2.3.14

İnkar et gitsin lan

Adamın biri evlenmiş ama geçimini sağlamak için iş aramış, bir türlü bulamamış. Allahtan rızık dilenmek için camiye gidip dua etmeye başlamış.

"Allahım, bana hem bir iş kapısı aç, hem de oğlan çocuğu ver, İbrahim Aleyhisselamın yaptığı gibi onu senin yoluna kurban edeyim" demiş. 

Allah bu işsizin dediğini yapmış. Çocuk vermiş, bir de rızık verip zengin etmiş bir şekilde. Sıra çocuğu kurban etmeye gelince kara kara düşünmeye başlamış. Çocuğunu bıçak altına yatırmaya kıyamamış haklı olarak! Başka bir yol aramış. Müftüye danışmaya karar vermiş.

 "Hoca Efendi, ben bu çocuğu kurban etmek için Allaha söz verdim, ama şimdi kıyamıyorum. Bir dua etsen de çocukların yerine Allah bir kurbanlık koç gönderse? 

Müftü, "hayır olmaaazz, söz verdiysen kurban edeceksin tabi ki" demiş. 

Adam şaşkınlık içinde! Müftüye kızmış. Dinden çıkmak da olmaz! Uygun bir fetva bulabilmek için başka bir hoca aramaya koyulmuş.  Sormuş soruşturmuş, en iyisi bir ayağı dinde diğer ayağı politikada olan bir hoca önermişler.

"Tayyep hoca bu işin piri demişler. Adam koşmuş tayyep hocaya:
"Hocam, ben böyle böyle Allaha söz verdim, Allah da sözünü tuttu, söz tutma sırası bana geldi şimdi. Çocuğumu kurban etmeye kıyamıyorum, başka bir dua okusan da, Allah  "ateist, solcu, teröristlerden" bir kurban atsa yukarıdan olmaz mı?" 

Hoca cevap vermiş:
O senin dediğin iş zor. Onlarda kurban olacak göz var mı! Dur sana daha kolay bir yol söyleyeyim.

"Neymiş o yol sayın hocam?"
-Bak müslüman, Allaha o sözü verirken yanında gılıçdaroğlu var mıydı? 
"Yoookkktuu".

-Öyleyse inkar edin gitsin lan.

17.1.14

savaş kadın ve erkek


"Buradaki olayların (savaş) yalnızca erkeğin kendini kadından üstün gördüğü bir dünyada gerçekleşmiş olduğunu gözden çıkarmamalısın. Amerikalıların "erkeğin dünyası" dediği bir alanda. Diğer bir deyişle, kaba kuvvetin, mizahtan yoksun bir kibrin, asılsız bir saygınlığın ve eski çağlara ait bir budalalığın hâkim olduğu bir dünyada."

 "Erkekler savaşı sever çünkü bu onlara ciddi görünme imkanı verir. Çünkü bunun, kadınların kendilerine gülmesini engelleyen tek şey olduğunu sanırlar. Böyle bir durumda kadınları nesne konumuna indirgeyebilirler. İki cins arasındaki büyük fark da budur.

Erkekler nesneleri, kadınlarsa nesneler arasındaki ilişkiyi görür. Nesnelerin birbirine ihtiyaç duyup duymadığını, birbirini sevip sevmediğini ve birbirine uygun olup olmadığını. Biz erkeklerde olmayan ve savaşı kadınların topuna birden iğrenç -ve de absürd- kılan bambaşka bir duygu boyutudur bu.

Sana savaşın ne olduğunu anlatayım. Savaş, ilişkileri görmedeki bozukluktan kaynaklanan bir psikozdur. Birbirimizle kurduğumuz ilişkileri. Ekonomik ve tarihi durumumuzla ilişkilerimizi. Ve en çok da hiçlikle ilişkimizi.
Ölümle."
Bir süre sustu. Maskeli yüzü şimdiye kadar hiç görmediğim ölçüde yoğun ve içine dönüktü......

./Büyücü-John Fowles-Sayfa:419 

31.12.13

umut ektik tırpanları masatlıyoruz


Bir on yılı daha farklı rengiyle yitirdik. Sonuçta kapitalist bir cumhuriyetle yönetiliyoruz. Rejimin karakteri gereği, her on yıllardan al birini vur ötekine! Kimisi darbelerle, tamamı vurgunlarla, çoğu cinayetlerle, var olan ekonomik değerleri pazarlamakla geçip gitti!!

Bir sonraki yıla yeni bir değer ekleyerek giremedik.

Küçük bir azınlık ekonominin kaymağını çalmak ve sömürmekle ele geçirip, bir öncekinin üzerine katlamalı koyarak arsızca yaşamaya devam ediyor. Vatan coğrafyasının en cennet köşelerinde canlı cesetlerini ikamet ettiriyorlar.

Ulusal gelirin paylaşım adaletsizliği istatistik bilgisi çarpıklığın foyasını ortaya döküyor.

Birçoğumuz sürüngenliği kendimize layık görürken, daha iyisini hak ettiğimizin farkında dahi olamıyoruz. Bu yaşam kalitesinden daha iyisine layık olduğunu farkedenler, olup-bitenlere fikir, çalıp çırpanlara ekonomik değer üretiyor. Sabır sınırında öfkeleniyor, sokalarda hem ses hem görüntü veriyor.

Kazandıklarımıza değil, kazanabilme imkanlarımızıdaki yitiklerin kökenindeki bilgisizliğe ve inatlığa haykırıyoruz daha çok. Feodal dönemlerin kara sayfalarını tari,he gömdüğümüzü düşünmek yanıltıcı olmakta. Sömürü her türlü kılıkta ta iliklerimizde dolaşıyor.

Kazancımızın ölmeyecek kadarı kendi bütçemize dönerken, artıdeğerler patronun cebine zuladan giriyor. Devletin vergi toplama-dağıtma politikası gereği, ulusal bütçeye giren masum vergilerin ana damarı da benzer kanallara akıyor.

Ulusal bütçede biriken alınteri karşılıklarının bir kısmı (sadaka kıvamında) sürüngenlerin en altta kalanlarına sus payı ve oy ücreti olarak dönerken, diğer bir kısmı enflasyon uydurması yüzdesinde buharlaşıp, şaibeli kanallardan, gizli ellere tekrar dönüyor.

"Büyük yolsuzluklar" ile, "küçük hırsızlıklar" lügatimize farklı kavramlar olarak yerleşiyor. Çalıntının büyüğünü "gören" suçlu ilan ediliyor, küçüğünü "yapan" hapisle cezalandırılıyor.

Hırsızın peşinde olduğu miktardan fazla bütçe, alarm-güvenlik şirketleri ve emniyet güçlerine dönesermaye olarak aktarılıyor. Toplumda hammaddeden gerçek üretim yapanların sayısı, laklakçılardan daha az sayıda olduğu halde, "az"a razı olma stratejisinden dolayı çark bir şekilde dönüyor. Fedakarların sayısı, savuranları ihya ediyor.

"Büyükler (yönetenler) ne yaparsa en iyisini yapar, küçükler (yönetilenler) kayıtsız şartsız tezahürat yapmakla yükümlüdür" anlayışı, dini-milli duygularla paketlenerek. "değer" olarak dikte ediliyor.

Yönetimlerin memnuniyetsizliği karşısında kaşlarını çatana ünlüyse bir suç icat ediliyor, yargılanıyor, mahkum ediliyor; sıradan birey ise aynı sınıftan paralel kişilerin kontrolüne devrediliyor.

Her yeni yıl, bir önceki onlarca yılı aratıyor. Zaman ilerlerken, beklentilerimiz patinaj yapmaya devam ediyor. Her patinaj lastikleri bir daha yakıyor.

On yıllarımız diğer yandan dua ile, dilek ile, umut ile, eylem ile karman çorman akıp gidiyor.

9.1.13

kışı umuda yazıyorum



Nehirİda (Ebru)' hatırlattı, teşekkürler

Seri yazmakla, yazmaya  ara vermek arasında üreyen küf ile ancak, cephane biriktirmekle  başa çıkılabilir.

Cephane. Kitap. Okumak.

Ve  tv. haber görüntüleri...

Kışın  sert "gri"mserliği   Akdeniz'in narenciye renklerine işlemese de,  çocukluk yıllarımda, kar yığıntıları yüksekliğinden,  damdan dama  atladığımız rezil günlere daldırdı beni.

Tv. haberleri,  Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisine uygun sırlanmak yerine, popülariteyi gazlayarak gündem dayatması, kar görüntülerinin kaygan zemininde taa uzaklara savuruverdi.

Gördüklerim magazinden ibaret, düşündüklerim topraktan betonarmeye savrulan bir yaşam hikayesi. Yolcuların araçları saplanır kar'a,  benim hayallerim.

Doğduğum köy ilk dokuzda kaladursun, beni savuran içimdeki fırtınalar, onuncuyu aradığım günleri getirdi önüme.

Onuncu köy  umut, değişim ve özgürlüğün ekim arazisini barındırdığından sıcak.
 Karzedeliğin kaderzedelik olmadığı sıcaklıkta bir yer. Umut, aşk ve devrim dedikleri....

Genel olarak,  işler  iyi gidiyormuşçasına sarkıtılan sırıtkanlık  karşısındaki protestsizlik  ayıp karşılanır bizim (onuncu) köyde. Gitmesek de gelmesek de onuncu köy bizim... ama gidip gelmek gerek. "Gidip dönmemek, gelip görmemek" olsa da işin ucunda.

Yazı düşünerek yazmalı hiç olmazsa, arayı soğutmadan, yaz sıcaklığı tadında kalmalı....

Yazmak boşalmak ve dolmaktır yeniden.

Köylülerin gecekondulara sıkıştırılıp, oradan kömür mezarlığına tıkmayı "işsizliği önlemek" olarak övenleri tarihin çöplüğünde boğmaktır yazmak. Unutmayı ayıplamak, ortadan kaldırmaktır bir de.

Onbir yaşımda ayrıldığım ve bir daha dön(e)mediğim bizim köye internet gelmiş, uydu-çanak anten gelmiş,  Afyon mermerinden cami minaresi gelmiş.
 Miras zinciriyle küçülen toprakların, oda içi alanı kadar paylaşıldığında, traktör dönmeyen boyutuna çözüm gelmemiş. En az üçten fazla üreyen nesil, en yakın kentlerin betonarmelerinde kapıcılık meslek yarışına girmişler. Amerikan yardımları ekim biçim işlerini askıya aldırmış. Nesil işsiz ve politikacı avcılığına koyulmuş.

Heryöne 500 dakika ile aldığım bu haberlerin ardında kalan sırlardır asıl haberler.
Yazmak istedim bunların hepsini, yazacağım uzunca....

Mahmut Makal'ın Bizim Köy kitabını yeniden keşfetmek geçti içimden.   
Topraktan Betonarmeye Z dönüşümün Mahmut Makal'casından gramer farkını anlamaya çalıştım.  

"Yazmak ufku yağlamaktır"  diye ulu bir söz ettiydim bir yerde. Pişman değilim.
 Bir daha diyorum, yazmak, ufku küften arındırmak, yağlamak ve düşünce akışkanlığını hızlandırmaktır. Yazmak, farkındalığı artırmak, "işverenler neden hiç  iş kazası geçirmezler?"  diye sorabilmektir.  Zonguldak maden işçisinin ölü bedenindeki kömür karasını, kara kader" olarak anlayanlara küfretmektir bir de......


17.12.12

“HAVADAN SUDAN DÜŞÜNMEK”

Havalar soğudu.
Su ve kar potansiyeli fizik ve kimyamız aracılığı ile ruhumuza (torpilli müdürlerin becerdiği gibi) mobbing terörü uygulayadursun, her kışın ilkbahara çıkan yol olduğunu biliyoruz.
Algımız, gitarın mi teli kadar tiz bu mevsimde. Gazı koz, rakıyı gazoz gibi anlamak her an olasılık kapsamında.

Winziplenen ruhumuzun üretkenliği daralmakta, motorlar benzin yerine yağ yakmakta.

Ağrılar kışkırtılmaya eğimli. Romatizmalar azsa da, romaNtizma mevsimine çeyrek kaldığını hatırlamakta fayda var.
Oysa bir gün Mart da gelecek, kara kedi dam üstünde aşka zıplayacak.

Pamuk kıvamındaki kara bulutlar yastık kılıflarına basılacak, kedilerin aşk yatağına eklenecek. Bulutlardan emilen suyu dağlar ovalara, belediyeler Şubat’ın kova burcuna akıtacak.

İzelenmeme rekoru kıran trt ve spor payı gibi vızzıklar faturaya eklenerek, biz avanak kullara satacak.
Havalar soğudu. Su buz olacak; sonra da tersi…
Başka mevsimlerde ter olarak bedenimizi terk eden emek suyu, bu mevsimde grip suyu olarak burnumuzdan akacak. Biz yine çalışıp yorulacağız. Torpilci sektör yine kaytarma masasındaki bilgisayarda spider solarite oynayarak aybaşı kovalamaya devam edecek. Onların Kap-kaç-italist efendileri de, Kar suyunun yağmur fırtınasında savruluşunu, pencerenin buğulu matlığına parmak çiziği atarak görecekler.

“Havadan sudan meseleler” önemsiz konular anlamıyla anılmaya devam edecek. Çünkü bu düzen bu gidişle asla değişmeyecek! Hava ve suyun, vazgeçilmez, özelleştirilemez yaşamsal ve sıtratejik gereklerden olduğunun farkına varılmayacak; havadan sudan… biçiminde küçümsenerek, bedavadan emilmeye, atmosfer kirletilmeye, bacalar tütmeye devam edecek. Çok yakında su gibi hava da özel-leş-tirlecek, Allahın havası ve suyu birkaç vatansevicinin üretim aracı olarak, biz frkındasız kullara buz kazığı olarak geri dönecek.

Bunu biliyoruz da refleks ile değil, “bir durup düşünürsek” öyle….