31.1.24

Edebiyat İntihal (hırsızlık) davası hakkında

 




Elif Şafak'ın "Siyah Süt" kitabını yaklaşık yarısına kadar kuyunca bırakıp kenara atmıştım.
Oysa ulus ötesi bir üne sahip yazarı eleştirmek ne haddimeydi!
Desem de, ünlü olmanın yolu yordamı çok da etik ilkelere veya başarıya bağlı olmayabiliyor.
Resimlerdeki kitap kapaklarına bakın, dava nedeniyle aynı içeriğe ve kaliteye sahip olduğu anlaşılan iki kitabın baskı sayısı:
Sinek Sarayı: 4. baskı. Mine Kırıkkanat'ın 90'lı yıllarda yazdığı roman.
Bit Palas : 22. baskı. Elif Şafak'ın 2000'lerde yazdığı roman.
Soru: Mine'nin kitabı neden 4. baskı yapabiliyor da, Elif'in kitabı 22. baskıyı satıyor?
Sponsoru veya reklam gücü mü? Yoksa, edebiyat değeri mi?
OLAY!
Mine Elif'i mahkemeye vermiş ve ilk mahkemeyi kazanmış.
İddia ve hüküm: Elif Bit Palas'ı yazarken, Mine'nin Sinek Palas kitabını "intihal" etmiş.
İntihal (TDK):Başkalarının yazılarından bölümler, dizeler alıp kendisininmiş gibi gösterme veya başkalarının konularını benimseyip değişik biçimde anlatma; aşırma.
Bu olayda ilk benzerlik kitapların adında görülüyor. Sinek bit olmuş. Saray ise palas...
Kitabın daha bir çok yerinde determinist bulguyla, "formülasyon benzerliği" tespit edilmiş.
7 serili "Bir Apaçi masalı" kitaplarının yazarı sevgili dostum Fatih Akdere (Angutyus)'un bir sözünü hatırladım.
" Ben yazarım ama hiç kitap okumam" demişti. "Çünkü, kitap yazarken okuduğun kitabın etkisinde kalman mümkün. O zaman kendi kurgun değil, okuduğun kitabın etkisi yazdığına siner; kitap senin değil, taklit ettiğin yazarın olur" diye gerekçelendirmişti.
Sevgili Fatih'e bir derece hak vermiştim.
Ama öyle de..... yazıyoruz diye hiç okumamak doğru mu?
Değil elbette.
Yazar için herhangi bir kitap okumanın bir soğuma süreci olacaktır. O süreç bittiğinde yazmanın etkileşimi de söner demiştim.
Ceza hukukunda da böyle bir gerekçe var. Olay üzerinden 1 ay geçmeden dava uzlaşmaya gitmez. Bu süreye "soğuma süresi" denir.
Yukarıdaki olayda da böyle bir arızadan söz edilebilir.
Sözü fazla uzatmadan, Elif Şafak Mine'nin Sinek Sarayı'nı okumuş, direk intihal etmese bile okuduğunun etkisinde kalarak bilinç altına sızdırmış olabilir.
Bu durumda, %5 oranında (bu oran nasıl ölçüldüyse) benzerlik olması doğal karşılanabilir.
Bence olay budur, ya sence?

28.10.23

CUMHURİYETİN 100 AKI VE 100 KARASI

1923-2023 arası
Hayırlı Cumhuriyetler".
Desek de, bu iş "demek"le değil, "emek"le olacak bir şey.
Yetmez!
Cumhuriyet bir saksıdır, içine nasıl bir çiçek koyacağınız ve o çiçeğin nasıl bir renk ve koku sunacağıdır önemli olan.
Hükümet başkanını halkın seçmesi de değildir önemli olan.
Hükmet başkanını seçecek bilgi-kültür-bilinç birikiminin ne olduğu önemlidir 21. yüzyılda.
***
100 yılda geldiğiniz nokta, başkalarının 50-70 yılda geldiği noktanın yarısına bile ulaşamamışsa, övünmek için tek nedeniniz olabilir. O da, sokakta yaşamayı, hapiste yaşamaya tercih etmenin mantığına dayanmanızdır.
Onurlu insan, kendisini bir sülalenin/soy’un yönetmesini mutlak hak olarak görmez. Sözüm ona Osman soyu, 21. Yy’dan sonra bir toplumun veya ülkenin sahibi olarak tanınmaz. Gönüllü kölelik düzeni olan Padişahlık, krallık, şeyhlik… gibi yönetimlerin uygar dünyada yeri olamaz.
Rakip Emperyalistler tarafından iğdiş edilmiş olan Osmanlı yönetiminin iktidarsızlığından medet ummak yerine, onu tarihe gömerek, yeni bir devlet kurmak her yiğidin harcı değildir. İktidarın padişah soyundan koparılıp, tüm toplumun bileşke iradesiyle yönetilmesi düzeni teorik olarak şahanedir. Yetmez, gelişim sürecinde daha ileri adımlara ihtiyaç olacağı kesindir. İleri adımlar için ise ileri görüş şarttır.
Sözüm ona, geri vitesine takarak ileri gidilmez.
Kemalist Sistem, zamanın konjonktürel gerekleri dikkate alınarak, Halkçılık ve Devrimcilik ilkesiyle, sınıfsız ve ileriye gelişmeci toplum mesajını vermiştir.
Milliyetçilik, Devletçilik ve Laiklik ilkeleriyle ise, Ümmetçiliğin direnişine karşı daha daraltılmış ve kontrol imkanı kolaylaştırılmış alternatif bir toplum/yönetim modeli olarak düşünülmüştür.
Cumhuriyetçilik, Teokratik düzenin alternatifi olarak hem simgesel, hem de diğer ilkelerin şemsiyesi konumunda bir anlayış olarak kabul görmüştür.
Kemalizmin kendine has ideolojik bir ekonomik modeli yoktur. Dünya savaşlarının iki kutbu olan ABD kapitalizmi ile Sovvet Sosyalizminin ortasında bir yerde durmayı "pragmatizm" kapsamında düşünmüş olabilirler. "Karma ekonomi" denilen, bir ayağı Sosyalizmin planlı kalkınma (devletçilik) modeli, diğer ayağı ise kapitalizmin serbest piyasa üretim modeli olarak kurulmuştur. (İzmir İktisat Kongresinde).
Bir anlamda Sosyal Demokrasi modeline yakın durduğu iddia edilen karma ekonomi, emeği sermaye karşısında tam da uçurumun kenarındayken tutma anlayışıdır.
Atatürk sonrasındaki gelişmeler tam da Feodal yönetim biçimine dönüşmüştür. Kapanın elinde kalan, emeksiz zenginleşme (yağmacılık) devri sürdürülmüştür. Politika tamamen zenginleşme aracı olarak kullanılmış, “millet sevgisi (milliyetçilik)” olarak da yutturulmuştur.
***
Yıllara göre iktidar olan siyasi parti ve görüşleri bu iddiayı doğrulamaktadır.
Ortayolcu İsmet İnönü CHP'si:14 yıl
Solcu Ecevit CHP'si.....................: 3,5 yıl
Sağcı Ecevit DSP'si.......................3,5 yıl
Sağcı Menderes DP'si........:.........:14 yıl
Sağcı Demirel vs. DYP'si.............:13 yıl
Sağcı Özal vs. AnaP.....................:10 yıl
Sağcı Tayyip vs. AKP'si...............:21 yıl
Toplam........................................:79 yıl.
***
Tabloda görüldüğü gibi,
Sol (Sosyal Demokrasi) Ecevit yönetimi sadece 3,5 yıl
Sağ partiler ülkeyi 75,5 yıl ülkeyi yönetmiştir.
***
100-79=21 yıl, solculara sosyalistlere ağır darbe vuran ve sağ partilere zemin hazırlayan ara darbe dönemleri olmuştur.
***
Atatürk’ün 6 Oklu yönetim projesi ülkeyi, Savaş dönemi olan İsmet İnönü dönemini çıktığımızda,
Solcu Ecevit dönemi olan azınlık iktidarıyla, sadece 3,5 yıl yönetmiştir. Bu dönem, tarım toplumu olmanın gereği olan dönemde Köy kent projesinden, sanayileşmeye yönelindiğinde sendikal örgütlenme haklarının alındığı dönemdir.
80 yıldır yöneten sağ partiler, ülkeyi Batı dilencisi olmaktan kurtaramamış, feodal düzenlerini kurmuşlar. Beceriksizliklerinin faturasını ya “enflasyon canavarı” gibi hayali bir güce, dış güçlere, solculara ve Kürtlere, hatta son yıllarda LGBT’ye kesmişleridir.
YAŞAM KALİTESİ HAKKINDA
Türkiye 2019 dünya devletleri yaşam kalitesi sıralaması 44. 2013 sıralamasında 51. 1988 sıralamasında 41.
İnsani Gelişme Endeksi'ne göre Avrupa ülkeleri listesinde Türkiye 48. Sırada.
Yaşam kalitesi en yüksek ülkeler, (Arabistan Katar hariç, demokrasinin en doğru işlediği ülkelerdir. Dolayısıyla o ülkelerde sol düşünce oldukça güçlüdür. Sivil ve askeri darbe söz konusu değildir. Dinlerin yaşama hakimiyeti yok denecek kadar azdır.
Yaşam kalitesi en düşük ülkelerin başını İslam ülkeleri çekmektedir. Birleşik Arap emirliklerinde yaşam kalitesinin yüksek çıkmasının nedeni, dünya zenginlerinin (Dubai gibi) ticaret merkezi olması ve en işi düzgünlerin bulundu bir yer olmasındandır.
Yaşam kalitesi herkes için yüksek imkan sunsaydı, İslam ülkelerinden kaçanlar Trakya/Ege denizinde boğulmayı göze alarak Avrupaya gitmeye çalışmaz, Birleşik Arap Emirliklerine akın ederlerdi.
Küba’daki yaşam kalitesi testi de uç bir örnektir. Emperyalist ambargodan tutun, sakıncalı ideoloji görülmesiyle devam eden durumdur. Bir şeriat ülkesinde zengin olarak yaşamaktansa, Küba'da herkes gibi yoksul olarak yaşamayı yeğlemek daha mantıklıdır.
“Bir toplumdaki yaşam kalitesinden bahsedilirken sadece yaşam süresinin uzunluğu veya gelir düzeyinin yüksekliği değil, tüm bu boyutlardaki çeşitliliğin ve elde edilen düzeyin de ifade edilmesi gerekiyor. Üstelik, bir toplumdan bahsederken sadece en iyilerin ulaştıkları seviye değil, aynı zamanda ortalama insanın ulaştığı seviye ve en mahrum konumda olanların durumlarını da değerlendirmek gerekiyor.”/DR. Argüden
Sağ Partileri anlatan bir banka reklam hikayesi:
“Yok aslında birbirimizden farkımız, ama biz Osmanlı Bankasıyız.’’
İşte 100 yılın özet hikayesi.
İnsan doğasına göre davranırsa, bir değerin nimetlerinden yararlandığı kadar gurur duyar. Kölenin gurur duyacağı şey ağasının kimliği değil, özgülüğünün icra imkanıdır.
Cumhuriyet'in yukarıda yazılan sapmalara rağmen, özellikle kadınlara tanınmış olan haklar bakımından bile kutlamaya değer.
Osmanlı özlemcisi olan kadınların "cumhuriyet 100 yıllık reklam arasıdır" derken bile cumhuriyet nimetini yalayıp yutarken.....


Tüm if

27.6.23

“OKURU BOL OLSUN”

Yeni yayınlanmış kitabın tanıtım yazısı altına, kitap okumanın yararına inananlar tarafından yapılan klasik yorumdur.
 
-Bir kitabın okuru nasıl bol olur?
Tanıtım yazısında konu merak uyandırırsa ve kapak kompozisyonunda “albenioku” mesajı varsa, yazarın tanınmışlığı yüksekse, kitap konusu ulusal çapta taze gündem ise....
Her şeyden önemlisi, kitap okumanın yararına inanan bir toplumda yaşıyorsanız o kitabın okuru bol olabilir.
 
Hatır için kitap okunur mu?
Evet, hatır için de kitap okunur. Arkadaşlık veya sohbet dostluğu kurulan yazarı onore etmek ve biraz da desteklemek amaçlı alınır ve okunur.
Aktif çevresi geniş olan yazarın kitabının okuru bol olur. Mesela bir okulda öğretmenseniz, iş yerinde yönetici veya sendikacısıysanız, yazdığınız kitabın okuru domino taşı gibi birbirini tetikleyerek etkiler.
Genellikle Ortadoğulu toplumlarda bel altı ve akıl dışı konularla (mesela dini içerikli) kitapların okuru bol olur.
Mizah, aşk ve acımtırak içerikli kitaplar çok okunur.
 
Bir kitabın okuru niye bol olsun ki?
Hayal gücü ve sorgulama kapasitesi gelişsin diye.
İçinde bulunulan toplumda bilgi, iletişim kalitesi, sanat ve edebi tutumların, yaşam kalitesine katkısı anlaşılıyorsa, o toplumda, yüksek oranda kitap okunuyor demektir.
Bilgi, kültür ve mesleki liyakat yerine, torpil mekanizmasının yaygın olduğu toplumlarda kitap okuru olmak bir kesim tarafından “ahmaklık” olarak bilinse de, azınlığa göre daha şiddetli ayrıcalıktır. Bu ortamın kitap okuru muhalif olmanın riskini her durumda üstlenen demektir. Çünkü, okumak özgüveni gerçek anlamda yükseltir.

Okuru bol olsun.
Bu biraz da nezaket/niyet gösterisidir ve basit açıklaması şudur:
“ben aslında genel olarak kitap okumam. Okursam da klasikler dururken senin amatör yazılarınla zaman harcamaya niyetim yoktur.
Veya, kitaplarla aram veya param yoktur, bu yüzden beni muaf tut lütfen, ama benim dışımdakilerin okumasını hatırın için isterim.
Bu bir anlamda duadır, dilektir ve böyle platonik kitapseverler de vardır.

“Boş zamanlarınızda nelerle uğraşırsınız?
Boş zamanlarımda yemek yerim, kitap okurum, müzik dinlerim.
Du bir dakka! Boş zamanlarında yaptığın eylemler, dolu dediğin zamandakine bin çeker.
Enerji toplamadan yerinden kalkamazsın. Aç karnına aşk olmaz. Öyleyse yemek, iş yapmak için asıldır. İşi becermek için de bilgi ve moral asıldır.
Kitap bunları sağlamaz mı? Öyleyse neden boş zamanların dolgu malzemesi olsun kitap? Yani olsa da olur, olmasa da... türünden bir şey mi?

Elin adamı (uygar dünyanın adamı) atelyedeki tezgah başında veya memur bürosunda çalışırken bile müzik dinliyor. Lüksemburg’da Fabrika müdürünün buluşudur bu proje. Atelyeye müzik kolonu tesisatı döşetiyor ve bir merkezden müzik yayını yönetiyor. Her ay, çalışanların müzik zevklerini anketle ölçüyor ve çalışanların zevklerine göre müzik türü sağlıyor.
Amaç, çalışanların moralini yükselterek, verimin arttırılmasını kışkırtmaktır.
Demek ki müzik, özellikle kitap okumak boş zamanların dolgu malzemesi değil, genel performansın temel gıdasıymış.
 
Yazarının hatırı için kitap okunur mu?
Okunur bazen. Yararı şudur:
Durgun bir göle taş atarsınız, taşın düştüğü yerde bir çember oluşur. O çember büyüdükçe, gölün kıyısına kadar genişler.
Sözüm ona yeni yazılmış bir kitabın dikkat çekmesini ilk tetikleyenler, yazar popülerse yazarın adı, yazar (benim gibi) garibansa yazar ile hatır gönül ilişkisi kurarak, kitabı ilk okuyanların olumlu tepkileridir.
Bunlar çok değerli kültür elçileri, hatta yazara not veren öğretmendir. İster bol not vererek okunmasını sağlar, isterse o kitabı kebap kömürünü tutuşturmakta kullanır ve doğada yer kaplamasını önler.

Resimler:
Özgür Sanat Dergisi’nin 3 aylık 2023 Haziran sayısının 81. Sayfasında “Kitap ve Sapık” başlıklı bir öyküm yayımlandı.
 
Sevgili Seyla Kayı "Alanya'da Liebe" kitabımızı görünce, hedefe direk kilitlenen füze gibi, şu resimdeki mesajı bırakmış:
"Yüreğinize kaleminize sağlık, bir kitap kurdu olarak alınacaklar listeme ekleyeceğim". Demiş. Ama, “okuru bol olsun" dememiş:))
Bu (ortadaki) resimden kartpostal yaparak, bayram tebriği niyetine zarflara konulup, yaymalı:)

***

Yakın zamanların en dikkat çeken kitap yorumlarını arz ediyorum:

Yeşim Türker:

....  Ama binlerce kitap okumuş ve okuyan doktora yapmış biridir.

Okuması tek taraflıdır.  Ne demek istediğimi şöyle açıklayayım.  Sizin kitabınızı aldım ' Iş Eş Aşk Sanığı '. Kapak önsöz ve arka kapaktan üç aşağı beş yukarı bir fikir edindim.  Kendi çapımda bir hipotezim oldu.  Bu kitap ....... hakkında olmalı diye.  Okurken sentezlemeye başladım.  Nasıl mı yaşanmışlıklar ile , bilinç altındaki diğer bilgilerle ve gerekirse acaba mı diye sorduğum sorular ile ilgili karıştırdığım kitaplar sizin bana aktardığınız bilgi ile sentezlenmeye girdi. Kimi yerde yok canım dedim. İşte orda karşıt düşünceler devreye girdi.   Sonuç olarak  bir anti tez ürettim.  A şahsi mı haklı B şahsi mı, ya da toplum değerleri öğretirken acımasız gibi.  Kendi çapımda bir anti tezim oluştu. 

Bu tarz okumanın faydası nedir?  Yorucudur beyni fazla uğraştırır.  Nöronlar bilgiler arası bağ yaptığı için beyin çapı büyür.  Her sunulan bilgiyi doğru kabul etmez araştırır.  Ve en önemlisi herkesi her şeyi okur.  Karşıt fikirler bile önemlidir.   

.........

Zihni Örer  hocam kitapla ilgili konuşmak istediğim çok şey var. Çok güzel sohbet konusu olacak şeyler.  Ben çok beğendim kitabınızı ve bir şekilde  değerler eğitimi kaynağı oldu bana.  Sizi gördüğümde uzun uzun anlatacağım ... çıkarımlar olmayan okumak lafı güzaf gibi oluyor. Toplumumuzda okumak ve okuduğunu anlamak  kavramının içi bomboş. Ne yazık...




7.6.23

"Alanya’da Liebe" Roman çıktı

 "Alanya’da Liebe" Romanı gerçek kişiler dinlenilerek yazılmıştır.

Roman, ana tema olarak 2 bölümden oluşmaktadır: Adem’in Petra ile tanışmadan önceki hayatı, Petra ile tanıştıktan sonraki hayatı.
  Çiftçi Adem Liseyi beldede okuduktan sonra köyüne dönmek istemez, hayatını Alanya’da binbir zorluklarla sürdürmeye çalışır. Askerlik öncesi ve dönüşünde de ısrarla denediği halde üniversiteyi kazanamaz, iş bulamaz, hayatına bir düzen kuramaz…. "Asılırsan da alaman ipiyle asıl" halk deyişine kapılarak, Alman Petra ile tanışır.

Petra
242 sayfa olan kitabın 123. sayfadan sonrası, Petra’nın Almanca olarak yazdığı kaba anlatımlar, Google çevirisi ile edebiyat diline dönüştürüldü.
Roman büyük oranda gerçek yaşamdan alınmış olsa da, bazı bölümlerinde bağlantılar kurgulanarak daha anlamlı hale getirildi.  
  
Roman’ın as kahramanlarıyla nasıl tanıştık?

Kahramanların bir kaçı yaşadıkları maceralarda yerel "mafyamatik" örgütlerle, diğerleri de “eşine şiddetten” dolayı mahkemelik olurlar. 
O mahkeme dosyalarında görevli olmam nedeniyle tesadüfen tanışmış olduk. 
Hikayeleri “tam romanlık” olduğu kanısıyla, tarafları özel zamanlarımda dinledim ve bu kitabı 2 yılda yazdık.
 
Kitap kabaca ne anlatır?

Sembolik olarak, Anadolu'nun abazan ve yoksul erkeklerinin yabancı kadın ile evlenerek, “kapağı Avrupa'ya atma” hayallerinin ön macerası da denilebilir. Köylü gençler turistik kentlerde tecrübeli ve paralı Alman kadın kovalarken, bizim romandaki hikayede gerçek bir aşk vardır.
Oysa Adem’in karşısına çıkan Alman Petra çoğu Avrupalı kadınlar gibi kendisine hizmetçi abazan genç erkek değil, gerçek ve doğal süreçte gelişen aşk bulduğunu anlatır.
Gerçek bir Aşk ama, sosyolojinin kültürel gen uyuşmazlığı bir türlü yakasını bırakmaz.
Bu “bırakmaz” sözcüğü belki de bu romanın 2. Ciltini yazdıracaktır bize. Petra öyle istiyor çünkü. “Bu hikaye burada bitmez” diyor. Hatta “ben bitti demeden bitmesin” diyor.
Kim bilir, belki bir film yapımcısı romana talip olur da sinema filmi yapar. Petra ise böyle bir filmde başrol oynayacak kadar kültürlü, gösterişli ve yetenekli bir kadındır. “Bakacağız” (Petra bu sözcüğü çok sevmişti).
Son olarak, bu romanda iyi bir dil bilimci bir çok yazım hataları bulabilir. Biraz zorlasam kendim de daha sade yazılmasını gerçekleştirebilirdim. Fakat, olayların macera yönü, romanımızı biraz da şımarık bırakmayı gerektirdi. Yanılmıyorsam, Bertold Brecth’in bir kitabında okuduğum bir hikaye tam da bu tür mıncıklamanın, eşyanın doğasına aykırı olduğunu anlatır.
Şöyle:
Site yönetimi bahçedeki bir ardıç ağacına şekil vermesi için bahçıvanı görevlendirir. Bahçıvan makası eline alır, çıkıntılı dalların uçlarını keserek işe başlar. Site sakinleri ağaç tıraşını izlerken bahçıvana her kafadan bir komut verirler. Biri der ki bu yanı uzun kalmış az daha kes. Diğeri der ki bu kez de burası uzun kalmış buradan kes.... Bir o yandan bir buyandan dengeleyip düzelteyim derken, bir de bakar ki ağacın dalları gitmiş, başında güdük bir görünüm oluşmuş.
Yönetici bu manzarayı görünce, eyvah demiş; keşke estetik saplantısı uğruna doğal haline hiç dokunmasaydık.
İşte bu düşünceyle, romanı bir aşamadan sonra fazla mıncıklarsam, doğasını bozmaktan korktum.  İddialıyız.