12.2.11

bir sevgi adamı'nın suçu

Şevket Yücel-1930-2001      
"Yazar öğrencisi" olmanın tadında bir duygu ki, hafızamda iz bırakan -Ziya Şirincan'dan sonra- ikinci göz ağrımdı O. Dijle Köy Enstitüsü ve Ankara Gazi Eğitim mezunu Şevket Yücel.

Yerleşik ve küflenmiş ufkumu böbrek taşı gibi yerinden oynatan ilk etkendi O'nun farklı duruşu. "Sessiz Adam" gibi görünen yüzündeki o gizemli derinliği anlayabilmek biraz dikkat ve çaba gerektiriyordu. Hayata, devlete, topluma, sosyal ilişkilere... velhasıl yaşamın bir çok alanındaki gidişata muhalif, ağır bir top gibiydi. Ders anlatırken, dinlemeleri için sınıf arkadaşlarımın haylazca davranışlarına karşı bir tepkisi olmazdı. Öyle ki yan sınıflara kadar taşan gürültüye aldırmadan ders anlatmaya devam edişindeki giz, O'nu daha dikkatli dinlememi adeta kışkırtıyordu; sadece 3 arkadaşımla bu durumun farkındaydık. "Eti babanın, kemiği öğretmenin" olan eğitim klasiğinin, istatistiki sonuçlarına karşı bir tavırdı sanki. İlk okulda cetvel darbesinden şişen parmak uçlarımızın acısına karşı, ortaokul sıralarında bir pansuman gibiydi bu bilgece tavır. Bazen tavana, bazen karşı duvara, bir giz tablosuna bakar gibi dururdu ders anlatırken. Dalıp giderdi.

"Güvercin tedirginliğinde" bir kaygı seziliyordu öğrenci ve öğretmenlerle olan ilişkilerinde... Buna rağmen ses tonunda bir güven, sözlerinde daha önceden derinliğine düşünülmüş, süzülmüş, yoğrulmuş, bir şair olgunluğu vardı. Ama son sözünün noktasının ardında hep soru işareti bırakıyordu.

"Tedirginliği"ndeki gizi, öykülerini, şiirlerini, romanlarını okudukça anlayacaktım. "Bir Sevgi Adamı" öykü kitabındaki "20 yıl sonra" başlıklı yazısını okuduğumda anlamıştım; kalenin hem içten, hem de dıştan yıkılma girişimlerinden aldığı darbeler, kim bilir nasıl da acıtıyordu Yazarı!

İçinde yaşadığımız kentin bağnaz engellerine karşın, Türkçe dersinde müfredatı değil, adeta düşünmeyi ve kavramayı öğrettiğini, hayatın içine girdikçe daha net anlayacaktım.

Şiir, öykü ve romanları yüzünden, hem yörenin halk önderlerinden, hem bürokrasisinden, hem de ekonomik yoksulluktan çekmediği kalmamıştı öğretmenimin! Sınıfta ders anlatırken öğrenci yaramazlığına ve gürültüsüne karşı tepkisizliğindeki derinliğin adresiydi miydi yoksa "güvercin tedirginliği"?

Köy Enstitüleri müfredatının salt "Allahı inkar etme" kapsamında anlaşılması propagandası, yöre halkının kültürel nabzına birebir uymuştu sanki. Muhafazakar "aydınların" ve yerel politikacıların kaygısı ise "vatan hainleri ocağı" olarak yorumlamalarından, "okul tuvaletlerinde kız öğrencilerin çocuk düşürdüğüne" kadar yayılan "bilgiler"den ibaretti.

Şevket Yücel'in ilk öykü kitaplarından olan "Güneşin Parmakları" Allah'ı inkar eden bir belge olarak sunulduğuna tanık olmuştum. Bu kızgın köz, hayatın asıl şifresini kavrama aşamasında olan benliğimi oldukça kavurmuştu.

Köylü ve aynı zamanda dindar ailenin çocuğu saflığıma rağmen, sıra dışı sezgilerimle, sınıfta ders anlatan öğretmenimin bütün sözcüklerini, mimiklerine kadar anlamaya çalışmakla geçiyordu dikkat yoğunluğum. Büyüklerimin, bana değilse de çevreye anlattıklarına kulak kabartmamdan oluşan duyarlılıkla, bir şeylerin yanlış gittiğini anlıyordum. Çocuk olduğumdan kale alınmıyor olsam da "Allah'ı inkar etmek" nasıl bir söz destesiydi ki, okul dönemi boyunca öğretmenimin hiçbir cümle ve tavrından anlayamamıştım. Çünkü öğretmenim içinde "Allah" geçen bir cümle kurmazdı. Belki de asıl kanıtı bu olmalıydı "inkarcılığın".

"Güneşin Parmakları" kitabını okuyan kadar, onu satan kitapçılar da büyük risk taşımaktaydı o yıllarda. Yaratılan tehlike bir öcü kavramıydı belli ki! Çok merak etmeme rağmen alıp okuma imkanı bulamamıştım kitabı. Belki de bize anlattıklarıyla kitapta yazdıkları farklıydı, kim bilir?

Biliyordum, öğretmenim aynı zamanda bir şairdi. İrfan ile birlikte şiirlerimizi Öğretmenimize sunarak değerlendirmesini istemiştik.

Ben bir Türk çocuğuyum,
Osmanlı Türk soyuyum,
birellibeştir boyum,
vatanımı korurum...


Defterden üzerinin çarpı (X) işareti ile karalandığını görünce, "Allah'ı inkar eden küçücük bir ip ucu" yakaladığımı düşünmüştüm! Bir başka şiir denemesi olan (şu anda çoğunu unuttuğum)

Pınarın başına oturup ağlasam,
Şurada bir garip yatıyor derler..

gibi devam eden, köy evlerinde rastladığım, ozan Derdiçok sızması şiirin altına "güzel" diye not bırakmıştı.

Bu iki şiir üzerindeki farklı değerleme, sonraki birkaç yıl içinde akıl-mantık-bilinç olgunlaşması dönemine girmemi ve miras kültürümle hesaplaşmamı zorlamıştı. Orta Asya'nın bozkırlarından gelip Anadolu'da Osmanlı İmparatorluğu'nu kuranlardan birinin torunu ve mirasçısı mıydım, yoksa "amele mektebinin" ömürlük öğrencisi mi yazılmıştı kaderime!

Tanık olduğum olaylar ve yersiz yargılamalar, etik değerlerin ayırdına varmamı tetikledi biraz da. Utandım! Bilincimin kilidi çözülmeye başladı usul usul.

Öğretmenimin "güzel" dediği şiirde güzel olan şiirin içeriği değil, içinde bulunduğum acınası durumun en dürüstçe ve abartısızca anlatılmış olmasıydı; bunu yıllar sonra anladım.

Miras kültürün açmazlarından dışarı çıkarak, bilgi dağarcığımı genişletme arzusu, biraz risk ile birlikte heyecan da katmaya başladı hayatıma. Her bozuk gidişatın çözümünü keşfetme güdüsü, benimle birlikte büyümeye devam ediyordu kent havuzunun karma karışık kompozisyonunda.

Toplumsal ve bireysel hayatın şifresi, düş gücüme böyle gitmişti. Gücüme gidenleri hep düşüme takmıştım, düşümde yeni bir dünya keşfetmiştim. "Onuncu köy, "bizim köyümüz, gitmesek de görmesek de"....


"amele mektebinde SOYLU RÜYALAR" kitabımda yayımlandı

* * *
Şevket YUCEL /Bir Sevgi Adamı kitabından

YİRMİ YIL SONRA


Yaşlanmaya duran kişi, o gün gene daktilonun başına geçti. Birkaç gün önce deftere yazdığı öyküyü temize çekiyordu. Tuşlara vururken zaman zaman duruyor, düşünüyor, sonra yeniden yazıyordu. Odanın içi sigara dumanıyla doluydu. Adam dört saattir masanın başındaydı. Karısı onun böylesine uzun zaman çalıştığım görünce, hep bir şeyler söylemek ister, sonra vazgeçerdi. Ancak, o gün duramadı. Düşündüklerini söylemek gereğini duydu:
— Şu güneşli havada biraz gezsen ne olur? Yazık değil mi canına? Bunca çalışmalar ne getirdi sana? Yirmi senedir, yazarsın, hep kesenden gitti, sağlığından gitti. O zarflar, o kağıtlar, o posta giderlerinin hepsi de çoluğun çocuğun ekmek parasından ‘kesilmedi mi? Boş yere yıprattın durdun kendini! Eller gülüp eğlenirken sen hepsinden yoksun kaldın. Eller para kazanırken sen bu gereksiz şeylerle uğraştın.
Daktilonun başındaki yazar geriye dayandı, belini kütürdetti. Yorgun gözlerini karısına devirdi.
Ne diyeceğini bilemiyordu. Ama gene de bir şeyler demeliydi:
— Evet para kazanamadım. kesemden gitti. Ama ben insanım, kendimden bir şeyler sunayım dedim. Benden de küçük bir şeyler kalmasını istedim. Böyle bir çalışmayı kendimce ışıklı buldum. Hem mesleğimi sürdürdüm, hem de onu. Kolay olanı, doyum sağlamayanı, salt kendi çıkarıma dayanan şeyi seçmedim. Diledim ki benden de bir ses kalsın şu dünyada.
Kocasının bu sözlerini dinleyen kadın acı acı gülümsedi. Bir omzunu duvara dayadı :
-Sen hangi sesten, hangi izden söz ediyorsun? Bunca zamandır bir aylıkla zoru zoruna yaşadık. Hani sırtıma gönlümce bir entari mi alabildin? Çocuklar dersen öyle üstlerinde yok, başlarında yok. Bir çalışma para getirmiyorsa boş işte. Eller neler alıyor evlerine. Bak şu yandaki icracıya. Henüz yıllık memur olduğu halde evinde her Şey var. Bir de üstelik taksisi... Peki bizim neyimiz var? Şu iplikleri çıkan halıyı bile değiştiremedik. Eskiyen sandalye1eri bile tamir ettiremedik. O para getirmeyen takır tukurtulu işin neyinden hoşlanıyorsun?
Yazar bir sigara daha yaktı. Bir anda boyun damarının sızladığını duydu.
-Yanılıyorsun dedi karısına. Bir kere ben icracı değilim. Eğer o dediklerin aylıkla a1ınsaydı. biz daha çoğunu alırdık. Sen her şeyi eşya ile ölçüyorsun. Ben bu ölçütlerin dışındayım. Hem de ellere benzemek zorunda değilim. Benim yaşadığım sevinci o duyamaz; on tane arabası olsa gene duyamaz.
-Ne sevinciymiş senin duyduğun Gece gündüz daktilonun başında tak tuk sesleri arasında yazı yazmak mıdır sevinç? Sen bunları kimseye inandıramazsın. Boş bir avuntudur bunlar. Şu ayağımızda dikişleri dökülmüş terliklere bak. Şu sırtımızdaki yamalı pijamalara bak. O kitaplara, o dergilere verdiğin para1arla neler a1ınmzdı? Neyinden hoşlanırsın bu işin bilmem ki. Bastırdığın kitaplardan ne kazandın? Bu yüzden bir sürü sıkıntıya girdin. İki kitabını bir yayıncı aldı; o bastırdı, o sattı, sana da kırk elli kadar kitap gönderdi. Karşılığı bu işte. Hep aldandın. Hem aldattılar seni. Nasıl seçtin kendine bu işi, bir türlü anlayamıyorum. Sonra bunca kaynaşan insanlardan kim okuyor sizi? Herkes kendi dünyasında kuzum. Koca bir toplumda üç beş kişinin okumasından ne çıkar?
Yazar iyice sıkıldı. Ayağa kalktı. Pencereden baktı. Karısının bu alanda kendisini desteklemesini bekliyordu. Ancak, bir yandan da onu haklı gördüğü yanlar vardı. O zamanaca yedi kitap yayınlamış, borçlarını ödemek için uğraşmış, hepsinden de zarar etmişti. Bunun yanında sayısı yirmiyi bulan sanat dergilerinde yazılar yazmıştı. Ancak, o dergi1erin birkaçından aldığı telif ücreti postaya attığı yazıların giderlerini bile karşılamamıştı. O da istiyordu emeğinin karşılığını, ama veren kimdi? Gelgelelim, işin içine girmişti bir kez, bırakamıyordu. Üste1ik, bu denli çalışmalarda buluyordu kendini.
Yazar, bu düşüncelerle balkona çıktı. Bir süre karşıdaki evlere baktı. Geri döndü, yazısını sürdürmeye çalıştı. O sırada karısı, karşısındaki sedire oturarak :
-Acıyorum dedi, acıyorum sana! Bir yandan da şaşırıp kalıyorum. insan nasıl olur da yirmi senesini bu işe harcar? Varıp bir köşede simit satsan bundan iyiydi. Dergiymiş, kitapmış, şiirmiş, hikayeymiş, romanmış, bi1mmemneymiş; bunlar karın doyurmaz ki...

Yazar, boynunu bir o yana, bir bu yana kıvırdı. Karısının sözleri karşısında büsbütün sessiz ,kalamadı :
-Demek bana acıyorsun. Bunca yoğun çalışmayı göğüsleyen bir adama acınır mı? Üstelik, bunca zor işi seçen bir  kişiyle olsa olsa kıvanç duyulur. Bu çalışmanın yanında kök sökmek bile ko1aydır Hanım. Hem ben acınacak bir iş yapmıyorum ki .
Kadın gene küçümseyici bir sesle karşılık verdi :
-Kuzum, ne desen boş! Bu senin yaptıkların akıllı işi değil. Bir delilikti bu belki de. Yapılan iş ne ki? Bir sürü yalanla göz boyamak değil de ne? Hani ne geçiyor eline, şimdiye dek ne geçti? Bak, ortanca çocuk koca delikanlı oldu, sırtına bir kat elbise istiyor. haydi al bakalım. Öbürünün de ne gömleği var, ne elbisesi, ne de ayakkabısı; haydi al bakalım. Yorgan yüzleri eskimiş; sedir örtüleri dersen paramparça: haydi al bakalım. Benim dersen, sırtımda mantom yok, giyip de el yüzüne çıkacak, bir entarim; bir ayakkabım yok; haydi al bakalım. Mutfak tamtakır. Yağ yok, pirinç yok; haydi al bakalım. Ev sahibi kirayı arttırmış, elektriğe, oduna, kömüre zam gelmiş; haydi ver bakalım.

Yazar, bu sözler karşısında yazıyı temize çekmekten vazgeçti. Oturduğu yerde dizlerini birbirine vurmaya başladı. Ne söyleyecekti. nasıl inandıracaktı karısını? Eline bir kitap aldı, okumak istedi, bir türlü olmadı. Cümleler kararıp gitti. Başına bir ağrı girdi. Sedirin üstüne sırtüstü yattı. Boynunun altına bir köşe yastığı koydu. Orada hiç bir şey düşünmeden dinlenmek istedi. Oysa kaç gündür kafasında dolaşıp duran bir konu vardı. Nereden başlayayım? Nasıl başlayayım? Anlatımı nasıl sürdüreyim,» diye düşündü durdu. Buluşlarını beğenmedi, değişik yeni buluşlarla bir plan yapmanın gereğine inandı. Uyuyamadı. Kalktı. Daktilonun başına geçti. Karısının dediklerini kafasından silmek istedi. Kendi kendine:
— O da beni anlamıyor dedi. Öyleyse kim kimi anlayacak? Ama karımın anlamasını çok isterdim. Onunla birleşen ortak kaygılarımız bana umut, güven verirdi. Kendisine kalsa, bu boş şeylerden uzaklaşmam gerekiyor. İşte bunu yapamam. Çünkü yazmak, hoşa giden bir deyişle sevişmek gibidir benim için. Biz onunla birbirimizden ayrılamayız. Ayrılırsak tadı kaçar yaşamın. İşte asıl o zaman boşluğa düşerim. Güzelliğin içine inemem, kendimi ve başkalarını göremem. Sağlığım yerinde oldukça bu böyle gidecek. Ama karımın da öylesine üzülmesini istemem. Çünkü ondan da ayrılamam. Ah onun kafasındaki yanlışlıkları bir yıkabilsem. Benim de çalışmalarımın bir değeri olduğunu anlatabilsem. Zor olan bu. Yazmaktan bile zor. Gayri olanaksız. Böyle kabul etmem gerekir. Hoş görmeliyim.


Yazar o gün yazısını temize çekti. Bir işi bitirmenin erinci içindeydi. Daha önce kafasında tasarladığı bir konu gittikçe oluşuyordu. Bir doğumun eşiğindeydi. Dalgındı. Bu kez sedirdeki yastığa dayadı sırtını; ayaklarını ilerideki sandalyenin üstüne koydu. O anda ödüllü bir öykü yarışmasına katılmayı tasarladı. Bu yarışmaya katılacak sayıda öyküleri vardı. Ancak, koşullarda, bir eser oylumunda olacak öykülerin yedi nüsha olarak gönderilmesi isteniyordu. Zorunlu olarak elindeki makinayla o kadar öyküyü iki kez yazacaktı. Zoruna giden buydu. Bu yüzden yarışmadaki bu koşulu yersiz budu. Buna karşın o yorgunluğu da göze aldı.
Gene haftalarca uğraştı. Derken o çalışmalar da bitti. Karısı hazırlanan dosyaları görmüştü. Onlara bakar bakmaz yüzü bulutlandı. O demet demet yazılı kağıtların da postaya verileceğini anlamıştı. Zaten kocası da gerçeği açık açık anlattı. Ne etse inandıramıyordu onu.
Kadın o dosyaları acı acı süzerek:
— Ben sana ne desem anlatamıyorum. Şu kağıtlar dünyanın parası tutar. Ben ne desem haklıyım. Paranı havaya savuruyorsun. Küçücük aylığın bir kısmı da kağıda, postaya gidiyor. Gayri dayanamaz oldum doğrusu! Akıllı kişinin yapacağı iş değil bunlar diyorum da inanmıyorsun
Yazar seslenemedi. Dosyaları aldı, kapıdan çıktı. Nasılsa bir pişmanlık duygusu çöktü içine. Geriye dönmeyi düşündü; sonra vazgeçti. O gün postaladı dosyaları. Eve geldi, tasarladığı öyküyü yazmaya başladı. Yazarken arasıra bu işe verdiği zamanı düşündü. Kendisini böyle bir çalışmaya zorlayan kimse yoktu. Ama yazmadan duramıyordu bir türlü. O anda nedense kitaplığımdaki eserlere gömdü bakışlarını. Onların renklerine, sırtlarındaki yazılara bakmak bile bir mutluluktu. Ayağa kalktı. Odanın içinde biraz gezindi. Mutfağa gitti, bir portakal yedi. Geri döndü, yüzüne kolanya sürdü. Sık sık sigara içtiğinden kendine kızdı. Küçük diline kadar ağzı acı içindeydi. Bir türlü boşta kalamıyordu. Gene geçti masanın başına, öyküsünü yazmaya başladı.
Günler bir kuş gibi gelip geçiyordu. Bir gün gazete aldığında bir ödül kazandığını gördü. Şöyle bir düşündü; ele geçecek parayla karısının dediklerinin hiç değilse bazılarını alabilecekti. Bir hafta sonra ödül karşılığı olan para geldi. Yazar parayı çekince doğru eve gitti. Karısıyla iki çocuğu odada oturuyorlardı. Cebinden çıkardığı elli bin lirayı masanın üstüne bıraktı. Bakışlar oraya devrilmişti,
Karısı sordu:
— O parayı nereden aldın?
— Yazılarımın karşılığından geldi. Hemen şimdi çarşıya giderek dediklerini alacağız.
Yazar masadaki parayı ağır ağır saymaya başladı. İlkin yüzlükleri desteledi bir yere, sonra beş yüzlükleri. Paranın ne kadar olduğunu bildiği halde böyle sayması anlamlıydı...
Kadın demet halindeki paraya bakarak gülümsedi
— Sakın kırılmayasın ya, yirmi yılda bir kuş avlayabildin iyi ki dedi. Ama niceleri hiç emek vermeden böyle kuşları bir dakikada, bir saatte, bir günde avlayabiliyorlar.

Yazar sedire oturdu:
— Doğrusun, yirmi yılda bir kuş... Bir tepeyi tırnakla kazır gibi yirmi yıl... İşte bu yüzden önemli bu. Bu kuş başka kuş... Şimdi çarşıya gidebiliriz değil mi? diye karşılık verdi.
Birlikte karar verip hepsi birden çarşıya gitmek üzere yola düştüler. Beğendikleri giyitlerden aldılar. Karısıyla iki çocuğu aldıklarını giyindiler. Pırıl pırıl olmuşlardı. Yüzlerine değişik bir anlam geldi. Yazar kendisine bir deste çizgisiz kağıtla, bir daktilo şeridinden gayrı bir şey almadı Eve geldiler. Hepsinin de içinde birer sevinç kuşunun uçtuğu belliydi. O gün evin içinde duvarlar bile hoş göründü. Yazarın karısıyla çocukları aynanın karşısına geçerek giyitlerinin kendilerine yakışıp yakışmadığına baktılar. Yüzler, sözler, bakışlar değişti. Yazar sedire oturdu, sırtını köşe yastıklarına dayadı. Onların sevincini kendi sevinciyle topladı. Böylece doyurucu bir sonuç çıktı ortaya. Küçücük bir şey neler getirmişti...
Yazar oturduğu yerde kendi kendine:
— Meğer sevinç ne tatlı yapıyor insanları dedi. Yirmi yıl sonra somut biçimde ortaya çıkan bir kuş neleri değiştiriyor. Ah bir de elle tutulmayan. kuşlar görülebilse. Yaşamı değiştiren o kuşlar...

O gün de öyle geçti işte. Güneş bir kez daha batmak üzereydi; karşıdaki dağın doruğunda elindeki sarı mendili salladı durdu.