14.7.16

VATANDAŞLIK AZ GELİR SINIRLAR KALKSIN!


Suriyeliler Baas Partisinden kaçıp, liberal kılıflı yeşil feodal partiye sığınırken, ülke 3'e bölündü.

-Milliyetçi ve uluslacılar "istemezük, zaten bize kıt kanaat yeten adalet, milli gelir, plajlar, tavernalar... Vs." diyorlar. Buna bağlı Kürtler mevcut orantıyı bozmamak için mi neyse, onlar da "gelmesin" diyenlerden.

-İslamcı feodalistler, "gelsin, nasıl olsa taze burjuvazimize taze kan-ter lazım. Yoksa gri liberaller bizi kanter içinde koyacak" diyorlar. Müritlerinin kulakları en yukarıdakinin fetvasında.

-Sosyalistlerimiz de hümanizmin gözüne vuruyorlar yetmişlik rakı gibi. "Gelsinler, adamlar sokaklarda mı kalsınlar! Vatansız insan orospuya benzer, gelen ezer giden ezer, gerisi teferruat..." der gibiler. Konunun felsefi boyutunu ihmal etmiyorlar tabi sosyalistler. Biri soruyor, "ya adamlar Baas Partisinin gölgesinden kaçıyorlar da faşizmin kapanına düşüyorlarsa neden gelsinler ki?

Diğeri soruya soruyla karşılık veriyor, "yoldaşlar, Baas Partisinin kimliği nedir, bilen var mı?" Başka yoldaş cevap veriyor, "hani kaddafinin de vardı böyle bir partisi ya, islamcıydı o bildiğim kadarıyla". Bir başkası Irakta da vardı öyle bir parti….” diyor

Burada aklıma "islam sosyalizmi" diye bir deyim takılıyor. Memleketimizin Müslüman koministleri de baascıdır sonuçta. Fikir babaları ise, kitaplarını yıllar önce okuduğum, kendine hayrı olmayan mısırlı seyyid kutub ve pakistanlı yazar mevdudi tayfasıdır.

Ana fikri nedir islam sosyalizminin (ya da baas partilerinin)?

Şu:

"Mal-mülk Allahındır, öyleyse özel mülkiyet yoktur" demsine rağmen, bazı hadis ve ayetlerin işaret ettiği bazı durumlar özel mülkiyetin olduğuna açıklar. Mesela hadis, "hayırlı kazancın onda dokuzu ticarettir" ve miras. Allahın mülkünü yine kişilerin eşitsiz (ona adalet diyorlar) kullandırmaları gibi.... Mesela üretim aracını devlet birine veriyor, dilediği kadar kar ediyor ve vergisini veriyor, kalanı yine üretim aracına dönüşünce miras olarak gelecek nesle kalıyor.

Üretim aracı her durumda egemenlik aracına dönüşür oysa! İran Şeriatının Sencarisini, Zarrabisini gördük. Gel de anlat bunu iman kütlesine!


İran dedim de... İranlı politikacı Ali Şeriati "insanın 4 zindanı" kitabında şuna benzer bir yorum atıyor:"Karl Marks bütün fikirlerini Kuranı Kerimden almıştır, onda eksik olan imandır" gibi...

"Gett lannn!" diyesi geliyor insanın! Demiyorum, fikir fikirdir yanlış da olsa. Kuranı da Das Kapitali de, hatta Alaman İdeolojisinin özetini de okumasaydım, tarafsız kalabilirdim bu yalana.


“Suriye göçmenlerinin vatandaşlığı” diyorduk.

Yaşama hakkı elbette "amasız"dır da, sosyalizmin emek-değer teorisine göre,

1-Suriyeliler kendi diktikleri ağacın gölgesinde otursalar daha iyi olur.

2-Kapitalizmin koyduğu sömürü kuralının masumiyeti olmaz. Yağmurdan kaçıp doluya tutulmalarını istemezük. Çünkü, burada da gelecekleri karanlık. Karanlığımız geniş yüreğimiz gibi, sığarız ama, birbirimizi göremedikten sonra….

Ha, bir gün Enternasyonalizme doğru yol alırsak, o zaman bütün sınırlar kalkmalı...

Şimdilik diyeceklerim bu kadar.

12.7.16

para, edebiyatın genetiğini bozar

Bir zamanlar, Cem Mumcu’nun keşfettiği “diz üstü edebiyat” vardı. Tam 1 yıl koşmuştum yayınevinin peşinden. Nezaketen, “he hı…” diyerek oyalamışlardı. Oyalandığım dönemde “diz üstü dil altı” (pardon o tansiyon hapıydı, doğrusu “diz altı” olacaktı) çok farkında olduğum bir tarz değildi. Ben yazmıştım, onu da edebiyat sanmıştım. Sevgili Fatih’in Apaçi serileri aklımı çelmişti de, O’nun torpiliyle muhatap alınmamı sağlamıştık. Yayınevlerinin bir yazar adayını eseriyle muhatap alması ille de sanasasyonik çabayla mümkünmüş. Onu öğrendim.

Neden diz üstü dedi buna Cem Mumcu? Nedenini sormadım elbette. Ama soran olmuş ve şu cevabı almış:
"Yazar olan insanların birçoğu hedef kitleyi düşünmeye başlar. Bir metni yazarken onun beğenilip beğenilmeyeceğini ya da satıp satmayacağını düşünmek o metni çuvallatır. Benim bloglarda gördüklerim bu tuzağa düşmemiş metinlerdi."

İnansak mı? Önemli olan okur adayında ilgi uyandırmak mı, bilgi uyandırmak mı? Bu soru burada kalsın öylece.

Diz üstü-diz altı, irticai-dinticari, iki bilinmeyenli denklem gibi mübarekler. Çok satarlar. "Tavşana kaç, tazıya tut" diyen bir sistemin figüranları iş başında. Biri töresel yasaklardan, diğeri bilinmeyen ve hiç bir zaman da bilinmeyecek gizemlerden yola çıkarak sektörünü oluşturmuş da adına edebiyat demişler….

Bütün sanatlar ve hatta ideolojiler için de geçerli bir durum bu. İşin içine ticari kaygı girdi mi, al onu çal başına. Bütün sinsiliğini, ucuza mal ediliş şifresini, cılasını boyasını… içinde taşır. Başkalarının iç hesabı (ona ego tatmini diyenler var) bana ne! Edebiyat ve sanat dediğin şey, insan gizlerine dokunan şifreyi çözmektir. Çözebilene sanatçı denir sonuçta. Servetini artırma çabası içine girip de müşteri çoğaltma tutkusunun örtüsü ticari amaçsa kalsın.

Ancak, eserlerini okuduğumuzda gerçekten de diz üstünde olduğunu anlamak zor değil. Tam adresini sorarsanız, diz ile belin arasında bir yerde. Hakkını yemeyelim, oradan libido çakrasına uzanan bir hat var. Beyninin potansiyel enerjisini biraz da bu alanda yakıyor belli ki. “Ne gider bu yoldan” diye soracak olursanız, msn tipi katledilmiş liberal cümlelerden tutun, abazanlıklara, küfürlere, argolara, yasaklara, itiraflara, fantezilere… kadar uzanan bir yığın gizemli mermilerle ateş edildiğini anlarsınız. Bu mermilere karşı savunma mekanizması , “terbiye patriotundan” dolayı uyku halinde yakalanıyor ve okurun bütün dikkatlerini üzerinde toplamayı başarıyordu. Hani insanda bir merak atraksiyonu var ya? Zaten bilmeyen yoktur başımıza ne gelirse….

Tatmin olan her organ sinmeye koşulludur zaten. Merakla okunan, duyulan konular merak giderilince bir hayalet gibi uçup gitmesi bundandır. Oysa sanatın bilince girmesiyle, orada ne kadar kalacağı ile, nasıl bir değişime neden olacağıdır. Değişim ruhu taşımadan nasıl gelişebiliriz? Aksi durum insanı robot yerine koymaktır ki, bunun alıcısı da yine tüccar kafalılardır. Afedersiniz de ben mal değilim!

Diz üstü bel altının zararı nedir? Valla bana hiçbir zararı yoktur. Hatta stres savama modunda okunurken işe yaradığını da gördüm. Stres gidince o da ardından gidiyor o başka. Asıl hayat ordan sonra başlıyor. Ordan sonrası? Uzun hikaye.

Edebiyat dediğin cinsel tatmin gibi dolunca boşalan ve öylece devridaim olan bir ilgi alanı mıdır? İnsan insana ve insan-doğaya karşı bütün ilişkilerde edebi tutum ardından tekrarını mıknatıs gibi çeker de o yüzden demirbaş.

Klasik Edebiyat, organik sanattır.


2.4.16

cahilliğin arz-talep eğrisi

“Bütün kötülüklerin başı cehalettir” demez miyiz zaman zaman?

İnkar etmeyelim şimdi, deriz valla. Deriz de, laftan öteye gidemezsek, köşeye sıkıştırılmış kedi gibi, bize çarpacak kötülüklere korkuyla baka kalırız hep.

Cahillik! Altınyıldız kumaştan olsa kimse üstüne almıyor “dilenci kılıklılar”dan başka.

Diplomalı ya da diplomasız cahilliğin bir ölçüsü olmalı değil mi? Şahsen kendim, cahil miyim aydın mıyım bilmek isterdim. Bu iş iltifatik sözlerle ya da hissetmekle olmuyor! Herkes egosunun kışkırtmasıyla kendini birşeyler sanınca, itiş-kakışlar, budalalıklar ve ukalalıklar tavan yapıyor.

Şarkıcıdan akıl hocası, futbolcudan kanaat önderi, profesörden fikir suçlusu, veteriner-imamdan TÜBİTAK başkanı... her şey arap saçı gibi. Tabi ki yalan ve kurnazlıklar, bu ortamın arz-talep yasasına göre revaçta kalıyor!

Herhangi bir okul diploması ile aydınlanmayı karıştırdığımı düşünmeyin. Diplomalar meslek için, genel okumalar aydınlanmak içindir. (bu tespitimi farklı bakış açınızla geliştirebilirsiniz)

Hani kan değerlerimiz ölçülür ya? İçinde toplam 15-20 çeşit başlıkta sayabileceğimiz karışımlar vardır. Her değerin sağlıklı insanda, rakamsal olarak belirlenmiş alt-üst sınırları vardır. Bu değerlerin o normal aralıklarda kalması için beslenmemize ve davranışlarımıza dikkat etmiyorsak, hastalanıyoruz. Hatta ölüyoruz da...

İşte, insanın kültür mozağinin de rakamsal bir alt-üst sınırı belirlenmeli.

Her birey ona göre kültürel değerlerine dikkat etse, her makam-mevki, ün, saygınlık… hak edilmiş olmaz mı? Buna “ilişkilerin akordu” diyorum.

Hükümetin yerinde olsam, her şeyi bir yana bırakırım, Üniversite senatolarını harekete geçiririm, cumhurresinden (hatta eşinden ve çocuklarından) sığır çobanına kadar, kategorik türlerde kitap okuma seferberliği başlatırım. Ayda en az bir kitap okumayanı ya kara listeye, ya da "empatik-tedavi" sırasına alırım.

İşe, buradan başlarım memleketimin harabe görüntüsünü onarmaya. Arkası çorap söküğü gibi gelmezse sözümü geri alırım, yeni bir öneriyle tekrar çıkarım.

"Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!


Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım;


Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım".



Yapar mıyım yaparım:)

Devlet ne kaybeder? Belki bu an’a kadar harcadığı kitap masrafını kaybeder, ondan da önemlisi iktidarını kaybeder. Demek oluyor ki bu ülkede kör gider, yol gider.


Okumuş cahil ile okumamış aydın arasındaki farkı anlatan bir öykü dinledim birinden. Onu, “Nar Kırığı” Romanım yayınlandıktan sonra yazacağım öykü kitabına saklıyorum.

5.3.16

İstanbul cnr expo kitap fuarında imza günümden resimler

"Güzel günler göreceğiz çocuklar"

Pazar günü saat:11-12 arası,
Pazartesi günü saat:12-13 arası

1.salon B-20'deki standımızda sizin için imzalamaya devam edeceğim/

Öğretmenim Dergisi Yayınevi
İstanbul, 2016 cnr kitap fuarı








4.10.15

"amele mektebinde SOYLU RÜYALAR" kitabımız yayımlandı

19-Yurt dışı sipariş,Amazon
22- Prefix

Kitabımın yayımlanması için büyük özveri ve emeğini esirgemeyen Yazar, Gazeteci ve Öğretmen Adnan Gündüz
'e teşekkürlerimi arz ederim.
Özgür Yurttaş dizgide, Büşra Çivi editör ve baş yazıda ve diğer yayın kurulu emekçilerine verdikleri emekten dolayı sevgilerimi sunuyorum.
 Edebiyatın ticarete ve kibire bulaştığı bir dönemde, tek kuruş talep etmeden, Öğretmenim Dergisi
Yayınevi yayın kurulunun da değer gördüğü kitabımı zor koşullara rağmen yayımladığı için, bir teşekkürün yetmeyeceğinin farkındayım.....  
Kitabımın, "Öğretmen" ön adıyla varlığını sürdüren bir yayın evi tarafından çıkması hem kitabın içeriği, hem de edebiyat alanının simgesi olması açısından da gurur duyduğum bir durumdur. 
Bu kitap, "eğitim iş ve aşk klasiği" sac ayağı üzerinde pişen yemek gibidir. 
Bu kitap, sıradanlaştırılmış hayatlara düz ayna tutar, görüntüleri engelli algılara yansıtır.
Mağdurların (en alttakilerin) kanıksanmış ezikliklerinin acısını haykırır. 
Sıradanlaştırılmış hayatların sorumlularını, kurban payı gibi üçe ayırır:
1-Bireyin kendi vurdumduymazlığına,
2-Diğer bireylerin kara üzüme bakarak kararmasıyla kara bahtlı topluma dönüşmesine,
3-Üst sorumluluk makamındaki devlet erkinin bu vurdumduymazlığı besleyerek sömürmesine....
Başka açıdan bu kitap, İnsan geleceğini etkileyen mikro faktörlerin, genel kaliteye yansımasını konu edinir.
Hayatını kurmak isteyen az gelişmiş herhangi bir ülke insanının hilesiz, torpilsiz, desteksiz  mücadele ederken karşılaştığı yapay ve doğal zorluklara ve görünmez ayrıntıların neye mal olduğuna dikkat çeker.
Bu kitap, 41 ara başlık altında yaşanmış, hissedilmiş, sıcağı sıcağına kendi kulvarında tartışılmış, tanıklıkların öyküsüdür.
Bu kitapta, mizahı, hüznü, acısı, felsefesi...  kısaca hayatın içi ve en azından ortalama birey olmanın mücadelesi vardır."