli alması, “eşyanın tabiatına aykırı”dır.

Çıkar çelişkileri süreklilik arzedipte tavan yaptığı bir yerde, katıksız itaat başka türlü nasıl izah edilebilir?

Ar damarı çatlayanın ter damarı çatlamaz.
Bu yüzden nah utanırlar,
tükürükleri yağmur sanırlar.
z.örer

Bir sonraki yazı konusu “ar damarı süzgeciyle, kadın hakları”.

24.3.11

Blogger yasağında suç ve ceza kavramı

Eskiden sendikalar kapitalist rejimin güvenliği bahanesiyle, egemenlerin korkulu rüyasıydı; onu "liberal operasyon" ile hallettiler. Günümüzde sosyal medya sendikaların yerini almış gibi görülüyor. Ve onun da icabına bakıyorlar.
YouTobe yasağı, telefon ve msn dinlemeler, kitap yasağı, Blogger yasağı...vs.
İşin tuhaf yanı,  işlemediğim bir suç için  yasaklı olmak! Komşu elektirik faturasının borcunu ödemiyor diye mahallenin elektriğini kesmek gibi...
Örnek, Bu Siteye erişim yazarı tarafından taa 2007 yılında  (terkedilerek) engellenmişti. Belki şifresi bile kayıp... Kapalı siteye bir yasak da mahkemeden gelince, bana göre çifte sabıklı site ünvanını aldı ve biraz da mizahlık durum oluştu..

Ölüye kurşun sıkmak denir buna.

Evet, Blogger bizim mülkiyetimizde olan birşey değil. Bu yüzden bir hak iddiasında bulunamayız. Çünkü direk bir bedel ödemiyoruz. Ancak, Bu bloggeri kullanırken, bize bu hizmeti sunan kurum ile (ücet edemiyor  olsak da) bir sözleşme imzalamışız.  Bunu bize sunmuş olanların bu işten aldıkları maddi bedel, bizim sayemizde dolaylı olarak gerçekleşiyordur.
Burda insanın gururna dokunan şey, "yasakçılık zihniyeti" ve işlenmeyen suçtan dolayı ceza almayı kanıksatmaktır.
Blogger yasağı Cumhurbaşkanı Gül'ün de gündeminde. Bu konuda çok sayıda mesaj aldığını söyleyen Gül, sorunun çözümü için gereken girişimlerde bulunacağını duyurdu.


"Mısırlı gençler, sosyal medyanın gücünü o kadar etkin kullanmışlar ki eski yöneticilerin tedbir almasına bile fırsat kalmamış


-Bu olayla bir kez daha şu kanaatim pekişti: İletişim teknolojilerinin eriştiği bu güç karşısında hiçbir kapalı rejimin uzun vadede ayakta kalması mümkün değil"


demiş Cumhurbaşkanımız  Abdullah Gül

Cumhurbaşkanı, "Korkunun ecele faydası yok" demek istiyor olabilir mi?
Ya da AKP rejiminin yasaklarını...? Kafam karıştı biraz!

 İcraat değil ama cesaret kapsamında da olsa doğruları söyleyebilmek, takdire değer.
Rejim açısından işin asıl püf noktası,  yasakların uygulamada kalması ve prova edilmiş olmasıdır.  Cumhurbaşkanı'nın karşı olması kariyer tamiratından öte gitmiyor. Yoksa böyle karmaşaları önleyecek yasa beş dakikada çıkardı....

17.3.11

Doktorlar ve “Ter-for-mans” kriteri


bu ışıkta amaliyat olur mu?
Doktorlar ve “Ter-for-mans” kriteri

Ter-formans diyorum çünkü, sağlık çalışanlarına uygulanan performans ölçümünün “ter” ölçmenin dışında bir işlevinin olmadığını anlatmaya çalışacağım.
Bu konu bizi uzunca bir “emek-değer” ve artıdeğer teorisine götürse de, konuyu fazla dağıtmak istemiyorum.

14 Mart, “Tıp Haftası”nın başlangıç günüydü.
Böyle “günler”, bir şeyleri hatırlamak ve hatırlatmak için seçilmiş kırmızı renkli sinyal lambasını andırsa da, Hükümetin AKP ampulü nün yanında sönük kalacağı kesin. Doktorların isyanı bu küçük sinyal ile anlaşılmazsa “grev alarmı” vermeye hazırlanacaklar.

Sağlık çalışanlarının bu tepkileri hükümet ve “hastane müşterisi” cephesinden balkılınca,
“sıkıya gelemiyorlar” anlamı öne çıkıyor.
S. Çalışanları cephesinden bakılınca, "uygulama yöntemi ile amaç" arasındaki çelişkinin vatandaşa ve mesleki gelişime daha çok zarar verebileceği….

İşletme eğitimi alan ve doktor adayı babası, aynı zamanda sağlık politikasıyla geçmişte cebelleşen biri olarak konuya objektif yaklaşmaya çalışacağım.

Kamu yönetimlerinde performans güdülemesi gibi bir gelenek çok uzun zamandır yoktu. Liberal hükümetlerin şirket yönetme yöntemlerini kamuya da uygulamaya koyma girişimleri, (AKP ile) yeni sayılır.
Kamu kurumlarında iş ahlakının vatandaşa “illallah” dedirtecek yıllarını çok yaşadı ve yaşıyor bu toplum. Seksen yıllık Cumhuriyet tarihinde ilk on yılı ve eğitim alanında Köy Enstitüleri dönemini bir kenara koyarsak, geriye kalan zamanda Avrupalıların kalkınmışlık hızı bizi kıskandırdığı kadar utandırıyor da. Bu anlamda baktığımızda hükümetin rüzgarı ardına aldığı söylenebilir.

“doktor-hasta (ve yakınları)” arasındaki buzlu ilişkinin, hükümet tarafından siyasal hamleye dönüştürülmesi kaçınılmazdı. Konunun içeriği AKP’nin oy tabanı tarafından tam olarak anlaşılmasa da, olayın çerçeve görüntüsü Hükümetin tezini güçlendiriyor gibi.
Liberal politika böyle bir şey; fırsatları ganimete dönüştürme sanatı.

Mevcut hükümetin öncülerinin ideolojik derinliğinde “cumhuriyet-osmanlı” rövanşlaşmasının olduğu bir gerçek. Bu yüzden tüm cumhuriyetçi kurumlarla çatışmasında, halkın masum beklentilerinden yararlanması da –haklı olarak- kaçınılmaz.

Ancak, çerçevenin içini okumadan, ortadaki sorunun asıl sorumlusunu ve çözüm yollarını bulması zorlaşacaktır. Böyle olunca, hükümetin özellikle aydın çevrelerle girdiği düellolarda etik olarak yenik çıksa da, politikanın demogojik tutamağı rüzgarı tersine çevirmeyi sağlayabiliyor. Tanığı olduğumuz tarihte bunu en iyi becerenlerden biri S. Demirel iken, ikincisinin –birazcık mimik tarzı farklı olsa da- Tayyip Erdoğan olduğu söylenebilir. Yazı uzayacak, konuyu dağıtmayalım evet.

Ne diyorduk,
Performans programı bir çeşit “emek güdülemesi” anlamına gelir. Performans ölçümü bildiğimiz işletme-şirket faaliyetlerinde üretimi ve kaliteyi artırmak amacıyla, o iş yerinde bütün çalışanların ilgi-bilgi ve özverisini devreye sokmayı amaçlar.

 Performans Yönetimi nin İşletmeler kategorisinde, kısaca ana ilkeleri ve amaçları şunlardır:

Organizasyon amaçlarının gerçekleştirilmesi, bölümlerin ve bireylerin tamamının katılımına ve
dengelenmiş hedefler doğrultusunda iyi performans göstermelerine bağlıdır. Kuşkusuz, asıl amaç
organizasyon başarısının/performansının sağlanmasıdır.

1- İş dünyasındaki gelişmelere ayak uydurmak, iç müşteri kavramını yerleştirerek takım
çalışmasını geliştirmek, müşteri odaklı bir kültür yaratmak ve sürekli gelişme felsefesine katkı sağlamak
2- Örgütün yakın gelecekteki vizyonunu sağlamak ve arzu edilen örgüt kültürünün gelişimine katkı sağlamak
3- İşgücü planlaması için personel envanteri hazırlamak, organizasyonel ve kişisel hedeflerin
entegrasyonunu sağlayarak, iş ilişkilerini geliştirmek ve öğrenen organizasyon felsefesine katkı sağlamak
4- Yılda bir kez sübjektif değerlendirme yerine, yıl (dönem) boyunca sürekli ve objektif bir
değerlendirme ile çalışanların zayıf veya gelişmeye açık olduğu yönleri ile kuvvetli olduğu
yönlerini belirlemek, yeteneklerini geliştirmek, iş memnuniyetini arttırmak, yaratıcılıklarını ve tüm potansiyellerini kullanma olanağını sağlamak
5- Çalışanların şirket hedefine katkıları oranında ücret, prim, ödüllendirme, onurlandırma,
cezalandırma, gelişme, terfi, nakil ve eğitim, vb. insan kaynakları sistemlerine bilgi (girdi) sağlamak

Performans değerlendirmenin amaçları böyle iken, doktorların itiraz ettiği durumlar dikkate değer.
İlk başta, “bireylerin tamamının katılımına” diye bir ilke var ki, Tabip Odalarının görüşü dahi alınmadan oluşturulan performans kriteri baştan ölü doğmuş oluyor.

1. Maddede belirtilen “müşteri odaklı” yaklaşımın sağlık politikasında hastaya en büyük kötülük olacağı… yoksuldan müşteri olursa, “paran yoksa performans ne işe yarar”! dedirtiyor insana. Bu programın ileride hastaneleri tamamen özelleştirmeye hazırlama programı olduğu iddia ediliyor.
2. maddede “örgüt kültürün”den söz ediliyor. Doktorların dikkat çektiği durumun odak noktası tam da burası. Performanstan beklenen sadece çok sayıda hasta vizit ise, sürekli (pahalı) yenilikleri izlemesi gereken tıp camiası örgüt kültürünü ne zaman geliştirecek? “Az vizit az para çok vizit çok para” ise, kalite bunun neresinde?
3. maddede “öğrenen organizasyon” kavramının zaman-vizit ilişkisiyle sekteye uğrayacağı.
4. maddede “iş memnuniyetini ve yaratıcılıklarını arttırmak”.
Doktorlar diyor ki “hükümet bizi böyle hadım ediyorsun, hükümet diyor ki çok çocuk isterim”.
5. Mddede “onurlandırma”dan söz ediliyor. Bir iş yerinde arkada kırbaç ile ve ön tarafta bir tutam ot ile sağlanacak onurlandırmayı doktorlar yutmaz gibime geliyor.

Görüldüğü gibi, performans amaçlarından beş maddelik özetin içeriği delik deşik bir su bidonunu andırıyor.

Bu konu, HİPOKRAT “SÖZ”VERİSİni eklemeden eksik kalır:

"Tıp fakültesinden aldığım bu diplomanın bana kazandırdığı hak ve yetkileri kötüye kullanmayacağıma hayatımı insanlık hizmetlerine adayacağıma insan hayatına mutlak surette saygı göstereceğime ve bilgilerimi insanlık aleyhine kullanmayacağıma mesleğim dolayısıyla öğrendiğim sırları saklayacağıma hocalarıma ve meslektaşlarıma saygı göstereceğime din, milliyet, cinsiyet, ırk ve parti farklarının görevimle vicdanım arasına girmesine izin vermeyeceğime mesleğimi dürüstlükle ve onurla yapacağıma namusum ve şerefim üzerine yemin ederim."

Kalitenin, ne yem ile ne de yemin ile olmadığı milletvekillerinden de anlaşılabilir de.....

Öyleyse  BU YAZI hükümetimizin liberal ideolojisine kapak olsun.


zihni örer

7.3.11

kadın onuru ve portakal

 KADIN ONURUnun matematiksel ifadesi =Kadının özgürlük talebi/Tacizciler+sapıklar+töreciler+maçolar ve bütün eşitlik karşıtları)


Pay kısmındaki  değer büyüdükçe kadın onuru artar. Paydadaki değerler büyüdükçe kadın onuru azalır. Paydadaki değerlerin değişmesinde erkek cinsiyetinin feodal kültür etkisi kadar, kadın toplumunun genel olarak nesil yetiştirmedeki yanlışlarından ve eksiklerinden de kaynaklanabilir. Saldırıya maruz kalan kadın açısından onur değişimi olmaz, ancak toplumsal algı ve moral bakımından olumsuz etkiler.

 Hayatı eşit paylaşmak huzur ve mutluluğun kışkırtıcı nedenidir…
Valla doğru söylüyorum, inanmıyorsanız bir de BURAya bakın


1 Ara 2007 tarihinde yüklendi/Kadir Binici

inadına sevgili



5.3.11

teşekkürler Sabahattin Hocam



Okuma Odası
27 Ekim 2017 Cuma
SEZİ-YORUM / Zehni Örer
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh7qZ4oJvPqbLiUv7RzC8l5y56MTx8oAzWFEKt1TU13CkqEIy-s4Ebn3KB1kN_nc29yKVfCndAJ7ZDbHCEB1zGi_ggb1km9XphW471WhUA2Rg1wzzyzxA5Rdaocem8d36fHcnD8IA/s640/Yeni+Resim+%25284%2529.png
SEZİ-YORUM/ Edebiyat-felsefe-ekonomi-politika-müzik...

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s400/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

Merhaba,

Sezi-Yorum blogundayız şimdi.  Burada hem sezecek hem de yorumlayacağız.

Sezmek nedir biliriz; ama hatırlatalım yine de:

Sezmek: 1.Açık bir belirti olmadığı halde, olmuş ya da olacak bir şeyi içgüdüsel olarak kestirmek, duyumsamak. 2. İçgüdüsel olarak anlamak, fark etmek.

Anlayacağınız öyle kolay değil sezmek. Ama Zehni’nin blogunda sezme işinin kolay olduğunu göreceksiniz. Çünkü yazdıkları, belirtiler de veriyor, ipuçları da... Yani farkı fark edebiliyoruz.

Yine sözlüğe bakarak yorumun ne olduğunu öğrenmeye çalışıyoruz:

Yorum: 1. Bir yazının, bir sözün, bir metnin ya da bir yapıtın anlaşılması güç yönlerini açıklayarak aydınlığa kavuşturma, belli bir görüşe göre açıklama.
2. Bir olayı belli bir görüşe göre değerlendirme, açıklama.

İşte, bu zor...  Öyle, “eline sağlık, kalemine ve gönlüne sağlık” diye yazmakla sıyrılamayız bu işten. Hele belli bir görüşe göre aydınlatma?

 Zehni’nin yazıları belli bir görüşe göre aydınlatılabilseydi keşke... Ama merak etmeyin, bizim yapamadığımızı kendisi yapıyor. Yani yorumluyor da. O kadarla da kalmıyor çözümler de üretiyor.

SeziYorum

Blogun özelliklerini anlatacak yerde sözü dolaştırıp duruyoruz. Eee, kolay değil bu. Edebiyat-felsefe-ekonomi-politika-müzik.. kısaca her şey var bu blogta. Hangi birinden söz edeyim. “En iyisi kısa kes de blogtan seçmelere geçelim” diyenleriniz de çoktur ihtimal. En başta da  Zehni, kısa yazmamı ister. Bunu nerden mi anladım?

Zehni Örer şöyle diyor bir yazısında:

         “Hani bir söz vardır büroların duvarına asılır:

"ziyaretin kısası makbuldür"

bunun üzerine, "yazının kısası makbuldür" diyelim de kendimize haklılık payı icat edelim.

Uzun yazmak benim de normal tarzım değildir aslında da... Bazı kısa sözler, keskin bıçağa benzer.

Ama bu demek değildir ki, uzun yazılar kötü! Asla... zaman bulmuşsam, zevkle okuyorum uzun yazanları.”[i]

İşte, benden de keskin bıçağa benzer bir söz:

Zehni Örer’in   her satırının hatta her kelimesinin altında irdelenmesi gereken düşünce ve duygular da saklıdır.

Saklı olanları bulmaya çalışalım mı?

Haydi, kolay gelsin.

Sabahattin Gencal (Emekli Öğretmen)




[i] https://zihniorer.blogspot.com.tr/2006/08/sanatn-tkrld-yer_06.html

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s400/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjLiuChir_GBcQ4iez3EBgJStbIEN5QGql3amdR333zMrSCwgasx9ova_35KSu8yxIWwANJ7n8RkBqmlhr85qYEcJBpH86TcGzG8jEFmw9gKHiD44LIfBD-haoptzyZz6B0PhdSMQ/s1600/%25C5%259Fevket+y%25C3%25BCcel+1930-+2001.jpg
Şevket Yücel-1930-2001  

12.2.11
bir sevgi adamı'nın suçu
    
"Yazar öğrencisi" olmanın tadında bir duygu ki, hafızamda iz bırakan -Ziya Şirincan'dan sonra- ikinci göz ağrımdı O. Diyarbakır Köy Enstitüsü mezunlarından Şevket Yücel.

Yerleşik ve küflenmiş ufkumu böbrek taşı gibi yerinden oynatan ilk etkendi O'nun farklı duruşu. Yan sınıflara taşan gürültüye aldırmadan ders anlatmaya devam edişinde bir giz vardı. Derste anlattıklarını dinlemeleri için öğrencilerini uyardığına hiç tanık olmamıştım. "Eti babanın, kemiği öğretmenin" olan eğitim klasiğinin, istatistik sonuçlarına karşı bir tavırdı sanki. İlkokulda cetvel darbesinden şişen parmak uçlarımızın acısına karşı bir pansuman gibiydi. Bazen tavana, bazen karşı duvara bakardı anlatırken. Çoğunlukla benim ve iki arkadaşımın sırası yanında, periyodik aralıklarla, dakikalarca ayakta durarak ders anlatışında bir giz mi vardı?

Bireyin günlük tükettiği elektrik ve su miktarı
uygarlık ölçüsü sayılıyor da,
öğrendiğimiz, ürettiğimiz
ve
 tükettiğimiz bilgi miktarı
neden uygarlık ölçüsü sayılmasın.
Zehni Örer

27.12.10
Zaman ve Biz
Astronomik yılbaşı bizi bir türlü uyduramadı kendi kuralına. Yılbaşı kutlamamızı gerektiren zaman dönümü tanıştığımız yılın ilk günüydü de ondan.
         Sayısal  zaman kenardan köşeden ilişse de bazen saç tellerimizin rengine, belki biraz da göz kapaklarımızın perdesine, henüz teslim olmamanın heyecanı, yatay düzleme onbeş derecelik  yükselen açıyla seyrediyor. 

Sevgililer güneşin batışını, bir günün daha kayboluşuyla  değil, renginin kızıllığıyla aşklarının örtüşmesi ve bir sonraki günün taze bir başlangıcı olacağıyla özdeşleştirirler,  Yılların bir bir gidişini de öyle.
         Hayat suyunun yavaş yavaş çekilmesine “yaşlanmak” derler genellikle.
Biz “Yaş”lanmaya  sözcüğün öteki ikizi ve varlığımızın kökeninde atıl duran yanından  bakanlardanız, “ıslanmak” gibi… 
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiEtsNiIPKYQGv5_CUZzazBObmgm20LXhXjbHQR4F3qiJU4na1Rv95asySK4z9Egr88IIg9ztvSvMuzw0S_5ebMub-H-bvebBFjrNZJd-6hjvgQey-IRRZ83A8tAllt9J2-4w6A6g/s640/Ads%25C4%25B1z-crop.png


  19.10.10

Müziğin Sekiz Rengi
İnsan, hem maddi hem de manevi yapısından dolayı her iki özelliğin de çeşitli derecelerde doyuma ihtiyacı olduğu bilinir. Bu dünyada temel maddi ihtiyaçlar öncelikle güvenceye alınmışsa, ruhun da doyum gereksinimleri belirli basamaklarda ortaya çıkmaya başlayacaktır. Renkler ve melodik sesler bu ihtiyacın giderilmesinde ana öğe olarak, hayatımızdaki anlamı güçlendiren ve zenginleştiren önemli bir değer olmalı.
Güneş’in “8” rengi “8” notada sayı olarak rastlantı mıdır, yoksa mucize mi? Bunu biz değil ancak  Ömer Çelakıl-lı bilir:)
(...)
Renk, Işığın cisimlere çarptıktan sonra yansıyarak görme duyumuzda bıraktığı etkiye deniyormuş.
Müzik ise sesin kulağımıza çarptıktan sonra yansıyarak beynimize uğrayan ve oradan ruhumuzda estetize olan etkiye denir.


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhHxgv7Ll95lzuPxYwyInsEhKooX7tcqSVs6yZwIJF5zbq6mwua6u-u8Yepi44SrTzaFP_VvsUyabbypEz5KXxvNAP13oqMtNQyu_jrlyutvxQEnWNCcXa-0q3QLxAqFoqVOoMQ0g/s320/photo.jpg
Zehni ÖRER

Zehni ÖRER, K.Maraş doğumlu. 11 yaşına kadar aile çatısında köy çocuğu, sonrasında seyyar ikamet ile kentli yaşamını sürdürmektedir.

ODTÜ Gaziantep Mühendislik Fakültesi (mezun olduktan sonra Gaziantep Üniversitesi oldu) Elektrik ön lisans, AÖF İşletme lisans mezunu.

Yazma tutkusuna, Orta okul Türkçe Öğretmeni (Dicle Köy Enstitüsü ve Ankara Gazi Eğitim mezunu),  yazar Şevket Yücel’in öğretileri ve motivasyonu etkili oldu. Endüstri Meslek Lisesi okul gazetesini yöneterek ve yazarak, yazı hayatı ivme kazandı.

 İlk makalesi 17 yaşında, “Dostluk” başlığıyla, Osmaniye Cebelibereket Gazetesi’nde köşe yazısı olarak yayımlandı.
"Hatay Gazetesi", "Hatay Ses Gazetesi" ve "Ekovizyon Dergisi"nde yazdı. "Hatay Olay" ve" çizgi üstü Bakış Dergileri"nde genel yayın yönetmenliği, dergi kapak tasarımı ve yazarlık yaptı. "Haber Alanya Gazetesi"nde 1 yıl "bence" köşesiyle yazdı. İnternet ortamındaki çeşitli platformlarda yazmaya devam etmektedir.

  2013'ün Son Baharında (paralı)  iş hayatına son verdi. Yarım asırlık ömründen damıtarak biriktirdiği, hayata dair  gözlemlerini kitap olarak yazmaya başladı.

"Amele Mektebinde Soylu Rüyalar" Anı-Öykü kitabı, Öğretmenim Dergisi Yayınevi tarafından 2015 Ekim'de "Nar Kırığı" romanı da 2017'de , "Çarıklı Aşıklar" romanı 2018 Aralık'ta yayımlandı. "Aşk Sanığı" öykü kitabı yayına hazırdır.


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

6.8.06
sanatın tükürüldüğü yer

Hayata, 4 farklı bakış paradigması olan insan vardır:

·        İki buçuk kuruşun deliğinden bakanlar (erdemliliğin bile ölçüsünü para olarak görenler)
·        Bacak arasından bakanlar (sexomanyaklar)
·        Renkli camdan bakanlar (hayalperest ve yoksul milliyetçiler)
·        Sade göz ile bakanlar (gerçekçiler, doğalcılar)

... Göz ile bakmak bakan kişiye göre her zaman değişecektir, 
gerçekçilik bile içinde öznel bir öğe barındırmak zorunda kalmaktadır.


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

Amele Mektebinde Soylu Rüyalar ile ilgili görsel sonucu
Amele Mektebinde Soylu Rüyalar

"Bu kitap, İnsan geleceğini etkileyen mikro faktörlerin, genel kaliteye yansımasını konu edinir. Hayatını kurmak isteyen az gelişmiş herhangibir ülke insanının hilesiz, torpilsiz, desteksiz mücadele ederken, karşılaştığı yapay ve doğal zorluklara ve görünmez ayrıntıların neye mal olduğuna dikkat çeker. Bu kitap, 41 ara başlık altında yaşanmış, hissedilmiş, sıcağı sıcağına kendi kulvarında tartışılmış, tanıklıkların öyküsüdür. Bu kitapta, mizahı, hüznü, acısı, felsefesi... kısaca hayatın içi ve en azından ortalama birey olmanın mücadelesi vardır."
(Tanıtım Bülteninden)
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

20.11.06
hayat

Düşünün ki bir ağaçtır insan,
kökleri DÜN,
gövdesi BUGÜN,
dalları YARIN olsun.

İnsan ki
en az bir ağaç kadar PANİKSİZ olsun.
z.ö.



7.12.06
ÖZGÜRLÜK HAKKINDA
Motoru: beyin,
yakıtı: bilgi,
yolu: kolektif yaşam alanı,
hızı: kültürel cesaret ve estetiği
olan "özgürlüğü" herhangi bir yol aracına benzetirsek, 

ONU VERİMLİ KULLANABİLMEK İÇİN:?



EHLİYET GEREKLİDİR.

Ancak, ehliyet verilmez, 
alınır.

16.3.07
"BLOG" VE GÜNÜN YAZISI
"Blog",  günlük tutma anlamına gelirmiş. Günlük tutmak bir anlamda kişinin kendinde olup biteni topluma yansıtmasına ve kişiliklerin en özgün yanıyla sunulmasına yarayan, toplumsal orkestranın melodik ritmini belirleyen bir fırsatlar teknolojisi.
Kağıt ve daha ötesinde ağaç katline giden yolun önemli oranda kapanmasını sağlayacak bir elektronik devrim gibi... profesyonel yazarlığa atılacak adımların ilk basamağı ve kitap basımevi lobilerinin de bir anlamda kaprislerinin kırılmasına yarayan fırsatlar bütünü.
Günlük hayata dair sosyal paylaşım, haberleşme,  amatörce ve maliyeti en düşük çapta topluma kendinden birşeyler katma fırsatı... velhasıl blog kısaca var olmanın  mikro fırsatı olarak topluma kendinden bir şeyler katmayı kışkırtan bir araç olarak bakabiliriz.

*
7.8.07
Sosyete Çevreciliği
Özel şirketler kârlarını, çevrenin ve hayatın genel kalitesinin bozulması pahasına kamu maliyetine yansıtmaktan kaçınmazlar. Hendelson’un yazdığı gibi onlar bize pırıl pırıl parlayan tabaklar ve çamaşırlardan bahsederler. Ama pırıl pırıl nehir, göl ve denizin bir bir elden çıktığını söylemeyi unuturlar, nedense. (f.Capra)
*
12.8.07
Mutluluk

Evrende zıtlıklarla var olan olgulardan biri de mutluluktur.
(...)
Mutluluk, performansı artıran etkenlerden biri olduğundan, üreteceğiniz değerin hatta etrafa yaydığınız pozitif enerjinin de kaynağı olabilmektesiniz.
Mutluluğun kaynakları nedir o zaman?
·        Başta güzellik?
·        Para; yani maddiyat?
·        Seks?
·        Beslenme?
·        İktidar?
·        Bilgi birikimi?
·        Cahillik?

23.8.07
SEVGİLİ İLİŞKİLERİ
İki erişkin (genellikle) zıt cinsin libido etkisine ve hayatın zor koşullarına karşı birlikte direnme-dayanışma-güven isteğinden doğan, özel sırlarının dahi rahatlıkla paylaşıldığı sıcak yakınlaşmanın adıdır.
İlişkinin asıl kökeni maddi-fiziksel gereksinimler iken, ilişkiyi tadlandıran ve yararlılığa yönelten maneviyat dediğimiz üst yapı mayasıdır.
         (...)
“Azgelişmiş” toplumlarda geleneklerin, özel ilişkilere müdahalesi, sevgili ilişkilerinin "samanlık" serüvenini yaratan ve aynayı çatlatan kırık yüzlerin çizgilerinden sızan kan damlaları, kızıl bela, "namus" kavramının abartılı yüzü de bir başka yanı.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

nar kırığı ile ilgili görsel sonucu
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

1.12.07
SEZİ-YORUM
Sezi-p-öğreni-yorum-luyorum çözüp-ç-özümü-söylüyorum
Blogumuzda “logo sloganı” olarak kullandığım bu sözün anlamının, hangi felsefe akımının yansıması olduğunu düşünmeye başladım bir an.
"se-zi"yi, (bizim) adlarımızın ilk hecelerinin birleşiminden esinlenmiştim. “sezi-yorum”un, başlı başına bir düşünme biçimini işaret etmesi, başlangıçta bir rastlantıydı sadece.
Sayfayı her açışta karşılaştığım bu deyimin anlamı artık yüzüme bir sonbahar rüzgarı gibi vurmaya başladı. Bazı rüzgarlar okşardı ama bir deniz dalgasının en sert kayayı bile parçalayabilmesi gücünü anımsattı bu durum.
Buraya bıraktığımız her deyişin bir ağırlığı ve her açılışta başta göstermenin daha fazla bir sorumluluğu olmalıydı.
Biraz çabayla, onunla bağdaşan anlamların felsefi boyutlarını sermeye çalıştım.

19.5.08
KÜRESEL K(E)RİZ
Amerika’da “Mortgage krizi”, “peyk”indeki ülkeleri de krize sokmuş!
( kötü kader!..)
Tabi ki öyle olacak, alçakta durursan, ağzına girenin değil, kıçından çıkanın kokusunu duyarsın.
Nedense,
Amerika’daki işçilerin, siyahların, kırmızıların, esmerlerin “krizleri” hiçbir ülkenin “iş adamlarını” krize sokmuyor!
Bizde krizlerin yaşamasında birilerinin çıkarı varsa onun adına “canavar” derler: enflasyon canavarı, terör canavarı, trafik canavarı..yani, yakasından tutulacak olan adres kendileri değil, canavarlardır.

“HAVADAN SUDAN DÜŞÜNMEK”

Havalar soğudu.
Bulutlar Güneş ile aramızda “kara kedi” gibi ikircikli durmakta.  Su ve kar potansiyeli fizik ve kimyamız aracılığı ile ruhumuza (torpilli müdürlerin becerdiği gibi)  mobbing terörü uygulayadursun,  her kışın ilkbahara çıkan yol olduğunu biliyoruz.  Biliyoruz da  refleks ile değil, “bir durup düşünürsek” öyle….
Algımız, gitarın mi teli kadar tiz bu mevsimde. Gazı koz, rakıyı gazoz gibi anlamak her an olasılık kapsamında. 






 28.4.09
İman ve diyalektik
(...)
İnsanın dört zindanı
İnsanın Dört Zindanı/ Ali Şeriati, İslam Dünyasındaki şeriatçı okurların başucu kitabı olmuş. Sevgili Ağabeyim (kendileri, nesli tükenmekte olan saf-temiz Müslümanlardan biri olarak) bu kitabı mutlaka alıp okumamı istemişti. Kitabın aslını henüz bulamadım ama özetini ve eleştirileri (aslında övgüleri) okudum.
Bu kitabın, Marks-Engels’in “Alman İdeolojisi”nin basit bir eleştirisi olduğunu söyleyebilirim.
insanı baskı altına alan ve insanın özgürlüğünü kısıtlayan 4 zorlayıcı güç vardır” diyor.
1. Naturalizm (Doğanın zorlayıcı gücü)
2. Historizm (Tarihin zorlayıcı gücü)
3. Sosyolojizm (Toplumun zorlayıcı gücü)
4. İnsanın kendisi

21.2.11
Güneş enerjisinde Sosyalizmin tüyosu var
Günümüzde enerji kaynaklarının özel mülkiyeti oldu da, kapitalizm şu Güneşi bir türlü zapt edemedi ki insanlara kontörlü olarak satabilsinler!
Bundan birkaç asır önce, belki de tek asır önce, suyun parayla satılacağını söyleyen olsa inandırıcı olur muydu, bilinmez. Şimdilerde kamunun ortak kullanım alanları olan ormanların, deniz kıyılarının, kamu arazilerinin, yağmalanmasına politik kılıflar bulunabilmekte. Son otuz yılda kamu fabrikalarının “yakınlara” özel-leş-tirme adı altında peşkeş çekilmesi bile ekonomik kariyer olarak yutturulabiliyor.
Böyle giderse, güneşin zaptı yakın!


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj3tiV39xWo-dSJ8kLPiYPF4MhMH_mRSk0UPHFcY_gqnxejfSIzSE82bp58TvBbmZ__NVNjfy-dgNxOAMlchyphenhyphen_u8aZ1tgzdqcxguErV6kKyjdK-xRabp4egByZQbI2_IDJ12-lxIA/s400/kitap+fuar.jpg
5.3.16
İstanbul cnr expo kitap fuarında imza günümden resimler
"Güzel günler göreceğiz çocuklar"
Zehni Örer
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

8.2.12
algıda seçicilik farkındalıktır
duymak ve anlamak
Politik söylemlerde sık duyduğumuz bir sözcüktür “algı”. Bir konunun anafikrine odaklanmanın ölçü birimi gibi kullanılır. “Algı” ile “farkındalık” aynı anlamı içeriyor gibi bilinse de, “farkındalık”ın bir adım daha derine işaret ettiğini düşünüyorum.
İçten ve dıştan gelen uyarıcıların duyumlar aracılığıyla anlamlı hale getirilmesine algı denir.
         Farkındalığı ise “odaklanmak” olarak yorumlayanlar var. Ortada dolaşan yorumlardan, TDK’nun algı yorumuna daha yakınım.
Algı, Bir şeye dikkati yönelterek o şeyin bilincine varma, idrak: “Bakmak için algılarımız yeter, görmek içinse salim bir kafa, ayıklık, şuur gereklidir/TDK
Tanımın asıl cümlesi algıyı belirtirken, eş cümlesi farkındalığı anlatıyor gibi.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgggCuv_NaQr5YQPREt-u-Qw7_aY1a75mWEHDyeOjlCAhZCZOi2_wuxSF_3n7s3g7rXmSfAhVnn1KjRsMv8FK-rcxO_r7vUyqX7eI0v1Uwr_ZuIwLV-O06ShyL2E2E1le7N8WqHWw/s400/kitap+fuar%25C4%25B1.jpg

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

20.3.12

Blog yazmanın düşündürdükleri
Blog yazmak benim için geçici bir heves değil. Eskiden yerel gazete ve dergilerde, ulusal gazetelerin konu yorum bölümlerinde bir şeyler karalarken, internet avantajı bu işi daha seri yapmamıza yaradı.
Okumak yemek gibiyse, bilgi vitamini ufkunuza güç katıyor. Hep vitamin depolamak bir süre sonra nasıl ki kolestrol, yağ gibi olumsuzluğa dönüşebiliyorsa, ardından spor yaparak dengeleri sağlıyorsunuz.
Yazmak  da okuyarak ve düşünerek ufkunuzda biriktirdiğiniz bilgi enerjisinin fazlasını deşarj ediyor, onu daha rahat işlerliğe dönüştürüyor, yenisine yer açıyor.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif
“ANLAYANA SİVRİ SİNEK SAZ, ANLAMAYANA SİNEK ISIRIĞI AZ”
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif
5.11.14
Saygı nedir?
Saygı, her şeyden önce iki kutup gerektiren bir kavramdır. Duyan ve duyulan. Duyulan, asıl anlamın öznesidir. Duyan ise onun tamamlayıcısı.
Bir kişinin topluma yararlı olma özelliğinden ve bıraktığı eserinden dolayı farkında olunduğunu belli etme duygusudur. Bu duygu söz, beden ve somut eylemlerle gösterilmedikçe, saygı anlam bulmaz.
Saygı kişisel kazanımlar karşısında duyulacak bir tutum olamaz. Toplumsal olmak zorundadır.


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

Zehni Örer
memleketin haline bakışımdır

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif


2.4.16
cahilliğin arz-talep eğrisi
“Bütün kötülüklerin başı cehalettir” demez miyiz zaman zaman?
İnkar etmeyelim şimdi, deriz valla. Deriz de, laftan öteye gidemezsek, köşeye sıkıştırılmış kedi gibi, bize çarpacak kötülüklere korkuyla baka kalırız hep.
Cahillik! Altınyıldız kumaştan olsa kimse üstüne almıyor “dilenci kılıklılar”dan başka.
Diplomalı ya da diplomasız cahilliğin bir ölçüsü olmalı değil mi? Şahsen kendim, cahil miyim aydın mıyım bilmek isterdim. Bu iş iltifatik sözlerle ya da hissetmekle olmuyor! Herkes egosunun kışkırtmasıyla kendini bir şeyler sanınca, itiş-kakışlar, budalalıklar ve ukalalıklar tavan yapıyor.
Şarkıcıdan akıl hocası, futbolcudan kanaat önderi, profesörden fikir suçlusu, veteriner-imamdan TÜBİTAK başkanı... her şey arap saçı gibi. Tabi ki yalan ve kurnazlıklar, bu ortamın arz-talep yasasına göre revaçta kalıyor!
Herhangi bir okul diploması ile aydınlanmayı karıştırdığımı düşünmeyin. Diplomalar meslek için, genel okumalar aydınlanmak içindir. (bu tespitimi farklı bakış açınızla geliştirebilirsiniz)


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif
Kendini Şiir İle Anlat
Önce kendimi anladığımı anlayıp
Sonra sıradanca anlatabildiğimi..
Korktuğum, kendim –içim- değil aslında,
Seçtiğim sözcüklerin sırıtkanlığı…
Herkes önüne bakar bakar da,
Ben sadece içime….
Diyor Montaigne.
Al biraz herkesten,
Biraz da Montaigne’den;
Budur, önce içine,
Sonra önüne bakan Ben.
Zihni Örer

https://www.antoloji.com/kendini-siir-ile-anlat-siiri/

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

12.7.16
para, edebiyatın genetiğini bozar
Bir zamanlar, Cem Mumcu’nun keşfettiği “diz üstü edebiyat” vardı. Tam 1 yıl koşmuştum yayınevinin peşinden. Nezaketen, “he hı…” diyerek oyalamışlardı. Oyalandığım dönemde “diz üstü dil altı” (pardon o tansiyon hapıydı, doğrusu “diz altı” olacaktı) çok farkında olduğum bir tarz değildi. Ben yazmıştım, onu da edebiyat sanmıştım. Sevgili Fatih’in Apaçi serileri aklımı çelmişti de, O’nun torpiliyle muhatap alınmamı sağlamıştık. Yayınevlerinin bir yazar adayını eseriyle muhatap alması ille de sanasasyonik çabayla mümkünmüş. Onu öğrendim.
Neden diz üstü dedi buna Cem Mumcu? Nedenini sormadım elbette. Ama soran olmuş ve şu cevabı almış:
"Yazar olan insanların birçoğu hedef kitleyi düşünmeye başlar. Bir metni yazarken onun beğenilip beğenilmeyeceğini ya da satıp satmayacağını düşünmek o metni çuvallatır. Benim bloglarda gördüklerim bu tuzağa düşmemiş metinlerdi."
İnansak mı? Önemli olan okur adayında ilgi uyandırmak mı, bilgi uyandırmak mı? Bu soru burada kalsın öylece.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif
İşte Öyle Yaşamak
(...)
Yaşamaktır,
düğümü kör eden ağıtları kanatmak
ve bu şarkıya akor basmak için tırnak uzatmaktır
yaşamak...
işte öyle

Zihni Örer


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

8.7.17
bir deneme denemesi
Şeytanın kulağına kurşun, şu sıralar kendimi epeyce yakışıklı hissediyorum. Aslında uzun zamandır öyle olmadığımın farkındaydım. Fakat şu sıralar, arada bir kapıldığım anlardan biri. Sağolsun bunda berberim Memedin de payı var. Ama çok uzun sürmüyor. Saç dengeleri değişince, ölçüler de çığırından çıkıyor. Fiziki ölçülerimin dengeleri pek bozuk sayılmasa da, kafa kemiğimi ve bacak yapımı yeniden tasarlamak ve daha estetik yapmak isterdim doğrusu. Saçlarımın kafa coğrafyasındaki sınırları, saç teli kaçakları… ve diğer organların koordinatları tam estetik tamire muhtaç.
Tedavüldeki kültür diyo ki, “Allah öyle yaratmış, bozarsan isyan sayılır”. Biz de inanı-yoz... Dolayısıyla toka dahil hiçbir şey takmıyoz kafamıza. Desem de pek inanmayın. Tıraş, parlatıcı, şampuan, losyon, rolon, pafüm… vs gibi malzemeler metroseksüelliğe girmediğinden, rahatlıkla değerlendirebiliyorum. İşte bu noktadan sonra sözünü ettiğim sanal his peydahlanıyor içimde. Yakışıklıyım hissi…

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif
Kanunsuz Aşk
kanun?
sabıkalı aşık!
bu bir masumiyet!
Ama bir de suç.
Kafanın 'içi' arapsaçı bu kez!
Ne ariflere,
Ne de tariflere sormalı.
Ne kıvılcımı,
Ne de körüğü olmalı.
Bir bilmece deyip geçmeli,
Cevabı hiçlerden seçmeli.
(...)
Zihni Örer


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif


28.7.17
uygarlığın iki yüzü
otantik okumalar
Kent uygarlığında su bardağı ile yemek tabağı ya camdan, ya da porselenden yapılmış.
Yer, ya betondan ya da kaygan fayanstan....
Bu hayatta ilgi alanı binbir çeşit. Zaman su gibi akıp gidiyor; uygarlık, saatin djital göstergelerinde saniyleri hesaplıyor. Gerçeklerin gizlendiği detaylara bir türlü yetişemiyorsunuz. Aceleniz hep var. Son lokmayı yutmadan sofradan (pardon masadan) kalktınız ve telaştan ayağınız kaydı; bardak-tabak elinizden sert fayansların (tuzağına) düştü. Cam bardak -mı tabak mı neyse- parçaları her bir yana yana fırladı. İçinden sıvışan su yerin kayganlığını iyice kışkırttı. Islak yerde cambaz gibi yürüyebilseniz de, beyniniz normalden daha fazla enerji yakacaktır. Düpedüz stres nedeni!.. Hain cam parçalarını bir yıl boyunca toplasanız bitmez. Hatta velakin topladığınız parçacıkları tartsanız ilk halinden ağır geleceğini düşünürsünüz. O kadar yani! Kızdığınızdan böyledir bu.
Öyle ki, insan "kızınca kıyamet" koparabiliyor değer yargılarında.


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

amatörce 2 deneme
zzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzz

zzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzz

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s640/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif
Gönderen Sabahattin Gencal zaman: 14:36 
2 yorum:
1.   https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgIxq9L52V7KtkRMUybEAD_HMqfrUT0TvX4usAivkJsdUHt_t2a1GkLIWyAVPTScHJH8AJ5Cq_LsttsbnJSEKHd9u3wiXZPLH4AhJSMNnh-nj2cV95n_bPcScbFqYd8euIvpUNp/s35/izlerveyansimalar.jpg
Sabahattin Hoca'm yaptığınız bu güzel çalışma ile ne güzel, bilmediğimiz bloggerlardan haberdar oluyoruz. Zihni Özer Bey'in adını ortak dostların platformlarından biliyordum, ancak bir blogu olduğunu bilmiyordum. Takibe aldım. Çok teşekkürler. Emeklerinize sağlık.

Başarılı çalışmalarınızın devamını diler,
Size ve ailenize, sağlık ve esenlik dolu günler temennisiyle..
1.      https://lh6.googleusercontent.com/-P57yYcOFFDc/AAAAAAAAAAI/AAAAAAAAEx4/HUB5dEPHRl0/s35-c/photo.jpg
Merhaba,
Yorumunuz için çok teşekkür ederim.
Sizlere de ailece sağlıklı ve mutlu günler dilerim.
Okumak bir deva, anlamak bir şifadır. ( R. Necdet Evrimer )
Okumak bir deva, anlamak bir şifadır.  ( R. Necdet Evrimer )
.
İçindekiler
·                                                                                                                                        01.Temel Kavramlar
·                                                                                                                                        02. Denemeler ve fikir yazıları
·                                                                                                                                        03. Anılarımdan ve anı ağırlıklı yazılarımdan
·                                                                                                                                        04. İz Bırakanlar
·                                                                                                                                        05. Kategorisiz yazılar
·                                                                                                                                        06. Çağrışımlar
·                                                                                                                                        07. Tanıtım yazıları
·                                                                                                                                        08. Mürekkep Lekeleri(Şiirler)
·                                                                                                                                        09. Felsefe Yazıları
·                                                                                                                                        10. Kategorisiz Yazılar (2)
Etkin olan da var, olmayan da...
·                                                                                                                                        Sabahattin Gencal'ın Blogları
Google+ Takip edenler
Okumak gibisi var mı?
·                                                                                                                                        Güzel, Yararlı ve Örnek Bloglar
En çok okunan yayınlar
·                                                                                                                                        https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEghR79SrQqUxmoS-6rX26NRmk7B_SbMQiDJxpfMBdmuTU4cydkEsTPr0t5c4T_XS6Nrj8-3WQTnJP7_qGsrU0oVWGoOVk2OSchDZ9AIFd8tTMpoGunnAfWsX6f1iGpeLjimiXj3aQ/w72-h72-p-k-no-nu/ssgen.jpg
                                                                              Değerli ağabeyim, dostum, meslektaşım, kayınbiraderim, teyzem...
·                                                                                                                                        Yunus Emrede Ahlâk Anlayışı
        Yunus Emre’nin Allah sevgisi, insan sevgisini de kapsar. Yunus Emre’nin insan sevgisi ahlâk görüşünü de kapsar. Bir benzetmeyle beli...
·                                                                                                                                        https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgv__ezgDeQ2f6lJ-X6jXCUW-HZlR38IaUrwZi3Ki0F4b2k8S09GJk9Q_-rBeHla1zqo3yPpWkkhNi4Vv_qEnXTut-reG2U9fxSAEW4UVP_XNfIGoKIukIhL6W4Z0gcKpmgG0dDXQ/w72-h72-p-k-no-nu/IMG-20171126-WA0003-crop-crop.jpg
Sabahattin Gencal İstanbul, 25. 11. 2017 Memleketimin insanlarıyla konuşmaya devam ediyorum. Daha doğrusu insanımızı konuşturmaya ve...
Öne Çıkan Yayın
      Fikir üretebilmenin yöntemlerini kuramsal olarak biliyoruz; ancak bir türlü fikir üretemiyoruz. Çünkü üretimin her aşamasında eksi...
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg1OHmvulxWnOfHAxU-REWbNH666kLWNGpnjtfvAJ8tvs7MpqGfCIihnYHxLXwpe6W7CsIDvK5OpaGdtKvM2L68hyVKXtpxSCLnZRrd9dYrDpoV0ivenaAdSEtgYLJ6Bdn1Fe77WA/s1600/02.jpg
Blog Arşivi
                                                            
?????
Hakkımda
Fotoğrafım
İnsan henüz kendini tanıyamamıştır.
İzleyiciler
Bu Blogda Ara
Formun Üstü
Formun Altı
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Çeviri
Google ÇeviriÇeviri tarafından desteklenmektedir
Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı
Sparkline 282,238
İzlediğim Bloglar
·         
·         
·         
·         
·         
Harikalar Tic. teması. Blogger tarafından desteklenmektedir.