31.10.10

teokratürk cumhuriyet haftası

Cumhuriyet haftası mıydı?

Hiç farkında değilim!

Nasıl farkında olabilirim ki! Hiç heyecan vermiyor bana.

Elif Savaş Felsen face’de bir başlık atmıştı, “iyi ki doğdun Cumhuriyet” diye.

Cevabı şıp diye yapıştırıverdim:) “bu sezeryanla doğum biraz sakat doğuma benzedi”!

Bakın Avrupa’nın Cumhuriyetlerine, onların Atatürk gibi doğum hemşiresi bile yok. Onların halkı Cumhuriyetlerini, tıpkı köy kadınları gibi yolda, tarlada, evde, nerde denk gelirse, imece usulü doğurtabilmişler adım adım, sindire sindire...

Bu yüzden orada eli silahlı ordu personeli değil, sivil beyinler önce keşfetmişler geleciğin projesini, ardından ordu personeli, kendi halkına darbe yapmak yerine, akıllılarının keşfettiği ahmak toplumları haraca bağlama görevini üstlenmişler!

Fransız Devrimi pat diye gelmiş ama, orada halk hareketi, tarihi derinliklerden süzülerek gelen bilinç patlaması yaptırmış ve kiliseyi iğdiş etmeyi bir derece başarmış

Bizim Osmanlı padişahlarımız da benzer çizgiyi izlemişler ama, bizde pek akıllı barındırmamış olmalılar ki, geleceğin projesini çizecek beyin takımının türetilmediğini anlıyoruz. Elbette bizde de ufak-tefek düşünürler çıkmış, Osmanlıcılığın şamatasına bakılınca, devede kulak gibi kaldığını üzülerek anlıyoruz! Varsa yoksa padişah ve ordu..

Avrupa insanları dünyanın neresinde daha gizemli hayat var, o yörenin yerli halkına yaptıkları gaspçılığa rağmen, Amerika’yı ve Afrika’yı bile işgal eden girişimcilere sahipmiş.

Anlıyorum ki, içinde bulunduğumuz yakın çağ kılçıklarına, zehirine, azı dişerine rağmen diğer çağlara beş çeker. Nasıl çekmesin ki, Sosyalizm çağa damgasını vurunca, azı dişler nispeten törpülenmeye başlanabiliyor. İnsan Hakları Evrensel Bilgisi bu yüzden ortaya çıkmad mı.

* * *

Sevgili Aysema Öğretmen kendi blogunda Cumhuriyetin yakın tarihini, rakamlarla ortaya döken bir istatistik yayınlamış. Sözün bittiği yer denilen nokta tam da orası. Övünmeler, kuru kuru dövünmeler.. hep hikaye-i kullis. Rakamlar ortada ama, o rakamları takan mı var!

Yorumcu konuklarından biri “adsız” olarak eleştirmiş. O rakamların verebileceği kanaatlerden endişe duymuş olmalı ki, aynen buraya alıyorum ve Aysema Öğretmen’in blogundaki yorum bırakma sorunundan dolayı (4 kez denediğim halde bırakamadığım) yorumu da buraya almak zorunda kalıyorum.

* * *

AdsızAdsız dedi ki...

:)
biri size Türkiyenin müslüman bir ülke oldugunu söylemeli, ben gönüllüyüm.
Evet canlarim Türkiye, dini islam olan ,dolayisiyla insanlarinin cogunlugunun müslüman oldugu bir ülke. Durup bir düsünün, kendinizi hristiyan bir ülkede yasiyor sanmaktan ve de dinin gerilemenin yegane sebebi ilan etmekten vazgecin.
Önce dönüp bir kendinize bakin, fasistlikten vazgecin.
Biktim bu ülkede uzayli sanilmaktan, bu ülke üzerinde atalarimiz yüzyillarca yil hüküm sürdü ve tüm renkler tüm ayri dinler koyun koyuna kardesce yasamayi basardi,ama benim hatirladigin son 15 yildir basörtülüler üniversite kapisindan bile sokulmuyor. Bu ne barbarlik, ben iki dil konusuyorum,yurtdisinda iki üniversiteyi onur derecesince bitirdim, üstüne master, ama ülkeme döndügümde insanlar basimdaki örtüye bakip ise almadilar. Niye ya, niye?
Bu mu sizin cagdasliktan anladiginiz, beyin göcünü tetiklemek mi?
Takmislar bir basörtüsüne, iste din söyle din böyle.
Bir rahat verin, baskasinin nefes almasindan rahatsizlik duymamayi ögrenin. beni rahatsiz etmiyor kimsenin acik basi, yakamdan bir düsün ya. ben bu ülkede hizmet etmek istiyorum, ama basörtülüleri öcü sanan fasitler sayesinde evde oturmam isteniyor. bu nedir ya, hayatimda böyle zulüm görmedim. bir avuc zavalli beni üniversiteye sokmuyor, kim veriyor size bu hakki? Cahalet mi dediniz ?iste bu cehaletin ta kendisidir. Ünivesitelerin kapisini basörtülüyüz diye bize kitleyin, sonra camiler aciliyor diye caniniz sikilsin.Neresi burasi, vatikan mi? Ögretmenseniz madem, bir egitimci gibi aydin olun.
dini, dindarlari sevmiyor olabilirsiniz, bu sizin seciminiz, ama benim üniversiteye girme hakkimin elimden alinmasini cani gönülden desteklediginiz icin sizi kiniyorum.

Evet cami cok, cünkü Allah´in evlerinde huzur buluyoruz.
Sizi rahatsiz ediyorsa, lütfen vatikana dogru.

mars mars...

31 Ekim 2010 00:57

sn. adsız,

(ve ülkemizdeki bütün adsızlara).

sizin gibi "adsız"ların bu ülkenin acı gerçeği olduğunu, ta Emevi’lerden ve hatta daha da ileri tarih olan kölelikten günümüze kadar süregelen liberal kapitalizmin ürünü olduğunu çok iyi bildiğinizi düşünüyorum. Bilmezlikten gelmeniz için yeterli nedenlerinizin olduğunu da düşünebilirim.

Neden liberal kapitalizmin ürünü? Diye sorarsanız, yedeğine gerektiğinde faşist güçleri, gereğinde din motiflerini alarak, insan emeği ve kimliğini sömürme işi bunların karakterinde mevcut. Kimini vitrin süsü, kimini seks objesi, büyük çoğunluğunu da cemaatlerin kılıcının gölgesine hapsetmeyi uygun bulur.

Klasik tarihin derinliklerinde bu yüzden öncelikle "kadının adı yok".

daha sonra erkeğin dürüst ve emekçisinin adı yok. onlara her ne kadar "köle" adı verilmişse de, kendi öz kimliklerinin kurnazlık, korku, din faktörleri... gibi nedenlerle adı konmamıştır. Bu yüzden hak veriyorum "adsız" dolaşma mazeretinize.

ilk cümlenize gelince, bu ülke toplumunun Müslüman olduğunu söylemeye gönüllü olmanız takdir edilir ancak, bunu zaten Bu rakamlarından çok kolay anlayabiliyoruz ve orta doğudaki ülkelerin insanlarının yaşam biçimlerinden de anlaşılıyor yeteri kadar.

Ama sizden şunu bekleyebiliriz: bilmediğimiz görmediğimiz, yaşamadığımız başka bir müslümanlık da mı var? Bunu anlatırsanız bize, daha da iyilik yapmış olursunuz.

ikinci paragrafınızın ilk cümlesi gerçekten düşündürücü! siz kadınları "uzaylı" yerine koyan, hatta hiçbiryere koymayan, bazı ayetlerin ( müslümanlıktan söz ediyoruz ya, bu yüzden ayetlere başvurdum) varlığı ve aşılamazlığına karşı nasıl bir mücadele verip-vermediğinizi merak ediyorum. Hani iki üniversite bitirmişsiniz ya, bu kadar eğitimin içine şu Kuran’daki nisa ayetleri hakkında da birkaç bilgi edinmişsinizdir umarım. Yoksa sizi iyi niyetten yoksun, kurnaz, pusuya yatmış bir politikacı taklitçisi olarak anabiliriz!

1500 yıllık İslam ve cumhuriyet tarihindeki din ve cemaatlere yatırılan bunca maddi ve manevi imkan, nüfusumuzun %99'unun Müslüman olması, arada bir seçim yapılıp demokrasicilik oynama hakkımız(!) ... bütün bunlara rağmen, dünyada kaç adet KADIN BİLİM İNSANI, SANATÇI, AYDIN, POLİTİKACI...VS vardır? İki üniversiteye bunların araştırılmasının birazcığını sığdırmış olmalısınız. Yalnızca günümüz (sizin deyiminizle) faşistlerinin suçu mudur bütün bunlar?

Evet, sizin vurgulamadığınız birçok çarpıklığın, cumhuriyet tarihimizdeki sabıkalıların da kaynağını biliyoruz. Bu başka bir konu olduğundan değinmiyorum.

Sizin inanç ve cemaatinizin harcadığı maddi-manevi olanakların (bütün tarihte) %1'i şu son 50 yılda sosyalizme harcanmış olsaydı, dünyada savaş, cehalet ve sömürüden eser kalmazdı diye düşünüyorum. Camianız tarafından çok eleştirilen Atatürkçü sistemin (ilk on yılıyla problemim yok ama daha sonraki birçok alandaki yağmacılığın, çağdaşlığın yüz karası olduğunu birlikte kabul etmeliyiz) ama size sunduğu imkanlarla şu eleştiriyi yapabildiğinizi de bir cümleyle belirtmelisiniz. Yarım haktan tam hak’ka eriştiğinizi..

Evet "başörtüsü".

İnanın, ülkemizde kadınların her ne pahasına olursa olsun en yükseğine kadar eğitim alabilmesi için yüreğimi basarım. daha da ileri giderim, (abartmıyorum) bu işin militanlığını her şey pahasına yapmaya hazırım. Üç kız kardeşimin “kız çocuklarının okuması günahtır” fetvasının da intikamını almış olurdum böylece.

Ama, siz şu türbanı "özgürlük" kapsamında görmeye devam ettiğiniz sürece, sizin sırtınızdan politik kazanç ve egemenlik sağlayacakların aç kurtlar gibi beklediğinin farkındasınız umarım. Yanlış anlamayın lütfen, neye inandığınız ve nasıl giyindiğinizle ilgilenme haddim ve hakkım değil.

"Özgürlüğün" içini boşaltıp, asıl sizi o türban adı altında sömüren ve buna rağmen sizin haklarınıza sahip çıkarmış gibi yapan en yakınınızdakilere bakmalısınız öncelikle.

Kaygım şudur, özgürlüğün içi böyle boşaltılırsa, asıl özgürlük mücadelesinin karambole kurban gideceğini düşünüyorum.

24.10.10

SEVİ-ni-YORUM

“Bir sonbahar günüydü”, diye başlayan bütün öyküler, hüzne itekleyiverir insanı.
Dalını terk etmiş bir yaprağın toprağa doğru yolculuğundan alır gücünü. Yeşilden sarıya dönüşümün bir “tükenmeye” gidişin de yol hikayesi olduğunu anlamak zor olmaz.

Bütün renkler her zaman “çeşitliliğin” eşitliğini ifade edemiyor politikadaki gibi. Bazen sonbaharda hayatların dalına tutunabilme istekliliğinin göze çarpan gücü de olabiliyor.

Tomurcuklarla çocukluğun, meyveli bitkilerle olgunluğun, sarı yapraklarla yaşlılığın özdeşliği bütün hüzünlü şiirlerin ve şarkıların ham maddesi olarak büyük sermaye.
Özellikle şiirlerin üstüne abandığı sonbaharlar, sevgililerin arka profilden (giderken) çekildiği resimlerin ağrılarıyla tamamlar melodisinin dramını. Renk tonları, yağmur bulutları griliğinden ibaret.

Yine bir sonbahar haftası.

Henüz doyamadığımız Yazın sonundan kör bıçakla kesmeye çalıştığı bir hafta. Canları gafil avladığı bir zaman dilimi… Güneş, bir yaz boyu kendine çektiği yağmur damlalarını bir öfkeyle iade ediyor gibi... Öfke bu ya, nasıl ne zaman ne kadar iz bırakacağını kim kestirebilir ki! Eşya-insan, insan-insan, karı-koca.. tüm ilişkilerde arızalı anlakları tetikleyen sevimsiz koşulların sevimsiz duygularıyla donatılmış bir haftanın işgalindeyken.
Derken, “öfkeye baka baka kararan” bir haftanın sonu yine gelmeye başladı.

Her “son” bir başka başlangıcın ucunu tutar ya elinde?
İşte o başlangıcın hıncı, tüm renk ve ışıklarıyla “intikam öfkesini” gökyüzünden üstümüze akıtır gibi…

Burası bir başka coğrafya. Renklerden sarıyı papatyaların göz bebeği biliriz. Yeşilin koyusu yaprakların dallarını terk etmesine direnir. Deniz ve gökyüzü. Öyle iki mavi ki, arasında hem dost hem de tost olmaktan kaçılamaz. Bazen bulutları süs niyetine vazosunda saklar.

Evrende tek dünya ama her kişinin kendi evreninde kendi dünyası var..
evrende yalnız dünya ama, kendi dünyanızda yapayalnızlığın “dünyasızlık” olduğunu da iyi biliriz. İki dünyadan tek dünya yaratmanın tadını çok daha iyi…. Yarattığınız tek dünyanın -şimdilik- uydusu konumunda, hızına ve seyrine kılavuzluk yaptığınız iki ayrı dünya daha, çocuklarınız..

Kendi kurduğunuz ortak dünyanız kendi yörüngesinde kendi ahengini birlikte yarattığınız melodik ritimle tamamladığında ve yeni bir tura çok net bilinmeyen zamanın sonuna doğru yol aldığında, “ortağınızla” oluşturduğunuz bale figürlerinin bestesini doğa çoktan yapmıştır farkında olmayarak. “Bilinmeyen” denilen zamanın seyrini hiç hesaba katmasanız da, bir gün aniden gelebileceğini düşünebilmeniz pahasına hızlı dönecek bir dünyadasınız. Başınız da birlikte dönerken, Ortağınız çoktan “Sevgili” mevkisini restore etmiştir artık.

Yeşilin olmadığı yerde, yağmurun sel felaketinin mimarı olduğuna bakmayın, bizim burada yalnızca bitki yeşilinin sarıya yönünü durdurması değil aynı zamanda sevdamızı yeniden yeşerten yeni bir haftanın habercisi. Sözüm ona, Mutlusunuz.
Kundağınız, hazzın doruklarında, sevgilinin kolları oluverir günahsız, kaygısız ve ilk günlerin tüm heyecanını yeniden yaşayarak.
Sevgilinin kokusu, portakal ve bil umum çiçeklerin kokusuyla kokteyl oluverir her yanınızda gün boyunca. Sözcükleriniz bir başka ağır, öpücüğünüz ve öpülüşünüz bir başka tad taşır tüm desteklerin tezahüratında. Bal üretirsiniz adeta arıların yokluğunda. Her adımınız bir dans figürü, her sözünüz şiirin ilkbahar izlerini taşır dilinizde ve yüreğinizde. Aynı zamanda bir başka güzel, bir başka güçlüsünüz.

Unutmadım,
“Her son bir başka başlangıcın ucunu tutar ya elinde” demiştim.
Kazandığımız mutluluğun tasarrufu, zor zamanların sancısız geçişlerinde harcanacak sermayenizdir artık. Ak akçe gri gün için değil midir. Asıl olan, sevda savurganlığı yerine, sevgili hayranlığı değil midir.
İki gönül ile bütün samanlıkların seyran olacağı bir ahenk….
Her heceniz, her sözünüz, her adımınız, her enerjiniz kontrolünüzdeyken hamleniz yerinde ve doğruysa, bir gün size sermaye olarak döneceğini bilmelisiniz.

Yoksa, “keşkeler” yumağında sarmalandığınız anların şaşkınlığı bir tek mevsime boğacaktır sizi,
 Sonbahar…
ve “sarı”nız tutunduğunuz dalın bağlarının çözülüşü ve benzinizin rengi olarak tescillenecek, öylece kalacaktır yakın sona doğru.

19.10.10

müziğin sekiz rengi

İnsan, hem maddi hem de manevi yapısından dolayı her iki özelliğin de çeşitli derecelerde doyuma ihtiyacı olduğu bilinir. Bu dünyada temel maddi ihtiyaçlar öncelikle güvenceye alınmışsa, ruhun da doyum gereksinimleri belirli basamaklarda ortaya çıkmaya başlayacaktır. Renkler ve melodik sesler bu ihtiyacın giderilmesinde ana öğe olarak, hayatımızdaki anlamı güçlendiren ve zenginleştiren önemli bir değer olmalı.
Güneş’in “8” rengi “8” notada sayı olarak rastlantı mıdır, yoksa mucize mi? Bunu biz değil ancak
* * *
Renk, Işığın cisimlere çarptıktan sonra yansıyarak görme duyumuzda bıraktığı etkiye deniyormuş.
Müzik ise sesin kulağımıza çarptıktan sonra yansıyarak beynimize uğrayan ve oradan ruhumuzda estetize olan etkisine denir.

Bilinen üç ana rengin türevini aldığımızda, ikinci kademe, “8” adet
ana rengin olduğunu görmekteyiz.
Ara renkler olduğu gibi, ara notalar da vardır ki, onlar minör-majör, bemol-diyez
gibi adlarla ara sesleri ifade eder.

Renk ve müziği bir arada düşündüğümüzde,  sevdaya
(ya da moda deyimle aşka) uçuşun kanatlarını kurmuş oluruz.
* * *

Sevdanın mayası coşkudur. Bir iş ya da çiş yaparken, ya da yolda yürürken şarkı mırıldandığınız (kesin) olmuştur. Ağzınızdan çıkanı komşuların ve yoldan gidenlerin değil, kendi kulağınızın ve sevdiklerinizin duyması bile şart değil böyle durumlarda; dilinizin titreşimi ruhunuza muhtaç olduğu asil mesajı gönderecektir. Oradan nöronunuza fırladığında, coşkunuzun kontratağını tutana aşk olsun:) "tıngır-mıngır" sözcükleri, "tıngırtı" ve "mırıldanmak"tan gelen, basit uğraşlara, yani Ajdar'vari girişimlere verilen addır.


İşte böyle:)
Bazen de böyle,
????
saatlerce,
alabildiğine amatörce,
ve
çoğunlukla bence...
aradabir sevdiklerimce.
"trans"atlantike doğru transfer olabildiğimce.

kendim çalar kendim dinlerim bir de sevenlerim.
bazen böyle geçer günlerim. bazen de... bilindik şeyler.

* * *

Nazım’dan bir parça
.............
Burası benden başka kaç insanın evidir?
Bilmiyorum.
Ben bir başıma onlardan uzağım,
hep birlikte onlar benden uzak.
Bana kendimden başkasıyla konuşmak
yasak.
Ben de kendi kendimle konuşuyorum.
Fakat çok can sıkıcı bulduğumdan sohbetimi
şarkı söylüyorum karıcığım.

Hem, ne dersin,
o berbat, ayarsız sesim
öyle bir dokunuyor ki içime
yüreğim parçalanıyor.


. ................
rengin notaya dönüşümü

15.10.10

Şili madencileri ve çapraz çelişkiler

el cigarrito youtobe

Darbe ve Şili Halk Ozanı
Victor Jara' nın öldürülmesi

Victor Jara, diğer şarkıcılarla birlikte Salvador Allende ve sol partilerin birleştiği bir hareket oalan Unidad Popular yararına birçok konser verir. 11 Eylül 1973'de Augusto Pinochet'nin gerçekleştirdiği darbe sırasında, Victor Jara Teknik Üniversite 'deki işi başında tutuklanır ve birçok yoldaşı gibi Estadio Chile'de (Şili stadyumu) işkence görür. Bir daha gitar çalamaması için elleri kırılır. Hatta bu korkunç işkenceler sırasında bile Jara, Unidad Popular 'ın şarkısını söylemeye çalışmaktadır Nihayetinde vahşice dövülen Jara, bir makinalı tüfekle öldürülür ve cesedi Santiago Mezarlığı yakınında bulunur. Fakat Karısı yine de onu onurlu bir şekilde defnetme imkânını bulur. Akabinde Şili'yi terk eden karısı 1994'te onuruna "Fundación Víctor Jara"'yı kurar.

Şili'deki Pravda muhabiri Vladimir Çernisev, Jara'nın son anlarını şöyle anlatıyor:

Victor Jara dudaklarında şarkıyla öldü. Onu yanından hiç ayırmadığı refakatçisiyle, gitarıyla birlikte stadyuma getirdiler. Ve şarkı söylemeye başladı. Öbür tutuklular, gardiyanların ateş açma tehdidine rağmen melodiye eşlik etmeye başladılar. Sonra bir subayın emri ile askerler Victor'un ellerini kırdılar. Artık gitar çalmıyordu, ama zayıf bir sesle şarkı söylemeyi sürdürdü. Bir dipçikle kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar/
(wikipedi'den):





2010 Şili Maden kazasında kurtulan Madencilerin düşündürdükleri:

Şili madencilerinin kurtarılması her şeye rağmen mükemmel bir olaydır. Yardım eden bazı batı ülkeleri teknolojiyle reklam yarışına girmiş olsalar da...
Bu olayın bir de şov tarafının olduğunu görmeliyiz.
Hayır, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer gibi komik düşünce içinde değilim. "bizimkiler acısız rahat öldüler, biz olsak üç günde kurtarırdık" gibi alaycı uslupları kınıyorum.
Kurtarılma yöntemini çok önemsiyorum ve kendi çapında düşünüldüğünde, asırlık bir olay olduğunu ben de herkes gibi kabul ediyorum.
Ancak, böyle şovların arka kapısındaki etkilerin de görmezden gelinmemesi gerektiğini düşünüyorum.

Malum şirketler imaj yaratmak için reklama bedel ödemiş olsalardı, o işçileri kurtaracak malzemenin maliyetini kat kat aşabilirdi.

Dünyadaki çeşitli ülkeden şirketlerin sağladığı malzemelerle, yer altındaki işçilere ulaşabilen 700 metrelik sondaj yapıldığı söyleniyor. Kimi kaya delen matkap, kimi fiberoptik kablo, kimi uzun süre şarjı bitmeyen cep telefonu..vs. ve Amerika’dan Nasa bu operasyonda rolü olanlar olarak arşivlere giriyor.

Madencilerin kurtulması başka, bu kurtarma aşamalarındaki şirketlerin imaj propagandaları başka açıdan değerlendirilmesi gerektiğini tekrar ediyorum.
Şirketlerin genel zararlarından söz ederken, Fritjof Capra’nın bir kitabındaki şu sözü hatırladım:

“Onlar bize pırıl pırıl parlayan tabaklar ve çamaşırlardan bahsederler, fakat pırıl pırıl nehir ve göllerin bir bir elden çıktığını söylemeyi unuturlar nedense!”/Henderson

Şirketlerin kar güdüleri her zaman “önce insan” kavramını güdebilir mi!

Sosyalizmin nefesini ensesinde hisseden bazı modern şirketler, “davranışsal model” diye açıkladıkları üretim-yönetim modellerindeki sloganları “önce insan”dır.
Oysa, "önce insan" asla üretimdeki kar’ın ve yağmalanan doğal kaynakların bölüşümünde değil, üretimin en ucuz yoldan artırılması için özveri kışkırtmasından öteye gitmeyecek bir amaçtır.

Sabah G. Yazarı Süleyman Yaşarın iddiasına göre, Şili madencilerinin kurtarılması serbest pazarın başarısıdır.
Serbest pazarın başarısı buysa, aynı serbest pazarın dünyadaki bütün iş kazaları, emek gaspları ve doğa yağmaları neyin başarısıdır?
Güney Amerika ülkelerinde doğal olarak oluşan bir Amerikan emperyalizmine karşı duruşların olduğu biliniyor. Şili halkı da bunlardan biriyken, Allende ile bağımsız bir yön bulduğunda, Amerika destekli diktatör Augusto Pinochet darbesi ile Şili, global emperyalizmin kucağına oturtulmuştur.

A. B.D.’nin özel ilgisiyle, Şili ekonomisinde göze görülür düzelmeler ile, çevredeki diğer anti Amerikancı devletlerle rekabet üstünlüğü amaçlanması taktik açıdan olağan karşılanabilir. Çünkü, Brezilya, Arjantin, Küba.. gibi ülkelere gözdağı vermenin politik stratejisi önemseniyor olunmalı.

İşin bir başka yönü, Şili’nin politik kaderinin Türkiye’ye çok benzediğini görmekteyiz.

Onlar da Amerikan darbecilerinin gölgesinde yaşamaya mahkum edilmiş, biz de,

Onlarda da aydın düşmanlığıyla faşizm özdeşleşmiş, bizde de.

Onlarda da aydın kıyımıyla geniş halk kesimine gözdağı verilmiş, bizde de.

Onlarda da hıristiyan misyonerler sosyalizme kayması muhtemel halkın önüne set olarak çekilmiş, bizde de cemaatler.

Onlarda da vatansever-halksever sanatçılar acımasızca katledilmiş bizde de
…….

Birkaç örnek:

Şili’de ünlü aydın ve sanatçıların Amerika ve yerli faşistleriyle kavgalı olduğunu anlıyoruz..

Isabel Allende (*1942), en ünlü çağdaş Şili yazarı. Ruhlar evi (filme de alınmış), Fortuna'nın kızları, Sonsuz plan gibi dünya çapında yayımlanmış romanları mevcuttur. Ayrıca kendisi eski başkan Salvador Allende'nin de yeğenidir.

Roberto Bolano (1953-2003), Sürrealist şiir yayımcısı. 1973'teki askeri darbeden sonra sürgüne çıkmıştır. Bir çok edebiyat ödülü sahibidir. Barcelona'da ölmüştür.

Víctor Jara(1932-1973), politik şarkıcı. Nueva canción (yeni şarkı) akımının ve tüm Güney Amerika'daki devrimci sanatçı hareketinin en önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilir. Salvador Allende'yi desteklemiş, askeri darbe sırasında işkence görerek öldürülmüştür.

Pablo Neruda (1904-1973), Dünyaca ünlü şair, yazar ve 1971 Nobel ödül sahibi. Çok sayıda sosyal ve politik şiir yayınlamış ve Salvador Allende döneminde Fransa Büyükelçiliği görevinde bulunmuştur. Askeri darbeden kısa süre sonra kanserden ölmüştür.

Tom Araya (1961- ) , Dünyaca ünlü thrash metal grubu Slayer'ın kurulduğu 1981 yılından beri vokalistiğini ve bas gitaristliğini yapmaktadır.

Gabriela Mistral (1889-1957), şair ve 1945 Nobel edebiyat ödülü sahibi. Sevgilisi Romelio Ureta intihar ettikten sonra şiirlerinde aşk, ölüm ve umut temalarını işlemiştir. Daha sonra Şili için diplomatik alanda çalışmıştır.

Inti Illimani, Quilapayún, Illapu gibi müzik grupları "Nueva Canción Chilena" (Şili yeni şarkısı) akımını dünyaca ünlü hale getirmişlerdir. Bu gruplar askeri darbe yüzünden yıllarca yurt dışında mülteci olarak bulunmuşlardır.

Violeta Parra (1917-1967) "Nueva Canción Chilena" akımının kurucusudur. Şarkıcı fakirlik içinde büyümüş ve çok erken yaşlarda kendi folk müziklerini bestelemiş, 50'li yıllarda geleneksel şarkıları toplamış ve derlemiştir. Kendi eserleri, güçlü politik karaktere sahiptir. Müziğin yanında şiir yazmış, resim ve heykel yapmıştır. Bir çok Şilili ve uluslararası sanatçı şarkılarını seslendirmiştir. En tanıdık şarkısı Gracias a la vida 'dır.

Mercedes Sosa - Gracias a La Vida -YouTobe

Antonio Skármeta (1940), yazar ve Salvador Allende taraftarı. 1973 darbesinden sonra ülkeyi terketmiştir. Diktatörle ilgili çok sayıda roman ve hikâye yazmıştır. 2000 ile 2003 yılları arasında, daha önce sürgünde bulunduğu Berlin'de konsolosluk görevinde bulunmuştur.

Roberto Matta (1911-2002), 20. yüzyılın büyük sürrealist ressamı. Aynı zamanda Salvador Dalí ve Federico Garcia Lorca'nın arkadaşıdır.
 Wikipedi’den: