12.8.21

SOSYALİZME ve KAPİTALİZME GÖRE GÖÇMEN SORUNU

 

                                                         "Sanatkarın Orak Çekici bin altındır"


Bilindiği gibi Türkiye kamuoyunda “göçmen sorunu” başlığı altında tartışmalar sürmektedir. En başta Suriye iç savaşından dolayı ülkemize getirilen savaşzedeler, dikkat çekici bir sayıya ulaşınca, bazı sorunlar baş göstermeye başladı. İşsizliği körüklemekten tutun,  hırsızlık, kavga, barınma sorunları ve nispeten de kültür farkından kaynaklı çatışmalar olarak görülmektedir. Onlara bütçeden ayrılan pay da rahatsızlık veren konulardan sayılır.

Suriyeli haksız mı?

“Köşeye sıkışan kedi yüzünü cırmalar” sözüne paralel, savaş kaçkını olan ve hayatını yabancı ülkede bir şekilde devam ettirmek zorunda olan insanın (gurup olarak dayanışma içinde olmalarından aldıkları cesaretle) agresif davranışları anlayışla karşılanabilir.

Bunu anlamak için, “onun yerinde biz olsaydık, nasıl davranırdık” gibi bir soruyla başlamak gerekir.

Son zamanlarda bir de Afgan Göçmenleri sorunu eklendi ki onların burada bulunmaları, Suriyelilerden daha farklı amaç içerdiği, daha  planlı gizli bir amaca yönelik risk taşıdığı düşünülmektedir.

Suriyeliler, aile ve çocuklarıyla birlikte yaşamlarını güvence altına almayı amaçlarken, Afganlıların, sadece erkek ve genç olmaları, hatta asker üniformasıyla burada bulunmaları, Amerika’nın Afganistan’dan çıkmasıyla kurduğu bir senaryonun sonucu gibi anlaşılıyor.

Bu guruba yönelik, kendi ülkelerinde beğenmedikleri düzeni değiştirme imkanı varken, Amerika’nın veya Türk hükümetinin bir amacına hizmet etmek için kontrol altında tutulan, kiralık asker iddiası vardır. Bu iddia doğruysa, çok iğrenç ve bir o kadar da masum insanların yaşamına kast edici durumdur.

Kapitalizmin egemen olduğu Türkiye’de kapitalist bir iktidar partisi ve milliyetçi ortağı göçmenlere sahip çıkarken, Sosyalist Enternasyonal üyesi olan sosyal demokrat  parti, göçmenlerin ülkeden çıkarılması için Milliyetçi söylemlerle çırpınmaktadır. Diğer Sosyalist Partilerin bu konuda ne düşündükleri kamuoyuna yansımamıştır.

Bu ne yaman çelişkidir ki göçmen sorunu karşısında roller değişmiştir; ya da en azından ilkesel bir tutum ile açıklamak yerine, milliyetçi söylemlerle göçmen düşmanlığı yapılmaktadır.

Suriye Göçmenlerinin konumu: Kapitalist, emperyalist ülkelerin cırıt attığı bir yerde savaşın tarafı olmak, ancak sınıfsal örgütlülükle mümkündür. Yoksa, Suriye hükümetiyle emperyalist devletlerin işçiye/proleteryaya bakışı çok da faklı olmayacaktır. Öyleyse, Suriyelilerin Esat kontrolünde milliyetçilik argümanıyla savaşmaları yerine, çocuklarını o kozmopolit ortamdan kaçırmaları kadar doğal bir şey yoktur. 

Suriyelilerin bu kaçışı, sonucu bakımından, savaş karşıtlığının bilinçli-bilinçsiz olmasının da bir önemi yoktur. Çünkü, bu ortamda kim için ölüneceğinin bilinmesi yeterlidir. Asıl doğru olan davranışın Esat egemenliği yerine, proleter dayanışmayla düzeni değiştirmek olsa da, bu kaotik ortamda o düzenin hizmetçisi olmayı reddetmek de bir çıkış yolu sayılmalıdır.

BU ÇELİŞKİYİ SOSYALİZM ŞÖYLE ÇÖZER:

“İşçinin vatanı yoktur, bütün Dünya işçileri birleşin.”

Derken, devir değişti, dünya sermayesi “yeni dünya düzeni” kapsamında birleşti. Sermaye için uluslararası serbest dolaşım anlayışla karşılanırken, hatta kripto ve kaçak para taşıyanlara her kapitalist ülke kucak açarken, emeğin/insanın serbest dolaşımı yasaklanmıştır. Avrupa ve Amerika gibi kapitalist ülkeler  de bu konuda sabıkaldır.

Sosyalizmin bu konudaki en belirgin argümanı Marksizm’in sosyal sınıf teorisi olan “Proleter Enternasyonalizmi”dir. Proleter Enternasyonalizm, bütün dünya işçilerinin milliyete bakılmaksızın aynı çıkar etrafında bilinçlenerek örgütlenmesi, dayanışması ve doğayı bütün canlılarla en adil biçimde paylaşma kültürüyle hayatını sürdürmesidir.

Kapitalistlerin egemenliğinde yaşamak zorunda olan misafir emekçiler öncelikle ev sahibi emekçilerin öncülüğünde sermayeye ve onun hükümetine karşı sendikalaşmalı, mücadele ve emek değerini artırmak için de bir meslek edinmelidir. Bu kazanımların ardından örgüt içinde sınıf bilincinin politik kültürünü edinmek için eğitimlere zaman ayırmalıdır.

Sosyalistlerin, göçmenler için “go hme” sloganı yerine, Sosyalizmin emekçiye yaklaşımını anlatarak, hükümetin/milliyetçilerin sömürmesine engel olmak ve sınıf bilinci kazandırma mücadelesi olmalıdır. Yerli emekçilerin alınteri karşılığı zaten kapitalistler tarafından gasp edilirken, bir parçasının da göçmen emekçilerle paylaşılmasında hiç sakınca yoktur.

Göçmenlerin yerli topluma uyum sağlaması ve suç olayları kendi içinde izlenecek, gereği yapılacak ayrı bir konudur. İslam ülkelerinden kaçıp da gittiği yerde İslam tebliği edenlerin ayaklarını yere bastırmak ve kendine gelmesini sağlamak için ayrı bir eğitime tabi tutulmalıdır.

Sonuç olarak, milliyetçi kapitalist hükümetin göçmenlere sahip çıkma gerekçesiyle, Sosyalizmin göçmenlere sahip çıkma gerekçesi tamamen zıttır. Birincisinin amacı daha ucuz emek ve daha fazla sömürü, aynı zamanda kendi iktidarına hizmet edecek kiralık asker,

Sosyalizmin gerekçesi ise, yoksul halkın emperyalistlerin çıkar savaşlarında yem olmaması için savaştan kaçmış olmasıyla, misafir olduğu toplumun aynı sınıfa ait olan bireyleriyle dayanışma içinde olmasıdır./Zihni Örer

29.6.21

yine iş eş AŞK SANIĞI

Dün kitaplığımı karıştırırken, bu kitap ilşti gözüme birden. Aldım, ilk kez görüyorum ve başkası yazmış gibi, rastgele bir sayafa açıp okurken, adeta yapışıkaldım cümlelere.


Baktım ki ayakta sonunu almak beni yoracak, Avrupalı bir okur gibi plajın yolunu tuttum, baştan sona bir daha okudum. "Abooovvv" dedim son cümleyi bitirdiğimde. İçim burkuldu!
Diğer kitaplarımı okuduğumda da aynı hisleri duyarım hep.
Bu kitaba öyle bir saplanmışım ki bir yanım kızgın kumda, diğer yanım Güneşin dikine saplanan sıcaklığında, adeta altlı üstlü kızaran kadayıf tatlısı gibi buldum kendimi.
Demek ki yazarken insan (her insan mı bilemeiyorum) iradesiyle ve tüm varlığıyla, her zamanki kendi olmaktan çıkıyor, hatta cisim olup olmadığının dahi farkına varamıyor, öylece dalıp gidiyor klavye ve sözcüklerin arasında kayboluyor.
İlk kitabım olan Amele Mektebinde soylu rüyalar'da bu durum beni ameliyat masasına yatırmıştı! Ve o kitabın son öyküsüydü o sürecin anlatımı. "Kendinize iyi bakın" başlıklı öyküyü her okuduğumda gözlerim buğulanır, ağlama cimrisi olan gözlerimden birer damla yaş düşer!....




8.4.21

Nar Kırığı Kültür Bakanlığı arşivinde

 


Sevgili Hanifi ile Antalya sokaklarında adalet peşinde koşarken telefonum çaldı. (Sokakta adalet mi aranırmış! demeyin, şehirlerarası asfaltta aranırsa, sokak aralarında da aranır diye düşündüm. Burası ayrı konu). 

-Üstad, sana iyi bir haber vereyim mi? diye başladı söze. 

*Geçenki flash heberin gibiyse kalsın, alıştım artık, inanmam" dedim. 

-Neymiş o geçenki haberim, hatırlamadım?" 

* "Soylu Rüyalar kitabının öykülerinden biri olan "Şeriatın Cartlak Yeşili" başlığından dolayı savcılık toplatma kararı almış demiştin ya? Tam da 15 temmuz sıcaklığını yaşarken? 

Bir kahkaha patlattı ki Adnan Gündüz Hocam:) "trolledim" der gibi. 

-Ha hatırladım, bu sefer şaka değil çok ciddi, hatta "yetmişlik" haber" dedi. 

*Yetmişlik kısmını anladım, o şirketten de... sen önemli haberden söz et. 

-Seni ünlü yaptım. 

*Hocam, ben ünlü olmak istemiyordum ki, zahmet etmişsin. 

-Neden? 

*Çünkü, ünlü olunca kırk yıllık karakter bir günde güme gidiyor, başka biri oluveriyorsunuz. Sizi herkes tanıyormuş gibi yapıyor, ama özünde kimse tanımıyor. Oysa amatör halimle çok mutluydum. Can ciğer dostum oluyordu karşılıksız, koşulsuz falan... Lütfen beni fabrika ayarlarıma geri döndürün. 

-Valla ok yaydan çıktı üstadım, sen artık kendini yeni duruma ayarla. 

* Eee, şimdi sıra geldi nasıl ünlü olduğuma. 

-Senin "Nar Kırığı" romanın var ya? 

*Biliyorum var. Bu kez de o mu toplatıldı yoksa:) 

"Yo, bu şaka değil dedim ya. İşte o kitabın Kültür Bakanlığı tarafından incelenmiş, edebi değeri onaylandığı için, benden 200 adet istediler, TC. kütüphanelerine dağıtacaklarını söylediler. Senin hakkında da bir özgeçmiş bilgisi istediler. Kitabın iyi de okunuyor. Bu ilgiyi görünce ben de merak ettim, kitabı bir daha dikkatlice okudum. Güzel yazıyorsun... 

*Bu iyi haber Hocam, şaka değilse inanırım. Böyle ün dostlar başına. Öz geçmişime yetmişliği dahil edecek misin?"

 -Yoo, adalet dağıttığını ekleyeceğim:) 19-20-21 Ekim kitap fuarına gel de yetmişlik dedelere taş çıkaralım dedi.

 *Tamam hocam, ibibikler öter ötmez ordayım.

14.12.20

AŞK TARTIŞMASI


(oysa aşk tartışılmaz yaşanır diyenlere saygıyla)

GüLten GüLce Sevgili Evrim Devrimciğim paylaşımın altına, yorum yazıp, hop kaçıyorsun.. cevap yazıyorum görmüyorsun bile....🙂☺.bu Evrim Devrim'e göre bir davranış değil.. yoksa, sevgili Zihni hocamın bedduası tuttu da aşık mı oldun..😃😆

Evrim Devrim Sevgili Gülten'ciğim ve sevgili Zihni Örer hocam aşkı tartışabiliriz. Yani olmayan birşeyi...😂

 

-Aşk üzerine bir şiir altı tartışmada sevgili Evrim Devrim bir rest çekti ki bunu bir düello olarak aldık ve sevgili şiirkolik Gülten Gülce ile birlikte Evrim’in restine rest çektik.  Kısaca, “hadi aşkı tartışalım” dedik. Böyle okyanus derinliğindeki bir konuda (gençlik yıllarında) kulaç atmanın, tecrübesiyle  ve şu an bile damıtılmış aşkın mutluluğuna yürek hoplatan biri olarak, “pilavdan dönenin kaşığı kırılsın” gazıyla kolları sıvadık. Maç böyle başladı.

Neyi nasıl tartışacağımızın ip uçlarını verdik.

Evrim dedi ki “aşk da din ve tanrı gibi insan hayatında uydurulmuş bir kavramdır, kendinizi aldatmayın”. Tam böyle demediyse de buna yakın bir iddiaydı.

Gülten dedi ki “ben aşka inanırım, aşksız hayat yağsız yenen bayat ekmeğe benzer, o hayatı mideye indirirken yutkunmakta zorlanırsınız, belki de nefessiz kalarak hayat size işkencehane olabilir” demek istedi.

Ben(deniz) de dedi ki “Aşk, irade dışı, hormanal tetiklemenin sonucu olan bir uyuşturucu duygudur”.

Her ne kadar aşkın ciğerini ezbere biliyor olsam da, aşkın insan beyninde ne gibi değişiklik yaptığını hep merak ederdim. Bu konuda uzman yazıları okurdum. Bir zamanlar arşivime aldığım birkaç yazıdan birini buraya alarak bombayı patlatayım dedim. Tartışılacaksa da beyindeki aşk kimyasallarını harekete geçiren bölümlerin latince terimlerini ezberlemek kolay olmayacaktı. Bu nedenle uzmanını okumak çok daha yerinde olacaktı.

Zihni Örer, Freud da buna benzer yaklaşıyordu konuya (tatmin edilemeyen cinsel arzu). Bir yanıyla aşkın tanımında yeri vardır ancak, eksik kalır diye düşünüyorum.

Aşkın yaş kategorisine göre biçim değiştirdiği bir gerçektir. Sevda dönemi, kırmızılaşma dönemi, kara sevda dönemi, soğuma dönemi, olgunlaşma dönemi...

 "Kadinlar ve erkekler neden birbirlerinin kalcalarina bakiyorlar," diye yazmışsın ya yukarıda, kalçaya bakmak ile aşk arasındaki ilişki, belediye nikahı ile muta nikahı arasındaki ilişkiye benzer. Yani, kalçadan bir aşk çıkmaz ama, gözden ve endamdan çıkar. Sonra nereye varır, kimse kestiremez sonucu😄 Aşk "gözde başlar, dudakta devam eder, yatakta sona erer" diyenler de var.

Dr. Emine Filiz Uluhan diyor ki
İnsanların en özgür olduğu yer hayalleridir ve aşk hayal edilenle gerçek arasındaki fark anlaşılıncaya kadar olan süreyi kapsar. Cinsel doyum sağlamaya yönelik aşerme durumu, belirli bir zaman diliminde idealize edilen bir partnere odaklandığında aşk ortaya çıkar. Elele olmak gözgöze gelmek gibi basit davranışlar bile beyinde aşk molekülü olarak bilinen feniletilamin artışını tetikler. Beynimizde kan akımı değişiklikleri ve nörokimyasallarda değişiklikler olur. Testesteron artışı ile kişi istekli ve eforiktir.. Aşksız seks sıradan bir yemek gibi iken aşk ile yaşanan seks ziyafet sofrası gibidir. Aşk cinselliğin haz garantisidir. Noradrenalin enerji ve heyecan artışı sağlar. Güzel anılarla ilgili hafıza kayıtları ve hatırlama artar. Uyku ihtiyacı ve iştah azalır. Serotonin azalması ile takıntılı zorlantılı hastalarda olduğu gibi inatçı, tekrarlayan düşünce biçimi olur.

Zihni Örer,  aşk gerçek bir olgu, ama kızamık gibi her beden en az bir kez tadar, özellikle (senin de vurguladığın gibi) cinsel açlık, benim vurguladığım gibi yasakçı toplum, görgüsüzlük... vs gibi durumlar kırmızı aşkı tetikleyen etkenlerdir. Bunlara rağmen "olgun aşk" denilen bir türü var ki insan üstünde uyur gibi durmasına rağmen, bazı olaylar onu tetikleyerek açığa çıkarabilir. "Olgun aşk" daha çok kendini "sevgi" olarak dışavurur. Düşün kü iki sevgili/eş birlikteyken o aşkın belirtilerini yansıtamazlar ama büyükçe bir kriz ile kaşılaştığında kızarmaya başlar. Hele kopma noktasındayken kontrol kaybolabilir. Bir mahkeme koridorunda geçen boşanma öyküsü yazmıştım geçenlerde. İşte o olgun aşktır.

Zihni Örer Aşk, Arapça!dan geçme bir sözcükmüş. "Aşaka" sözcüğünden türetilmiş ve sarmaşık demekmiş. Bir yanıyla doğu ve ortadoğu kültüründe aşk böyle anlaşılırken, diğer yandan Sanskritçede  bencillik, açgözlülük demek olunca, iki anlamı yan yana getirdiğimizde aşkı farklı çağlarda ve kültürlerde farklı anlamak olağan sayılır. Mesela, sarmaşık anlamıyla "olgun aşk"=sevgi, Sanskritçe anlamıyla da ergen aşkı, yobaz aşkı, muhafazakar aşkı, kara sevda (ya benimsin ya kara toprağın) gibi anlamlar yüklenebiliyor.

Zihni Örer  Xristina Yunan vatandaşıdır ve Türkçe bilmez. İngilizce çevirinin Yunancadan daha net olduğundan böyle yazmış olabilir. Sen bu yorumla ilgilenmesen de bir ilgilenen çıkabilir. Herkes neyi nasıl anlıyorsa öyle yazmakta özgürdür. Sadece hakaret ve küçümseme yasağı vardır. İşine yarayan alır, yaramayan almaz. O yazının senin sayfanda yük olduğunu düşünüyorsan, etiketi kaldırayım. Benim tarzıma gelince, ben ne düşündüğümü yazarken asla kırıklık, yamukluk hissetmem. Ancak, empatik ve felsefi tartışma tekniğinin, bir konunun saf haliyle anlaşılmasını kolaylaştırdığını bilirim. Bu bakımdan, elimde makas ve hançer tutarak sayfalarda dolaşmam😄. Öyle çarpışarak tartıştığım platformlar oldu geçmişte. Ama şimdi farklıyım. Tarzımı taklit etmeni öneririm😄

Zihni Örer   bu noktada Oryantalizmi devreye koymalıyız. Yani aşka doğulular nasıl bakıyor, batılılar nasıl bakıyor... Bir yerde Oryantalizmi kısaca tartışmıştık. Aslında bu açıdan baktığımızda da aşk anlayışındaki farkı görebiliriz. Burada siysi parti tutar gibi aşk tanımı taraftarlığı yapıyor izlenimi versek de, her üç açıdan bakışın da gerçekliği vardır. Ancak, her bir gerçekliğin bütün kültürlere uyarlanması doğru değildir. Onu demeye çalışıyorum.

Zihni Örer Evrim Devrim ve sevgili GüLten GüLce, Aşk tanımı konusunda her ikinizden de farklı düşündüğüm doğrudur. Çünkü, her ikiniz de birbirine zıt farklı uçlardasınız. Biriniz aşkı salt ruhsal, diğeriniz salt bedensel görüyorsunuz. Oysa beyin nörolojisi incelendiğinde, aşk belirtilerinde her ikinizin de bakış açısından gerçekler var. Bu tartışma ideolojik tartışmalarda anladığımız çıkar çelişkisiyle izah edilemez. Birçok yerde yazdım, aklınızda sadece imalar kalmış olabilir. Tekrar özetliyorum: Aşkta cinsel dürtülerin yeri oldukça fazladır. İlk tetiklenmenin kökeninde de cinselliğin yattığı gerçektir ancak, bu cinselliğin, tabulardan dolayı farkında olunması bastırılmıştır. Cinsellik ne kadar bastırılmışsa, duygusal gerilim de bir o kadar artmaktadır. Aşk, erişilmeze karşı aşırı istek olarak da tanımlanabilir. Düşünün ki bir tuğlayı sadece beton, çimento ya da kum olarak göremezsiniz. Onun içinde çimentosu, suyu, bazen su sızdırmaz ek maddesi...falan vardır. Aşk da böyle. Cinselliği önemli yer tutmakla birlikte, haz alma, uyarılma ihtiyacı aşkı ete kemiğe büründürür. Tartışmalarda nezaket çok önemlidir tabi ki. Amaç karşı düşünceyi yok etmek değil, ya onun anlamasını sağlamak, ya da onun ne dediğini anlamaya çalışmaktır. İletişim/tartışma tekniği konusunda çok iyi övgüler aldığımı gururla belirtebilirim. Şu nada yaptığım profesyonel işimin de gereği budur sevgili Cilloz, ne şiş yansın ne de kebap konusu değildir bu. Doğru bildiğimden taviz verebilirim elbette. Neden? Çünkü felesfi bakış açısında mutlak doğru olmaz.

Zihni Örer Kadınlarla erkeklerin aşka yaklaşımlarındaki farkı açıklayan beyin fonksiyonundan bir özellik daha.
Sexüel duygularla ilgili bulunan başka bir beyin bölgesi de “amigdala” denilen bölgeymiş. Amigdala, beyinde temporal (geçici) lobun merkezinde bulunan çekirdek gurubuymuş. Emosyon (yoğun duygu) denetimi amigdala tarafından gerçekleştirilirmiş. Amigdala çekirdeğinde koku, tat, dokunma ve görsel uyarılara yanıt veren spesifik hüce gurupları varmış. Görsel uyarılara yanıt veren hücre sayısı daha fazlaymış. (endama, gülüşe, bakışa ve sempatik duruşa duyulan aşk kavramının ip ucu).
Erkek amigdalası, dişi amigdalasından %20 daha büyükmüş. Görsel ve cinsel uyarılara karşı erkek amigdalası, özellikle sağ amigdala çok hızlı aktive olurken, dişilerde daha yavaş olmak üzere, sol amigdala aktive olurmuş. (sol amigdala ile hayal kurarak algı ve yoğun duygu oluşturulması daha güçlü denilebilir). Bu bilgi erkeklerde röntgencilik ve pornografinin daha yaygın görülmesini ve kadınların görsel cinsel uyarılar karşısında erkekler kadar hızlı uyarılmıyor olmasını açıklarmış. /M. Demircioğlu-özet

Zihni Örer Bu tezi tartmak için iki farklı uygarlıkta bulunan insanların aşk konusundaki davranışlarını incelemeliyiz. Nedir o? Yasakçı/dindar toplumlarla özgür toplumları, ya da aynı toplum içindeki farklı kültürdekileri... Örneğin, hiçbir modern ya da sosyalist toplumda bir erkeğin aşık olduğu kadına "ya benimsin ya kara toprağın" yaklaşımı olmayacağını... ve hiçbir modern toplumda evli çiftlerin anlaşmazlıktan dolayı ayrıldıklarında intikam döngüsüne girdiklerini düşünemiyorum. Aşkın mayasında cinsellik çok önemli bir yer tutmaktadır. Aşkın duygu dozunu belirleyen etken ise görgü ve özgürlükçülük/yasakçılık derecesidir.

Zihni Örer  kadınlar kendi cephelerinden aşkın özgün yanını net olarak izah edemediler şu an'a kadar. Ancak beyindeki amigdala fonksiyonu açısından baktığımızda, aşka bakışımızın da birazcık farklı olduğunu anlıyoruz. Doğurganlığın duygu ve düşüncenin kökeninde etkili olduğunu okumuştum bir yerde. Beyne gönderilen sinyallerde amigdalanın çalışma biçimi böyleymiş. Tabi farklı algı oranı en fazla %20 civarındaymış. Geriye kalan %80 oranında aşka bakış ve algı aynı olduğu iddia ediliyor. Kadınların aşk krizine karşı savunma ve saldırganlığı da erkeklerinkiyle aynı değil. Kadınların kaçma güdüsü bile aşktan taviz vermezken, erkeklerde kovalama dürtüsü ancak aşkı görünür hale sokuyor. Kahrolma derecesi bile farklı. Kahrolmaya dayanıklılık da öyle farklı....

Zihni Örer Sevgili Evrim Devrim, 88 kuşağından önceki nesiller kız arkadaşıyla cinsel ilişki bir yana, sevdiği kızın bir tek saç telini ele geçirmek için kırk takla atardı😄 O saç telini de kitabının sayfa aralarında ayraç olarak kullanırdı. Bir bilgi daha vereyim, belirttiğim dönemlerde erkek, aşık olduğu kadını rüyasında bile çıplak görmezdi. Üst beyin o kadar titiz çalışırdı. Libido tavan yaptığında bu ihtiyaç aşktan soyutlanır, ancak şeytan ile işbirliği yapılır, başka suretlerde bu sorun yorgan altında çözülürdü (ikiyüzlülük). Şahsen benim hangi kuşak düzleminde yaşadığımı sorarsan, bulunduğum toplumdan en az 50 yıl (sosyalist kültür öngörüsüyle) ileride yaşardım. Cinsel ihtiyaç dahil, asla egoist tutum içine girmeye teşebbüs etmezdim. Ancak, içinde yaşadığımız toplumun ve ait olduğu, ölümcül derecede sahiplendiği kültürün sorumlusu ben değilim. Bu bakımdan, o yazdığın 68 kuşağı sevgili ilişkilerinin ayarından sorumlu olmadığımı, yüksek (hasbelkader) Hollandalı kültür anlayışınıza takdim ederim efendim😄 Ve internet çağında genç olmanın hazır avantajlarını yaşayanların sevgili ilişkilerindeki kazanımları da yeni nesillerin emek vererek kazandığı bir uygarlık değildir. Öyle ki, sevgili GüLten GüLce'nin de anladığını düşündüğüm özgün aşkın özgül ağırlığı bile yok yeni nesillerdeki aşk görüntüsünün. Bizler, sevgiliye mesaj ulaştırabilmek için el kadar bir kâğıda mektup yazıp, bir kibrit kutusunun içine koyarak, evin balkonuna basket topu gibi atarak ulaştırdığımız başarının keyfini sizin nesiller asla bilemez. Pencere camının buğusuna onun adının baş harflerini yazmanın verdiği huzuru yeniler bilmez. Mahallenin bahçe duvarına kırmızı boya ile oklu kalp resminin yazana verdiği haz (sahte bile olsa), msn çetleşmesinde reva görülen sahte cümlelerden çok daha düzeyliydi. Ayrıca, beni tabu tartışamaz konumunda köşeye sıkıştırmaya çalışırken, 90 sonrası nesilleri ile öncekilerin yaşadığı aşkın özgül ağırlığının farkını bilemezsiniz. Ve sonuç olarak, bilgi paylaşımı çerçevesinde pornografiyi bile en ince ayrıntılarına kadar tartışabileceğimden emin olabilirsin. Başka sorunuz? sevgili fesat Cilloz😄📕 (anlaşıldı, bu konuda bir öykü kitabı yazmak farz oldu)

Zihni Örer Aşkın olduğu yerde uyku tutmaz😄 Uyku aşktan kaçar ama aşk uykunun kalbine oturur, kimyasını rüyaya ipotek eder. Aşkta zaman ve mekan yoktur.

Zihni Örer müslüman toplumlarda aşk olayı varsa, müslümanlığa rağmen kaçamak yapılıyordur. Yoksa müslümanlıkta insanın insana aşkı olmaz, ancak ya peygambere ya da Allaha aşk mümkündür. Müslümanlıkta evlilik sadece nesil çoğaltma, kadının sosyal güvenliği, erkeğin de midesine ve cinselliğine hitabeder. Romantizm, aşk, eşitlik yoktur. Evlilerde amir-işçi ilişkisi söz konusudur.

Zihni Örer yukarıda bilimsel analizlerdeki latince sözcükleri parantez içinde çevirdim, bu duygunun insan beynindeki işlevini anlamaya çalıştık. "Aşkın binlerce tarifi olur" denmesinin nedeni beyindeki değişimleri bilmemekten kaynaklanıyor. Belki de bu konu ilk kez bu kadar detaylı tartışılmıştır. Öyle muğlak cümlelerle anlaşılması imkansız. Ancak aşk konusuna yaklaşımı, bir ideolojiye yaklaşım gibi algılayanlar var. Aşk insana haz veriyor, burası doğru ama bu meret doğru anlaşılmadığı zaman çok yıkımlara da neden olabiliyor.

Zihni Örer Evrim Devrim bilginin gerçekliğine itirazım yok. Zaten aşk denilen olgu dna'nın ilk beslenme gereksinimindeki hamlesi değil, o hamlenin beyin bölgesinde geliştirdiği duygu süreciyle birlikte düşünüldüğü andır. dna'ların doğadaki hamlesinin ilk adımı beslenmek, yaşama tutunmak amaçlıdır. doyduktan sonra senin dediğin kopyalanma aşamasına girer. Tekrar edersem, aşkın kökeninde kopyalanma hamlesi dediğin üreme süreci varken, bu süreçteki maceranın oluşturduğu duygu birikimine de aşk diyoruz. Hatırlarsın belki, bu konuyu elektromağnetik oluşumla anlatmaya çalışmıştım. Elektromağnetik oluşum ölçülebilir olduğundan, duygu oluşumunu açıklamak daha kolay oluyor.

Zihni Örer GüLten GüLce bütün yorumlarımı bir araya getirdim. Az sonra sayfanın en altına yapıştıracağım. Kadınların İlk anda cinsel istek duymuyor görünmesinin nedenini yazmıştım. O gizli şifre gibi dursa da Evrim Devrim'in yazdığı gibi ben "doğurganlık" diye yazmıştım, üreme yeteneği olarak da tarif edilebilir. Bir de bastırılmış duygunun şifresi gizli tutulma zorunluğunun da etkisi büyüktür. Üstte yazdığım gibi konuya formel mantıkla değil, canlılığın diyalektik sürecine bakılırsa aşkın da ne olduğu anlaşılır diye düşünüyorum.

14.7.20

iş eş AŞK SANIĞI öykü kitabı bir yarışmanın ödülü oldu



...................................

Kapıyı çalmadan içeri girdim. Salonda kaynanam ve kayın babam oturuyorlardı. Selam verdim, davetsiz oturdum. Belli ki eşim benden korktuğu için anne-babasını çağırmıştı. Kayın Babam dedi ki

"evladım ne acelen vardı! Bu kadar kısa zamanda bu kadar yolu çekilir mi!"

"Senin kızın annesinden aldığı terbiyeyle bana küfür etti, bu küfür beni bu kadar hızlı getirdi" dedim.

"Fesatlığı kardeşin yapmış, kızacaksan ona kız" dedi. Karşımdaki ezik halleri vicdanımı sızlattı. Eşime de hak vermek geldi içimden. Hangi kadın olsa bu olay karşısında çileden çıkar diye düşündüm. Öfkem nispeten dinmişti. Biraz daha konuştuk, ben kalktım. Uykusuz olduğum için başka odaya geçtim. Sırt üstü uzandım, tavana bakarak düşünüyordum. Bütün gecem yolda geçmişti çünkü. Az sonra kaynanam kapıyı açtı:

"Biz gidiyoruz. Ne olur kızımı dövme, O'na kızma!" dedi. Yalvaran yüz ifadesini görünce içim bir başka burkuldu. İki damlacık gözyaşımı tutamadım!

"Söz, ağzımı açmayacağım, elimi kaldırmayacağım" dedim. Kaynanam kapıyı yavaşça kapattı, gitti. Uyumuşum. Kalktığımda saat akşamın altısıydı. Telefonumun şarjı bitmişti.

Patnos çarşısına çıktım. Bir lokantada karnımı doyurdum. Telefon makineme uygun  bir şarj cihazı bulamamıştım. Servisinden akıllı bir cihaz aldım. Eve döndüm, kendimi salona tekrar kapattım. Evli olduğumu bir türlü algılayamıyordum. Kanepenin üzerinde öylece uyumuş kalmıştım.

Sabah kalktığımda eşim kapıya geldi, benden özür diledi.  Sesi titriyordu. Birden kayboldu.  Kalbimde aşka benzer, tuhaf bir ürperiş oldu. Ama, ortadaki binbir çelişki bu aşkın adresini karıştırmama neden oluyordu. Öylece kanepenin üzerine kapanarak ağladım.

Artık parçalanmış bir adamdım ben. Gün geçtikçe her parçam birbirinden uzaklaşıyordu. Ortada bir dava, davadan çok kanunsuz bir aşk vardı. Ve bu davada mantık ve akıl herkesi haklı çıkarsa da, duygularım yalnızca kendimi haklı gösteriyordu. Aklın ve duygunun barışık olacağı bir düzey var mıydı? Başka insanlarda bu olayın seyri ve hukuku nasıl işliyordu?

Eşimle vedalaşmadan, sessizce evden ayrıldım.  Telefonu açtığımda Songülen’in beni bir çok kez aradığını gördüm. Henüz evdeki eşimin üzerimde bıraktığı vicdani ağırlığı atamamışken, Songülen üzerime tekrar ek yük bindirmişti. Neylersin ki O'na dönecektim ve cevap vermeye mahkumdum. Aradım.

"Alo…" der demez,

 "seni çok merak ettim" dedi.  "Telefonun neden kapalı?" diye sordu.


...........................