4.5.12

Meliha Güneş ve türkü tadı

-->

Meliha Güneş  40 günlük bebek iken  Muş depreminin yıkımından bir rastlantı sonucu kurtulmuş, oradan Ankara’ya yerleşmiş şanslı insanlardan biri.  

Meliha Güneş’in müzik hayatının,  birbirinden farklı üç döneme ayrıldığını anlıyoruz.
İlk döneminde oldukça coşkulu, iliklerine kadar heyecan duyarak söylediği türküler, bir süre sonra zor  dönemden geçtiği hissini uyandırıyor. Bu döneminde  birkaç türküsünde kırılma, mekanize ruh, hüznün notayla uyuşmazlığı izlenimi veriyor…
Son  birkaç yılda  toparlandığını ve  profesyonelliğin tahtına tekrar yerleştiği, güncel yaşamındaki coşku ve moral katsayısından ve bunun müziğine yansıyışından anlaşılıyor..

Profesyonelliğini, soy adından aldığı “Güneşin Kızı” ünvanıyla eşleştiriyor sevenleri.
“Deprem Kızı”,  yurdumuzun  doğusundaki  halkın kara kaderine tanıklığını hafızasından silmemiş,  sesinin tellerine ve duygusunun kıvrımlarına yerleştirmeyi başarmıştır.
Moral hamurunu, uygarlık yarışında nal toplayanlara karşı duyduğu öfkeyle yoğuranlardan biri.

  Toplumunun dışlanan kesimlerine karşı limonata tadında bir tavır ki, öfkesini bir demet gül arasında sunabileceğini, hayat felsefesinin sözlere dökülen kısmından ve sosyal ilişkilerindeki hümanist ataklığından anlıyoruz.

Ses frekansındaki sinüsoidal dalganın  fiziksel güzelliğiyle eşleşen valsine rağmen, magazin medyasının ilgi alanı dışında kalışı,  seçkin duruşuna yorumlanabilir.
Sesindeki (aslında sesine yansıyan özel yaşamındaki) bütün (olası) pürüzlerin giderilmesi bir yana, artık böyle bir sesin, dinleme rekoruna gidecek müzik tarzına neden yönelmediği merak konusu? Naçizane böyle düşünüyorum.

16.4.12

ben dindar nesil iken

Din inancı, doğduğumuz gün kaderimize biçilen kültür normunun en klasik biçimi olduğundan, beni okuyan aslında kendini okumuş olacak. Kendini okumanın ötesinde, örneğine az rastlanılacak değişim-dönüşümün süreci okunmuş olunacak. Cesaretin, düşünmenin, iç özgürlüğün kişilik gelişimindeki etkisi okunacak. İçinde bulunduğum aile ve toplum gelenek-kültürüne empatik, sempatik, estetik, yeri gelince restleşik başkaldırının öyküsü okunacak... 

Böyle bir öykünün bütün detaylarını yazmayı düşündüm ama, esnek ve karmaşık yapısından dolayı şimdilik özetlemekle yetineceğim. Ancak, yaşamımda özleşen, yeni bir paradigmanın oluşumunu sağlayan noktaların dikkate değer olduğunu düşünüyorum.

İstemeseniz de, rekabet ve savaş dünyasında donanımlı ve mutlu birey olma yolunda bütün engelleri hayatımızdan silip, vals kıvamında ilerlenecek yaşam tarlası peşindeyiz. Yoksa, başkasının tercihine dokunarak ego tatmini değil eleştirel çabamız.

Bu niyetle, asırlardır iliğimize işleyen din kültürü, bireysel olduğu gibi, toplumsal irademizi de ipotek altına aldığından, farklı çıkışlara yönelmek çok büyük çaba ve cesaret gerektirmektedir.

Ben böyle bir ortamda dindar nesil iken, doğduğumda, kulağıma üflenir gibi, kuran ayeti okunduğunu biliyorum. Bebeklikten çocukluğa terfi ettikten sonra her sabah erkenden kalkan Babamın makamlı okuduğu kuran ile uyanırdım.

Bizde müslüman olmak bir ayrıcalıktı (şimdi de kalanlara öyle). On yaşıma kadar çocukluk dönemimde üçerli, altışarlı, onikişerli ve 12 yaşımdan sonra otuz günlük orucu eksiksiz tutmakla övünç duyardım; kendimi kahraman hissederdim. Bayramda Babamın elini öperek, orucumu O’na verdiğimi söyler, karşılığında para alır, sevinçle bakkala koşardım.

Çocuklar için büyükler tarafından, bayramlarda alınan hediyenin, harçlıkların, ilginin ve en üst değerde sevilmenin karşılığıydı dindarlık imajı. Maddiyat asla önemsenmez, maddi ihtiyaçlarımız bu yüzden bastırılmış gizli gerçeklerimiz olarak kalırdı.

Okula gitmeden önce ilk tanıştığım kitap, Kuran ve ammecüzü (kuranın bir kısmını içine alan) bir kitap idi.

Kuran kitabının, ailede anlamını kimsenin bilmediği “o ne diyorsa en iyisini der” inancıyla arapça okunuyor olması çok olağan, salt saygı ve iman gereğiydi.

Duvarda tam karşımızda bez bir çanta içinde asılı duran, başımızı her kaldırışta göz göze gelinen kuranın bizi her türlü kötülükten, cinden periden ve hatta cahillikten (burası geniş konu) koruyacağı bir güç gibi algılanır. Kuran olan odaya şeytan girmez. Kuran kitabının üzerine başka hiçbir eşya konulmaz, göbekten aşağıda tutulmaz.

Kuran kitabının öğütlerinin, yirmibirinci yüzyıl uygarlık düzeyinde, tam yaşanabileceğini akıl süzgecinden geçirmeye gerek duymadan, ona iman etmek yeterli.

Böyle bir güdüleme serüveninde dindarlık sıfatı gurur duyacağımız ve cennetin anahtarının sağ cebimizde olduğu garantisini pekiştiren bir ruh dinginliği.

Ben dindar nesil iken hafızamda ve gönlümde anıt gibi duran kavram dürüstlüktü. Şüphecilik, adeta şeytan karakteri gibi algılanan lanetlik bir şeydi. Şüphecilik inkarcılıktı ve cezası “arasat dağı”nda, “sırat köprüsü”nün altında kaynayan “katran kazanı”na düşmek ve orada işkenceyle yanmaktı.

Bize cennetin renklerini gösterip, dünyalıklardan soyutlayarak, uyumlu, miskin “allahın adamı” sıfatıyla övülmek için, bütün söylenenleri özümsemeye çalışırdık.

En yalnız kaldığımız zamanda ve yerde, “biri bizi gözetliyor” duygusuna biraz da korku karışan davranışlarımızı, hatta içimizde tuttuğumuz duygu ve düşüncelerimizi dizginleme gereği vardı. Herhangibir söz ve davranışımızı, bizi yukarıdan gözetleyenin nasıl karşılayacağını kaygı eden bir korku ve tedirginlik içinde kısıtlardık. Böyle durumlarda en garantili yolun, büyüklerimizi taklit etmenin dışında hiçbir özgün davranışta bulunmamaktı. Hırsızlığın, haksızlığın, benzer belaların bu duygudan yoksun kalındığı için kolay yapıldığına inanırdık.

Herhangi bir konuda hareket, söz ve davranış sınırlarını-ölçüsünü kendimiz koyarak, diğer bireyi kendi çemberimizde sorgulama misyonunu üstlenirdik. Biz oruç tutuyorsak, diğerinin oruç tutmadığını sorgulardık. Faizli para kullanmaya “dinden çıkma” korkusuyla cesaret edemiyorsak (ki aslında diğer bireylerin kınama endişesi ağır basmaktadır) döviz kurlarının nemasından yararlanarak, maddi kazanç yolunda hülle yapmayı seçenler köşeyi dönen yeşil sermaye gurupları olduğunu bildiğimiz halde, politika arenası bu alanı sorgulamamızı önlerdi.

Hadis ve ayetlerde döviz konusu işlenmemiştir. Oysa, faiz ile aynı kapıya çıktığını düşünmek bile istemeyenler saf dindar kalabalıktan ayrılsa da, onları avuç içinde tutmayı başarıyorlardı.

Kendisi alkol alıyorsa, diğerinin alkol alması konusunda esnek davranır, sigara içmeyen içeni sorgular, kendisi içiyorsa sorgu halı altına süpürülür.... gibi. En katı tutumumuz, bizim inandığımız kıvamda inanmayanı insan saymazdık.

Din’ler moral konusunu “huzur” ile açıklamaya çalışırlar. Dinler kılçıklı moralin (moralsizlik) alt yapısına müdahale etmek yerine, ondan kaçınmayı, tıkırtının, çatırtının geldiği yöne bakmak yerine, ona gözleri-kulakları kapayarak yok saymayı öğütlediğini sonradan, eleştirel düşünme cesaretini kendi iç özgürlüğümde bulunca anlamaya başladım. 

“Tevekkel Allah” sözüyle, “Allaha güven, gerisini merak etme ama tedbirini al” anlamında kurulan ikinci eş cümle ile, aslında “sen allaha güvenme, kendi tedbirini kendin al” demek olduğunu “iman ve diyalektik sürtüşmesi” olarak kabul edebiliriz.

“Sabır” ve “şükür” kavramı “moral katlini” yok etmek yerine yok saymayı ifade eden bir şeydi… Sartre bu durumu şöyle açıklar: “korkudan kurtulmak için tüm hedeflerini karartmıştır”.

Hayır ve şerrin allahtan geldiğine inanmak ile, şerri kaldırmak için kurulan şeriat hükümeti arasında temel çelişki olduğunu düşünmeleri imkansızdır. Allahtan gelen ile savaşmak şeriat hükümetinin ya da dindar bireyin iç çelişkisini fark etmek, salt iman engeline takılır.

Buna benzer bir yığın çelişkiler, bir düş, hayal, ütopya kapsamında sürdürülebilir ancak. Gerçek yaşamın ritüellerini daha somut veriler üzerine kurduğumuzda, daha özgün yaşayacağımızı düşünebiliriz.

Aslında lider dindarların günümüzde, binbeşyüz yıl önceki din kurallarına göre yaşamadıklarını, hayatlarının asıl dayanaklarını beşeri sistemlerin ürünlerini taklit, hatta onların deyimiyle iktibas ettiklerini biliyorum. Örneğin, zengin olmak, kendi çıkarı için çevresindekilerin çıkarını gasp etmek, ayetlerin anlamlarını değil, imalarını kendine yontarak, dünyalık eylemlerindeki ego kalıntılarına onay uydurmanın, çok yaygın bir taktik olduğunu düşünüyorum.

Bütün bunlardan daha özgür düşünme yeteneğini kazanmamda şevket yücel’in katkısı çok büyük oldu.

Aklıma vurulan kelepçeyi sökmek için önce “farkındalığı” kazanmaya çalıştım. Farkındalık insan beynindeki mevzide uyuyan bir potansiyel gibi. Bunu tetiklemek için birkaç hamle gerektiğini deneyerek öğrendim.

Hamle deyince akla önce iç özgürlüğü önemsemek gelir. Farklı yaşam biçimini merak edip de bardağın dolu yanını görmeye çalışabilmek için ilk adımı atma dürtüsü nasıl doğar insan beyninde?

Bıçak sırtı gibi bir durum; ince ve keskin.

Düşünün ki, benim yerime her şeyi düşünmüş olan biri var, o benim kişilik, kimlik ve yaşama biçimim üzerine proje yapmış olmalı. Öyleyse soru sorma ve merak giderme hakkım olmayacak mı?

Bunun sakıncası aklımı karıncalandırmıştı. Bireysel güdülerimin, ufkumun, farklı yanlarımın, bütün kişilik ölçülerimin farkında olmayan, benim ve bütün cemaat üyelerinin üzerine aynı şablonu koyarak, bir ergenin mastürbasyon ihtiyacını peygamberin hadisiyle biçimlemeye çalışarak, günümüzü yaşamaya çalışmak.... gibi bir biçim elde etme projesi, benim farklılıklarımı ve özellerimi yok saymasına nasıl katlanılabilir.

Örneğin, “özgürlük” heyecan denizine açılacak olan teknenin en ideal motorudur. Özgürlüğün özgürlüğünü doğru yerinden zapt etmek gerekir yoksa, evrenin sonsuzluğunda içine hidrojen üflenmiş bir balon gibi yokluğa doğru savrulmak da var işin içinde.

Özgürlük ile korku, ateş ile barut gibi, asla bir kişilikte barışık duramazlar. Toplumun üzerinde kişisel çıkar yapılandıran güçler, korkuyu özgürlüğün üzerine çullandırırlar. Özgürlük boyun eğmez, gücü azaldığında ancak intihar eder. Meydan korkuya kalır ki, toplum insan olmaktan çok, robotlar atelyesine dönüşür....

Ben dindar nesil iken de çok kitap okurdum birçok dindar nesil gibi. Eski okuduklarımın yeni kişiliğim ile okuduklarımdan farkı, son zamanların güncel yaşamına muhalefetliği yakalamaya çalışan, eskinin farklı anlatım yazılarından başka şey değildir.

Kuran öğretilerini bilim karşısında güç duruma düşüren ayetleri ve hadisleri sündürerek yorumlanan kitaplar cankurtaran simiti gibi gelir dindar nesillere. Kitap içeriklerinin tutarlı olup olmadığından çok, “laf geçirme” diye tanımlanabilecek yeni sözcüklerle eski öğretiyi biraz da sloganımsı anlatan yazılar....

"Ben dindar nesil iken gururumu ayakta tutan en dinamik özelliğim, dürüstlüktü" dedim yukarıda.

O kültürde dürüstlük sıfatının rajonu, “karşılığı düşünülmeyen, salt vericilik”ti. Sanırım asrın modern belası olan Kapitalistlerin işini kolluk kuvvetlerinden de önce koruyan, kolaylaştıran bir etkendi din inancının dürüstlük anlayışı. Salt vericilik ve itaat yanı beslenen bir nesil yarattıklarında, işleri büsbütün kolaylaşacaktı.

Kaldı ki dürüstlüğün, dinlerin tekelinde olmadığı pratik hayattan da kolayca anlaşılabiliyor.
............
geniş konu, uzun hikaye...

2.4.12

duygusal kumrunun, kumrusal ben hayranlığı


Yıl 2012, Baharın Nisan ayı idi . Kaygıları tartışılsa da, henüz politikanın bu kadar çığırdan çıkmadığı yıllardı.
Avrupa birliğinin insani yasalarıyla cilveleştiğimiz, ucuz politikalara rağmen, nispeten güzel şeyler de vaad edilen zamanların son günleriydi. Sosyalleşme umudumuz politikleşmeye esir düşmemişti henüz. Baharı, şiiri, edebiyatı, sanatı, romantizmi, tatili... ve bil umum güzel şeyleri hissedebiliyorduk.
Bu yazı ve video, o ruh haliyle ilgi alanımıza sızan ve o zamanda karaladığımız manzaralardan biriydi:
***
"İşte bööle bööle böööle tıngırdatırken, havada kişneşen kumru sesleri tabandaki çekirge sesine çakılıvermişti. Yalnız sesiyle değil ki, az sonra bir kumrunun sol yanımda, biletsiz konser izleyen bir gariban gibi tünediğini görecektim. Fırsatı ganimete dönüştürme zamanıydı. Bu bir teklifti sanki.
Kameramın namlusunu, gez-göz ve arpacıktan tam kumrunun kalbinin ortasını nişan almıştım.
Bir orkestaranın bileşenleri olarak içimiz gıdıklanıyordu.
Bahar ayının ılık bağrında yer vardı bu aleme. Orkestra en doğal yoldan ancak bööle kurulabilirdi; biz de bööle kurmuştuk. İddialıydık. Meydan okumuştuk bütün o seslere. Rakipsizdik. Artık Ajdar efendi kendine yeni rakipler arıyordu. Acuna da ihtiyacımız yoktu. Hiç olmazdı zaten...
Biz üç kişiydik. Çekirge, kumru ve ben(deniz). Kumru kanadından bir kalem koymuştu ortaya. Gökyüzünün mavi zemini üzerine küçücük bulutlardan mürekkep damlatmıştık. İmzaladığımız kontratın kalemini bu mürekkebe batırmıştık.
Kefilimiz karşı zemin kattaki Çingene Hayriye idi. Hayriye bütün hücrelerine kadar müzik insanıydı. Üçgen sac ayağı dayanışmamızı kareye dönüştürmek için Hayriye’ye teklif götürmüştük.
Hayriye, “ben assolist olurum” demişti. Çekirge, “ben vokal yaparım”. Kumru, “ben dans ederim”. Ee, bana da tıngırdatmak kalmıştı. Keyiften dört köşeydik...
 “Fabrika kızı” bir rastlantıydı. Tıngır-mıngır hayriye, gel beriye beriye....
derken, bu günlere geldik. Hep virüs, ölüm, kriz ve korku ve siyasi kumpasları konuşuyoruz artık! Baharı ve aşkları değil...

20.3.12

Blog yazmanın düşündürdükleri



Yan sütunda “ayın en çok aranan başlıkları” var. Bu başlıkları görünce arada bir gözden geçiriyorum. Yıllar önce hangi acelecilik ve ruh haliyle yazılmışsa, bir yığın yazım ve kurgu hatalarıyla karşılaşıyorum. Bu konulara gösterilen ilgi o hataları düzeltme sorumluğu yüklüyor bana. Zaman sorunum yine aynı olsa da, yazıların özüne dokunmadan, yazım hatalarını ikinci müdahale avantajıyla bir şekilde ayıklamaya çalışıyorum.

Blog yazmak benim için geçici bir heves değil. Eskiden yerel gazete ve dergilerde, ulusal gazetelerin konu yorum bölümlerinde bir şeyler karalarken, internet avantajı bu işi daha seri yapmamıza yaradı.
Okumak yemek gibiyse, bilgi vitamini ufkunuza güç katıyor. Hep vitamin depolamak bir süre sonra  nasıl ki kolestrol, yağ gibi olumsuzluğa dönüşebiliyorsa, ardından spor yaparak dengeleri sağlıyorsunuz.
Yazmak  da okuyarak ve düşünerek ufkunuzda biriktirdiğiniz bilgi enerjisinin fazlasını deşarj ediyor, onu daha rahat işlerliğe dönüştürüyor, yenisine yer açıyor.

Bilgi enerjisinin asıl önemli bölümünü günlük yaşantımızda davranış, algı, üretim ve moral olarak harcıyoruz.
Bireyin günlük tükettiği elektrik ve su miktarı uygarlık ölçüsü sayılıyor da, öğrendiğimiz, ürettiğimiz ve tükettiğimiz bilgi miktarı neden uygarlık ölçüsü sayılmasın.

Hani “mutlu toplum” istatistiğinde yoksul bir Afrika ülkesi en başlarda yer almış ya? Bazen düşünüyorum da acaba mutlu olmak için hiç düşünmesek mi? Mutsuzluk sorunları fark etmek ve karamsarlığın morale yansıması ise, mutluluk ancak bir şeylerin farkına varamadan yaşamak olabilir.
 Frekansı düşük mutluluklar çoğaldıkça, onura kadar dayanacak ve sonunda onu da elimizden alabilir ki, kalsın.

  Konuyu dağıtmayalım lütfen. Ne diyorduk? Blog yazmak... Hani nerde o birkaç yıl önceki hevesler ve aktif yazanlar?
İlgisizlikten hatta bilgisizlikten Blog asla terk edilmemelidir.

İlgi dediğimiz reyting ise,  durun biraz düşünelim:

En iyi amatör yazanlardan istisna vardır ama, ünü ulusal kaynaklarda tescillenenler en fazla reyting alıyorlar. Buna ek olarak  bel üstü (dini) ve bel altı (seksi) konuları yazanlar en çok ziyaret ve katkı görenlerdir.

  Blogu “msn” gibi kullananların ziyaretçi sayısı da oldukça fazla. Bunları küçümsemiyorum. Hatta çok da gerekli olduğunu, insanoğlu-kızının bir başkasının günlük yaşamını merak etme ve ona göre bir norm oluşturma fırsatı olarak da görüyorum.

Biz ise mütevazi orta sıralarda, reytingi değil, motivasyon alışverişini aynı samimiyette sürdürebilenlerle muhatabız. Bazı Blog yazarları gibi burasının da ziyaretçi sayısıyla ile ilgili bir hesabı  yoktur Hele tarzınız ve konu seçiminiz protest ise, çok da balıklama atlanmasını beklemiyoruz. Bu tarz bloglara ilgi biraz cesaret ister hepsi o kadar.

Bir de “popülerlik” kuruntusundan söz etmeliyim. Profesyonel aydın,sanatçı, muhabir, ya da bu statüye ilk adımını atanlar, etrafıyla diyaloglarını koparıp, ya da yok sayıp, kendini “erişilmez” görenleri hiç sevmiyorum. Yazınızın altına yorum yazılıyor ve siz en ince nezaket ve dikkat ile onu cevaplıyorsunuz. Bu öncelikle sizin insana olan saygınızdan geliyor.
Blog yorum penceresinde asıl yazı ile ilgili yorumlara verdiğiniz karşılıklar yazanı ve aynı zamanda tartışarak okuyanı motive edeceği kesindir. Bu durum sizi daha sorumlu düşünmeye ve yazmaya itecektir. Böylece toplumsal iletişim, bu teknolojik olanaklarla daha da ritimli hale dönüşecek, davranışlarımıza yansıyarak, ortak doğruları egemen kılmada gereğini yapmış olacağız. Buna dikkat eden birkaç Blog yazarını saygıyla anıyorum. Onlar kendilerini bilirler.
 z.örer

18.3.12

Karıştırma pohu çıkar

aşırı zenginleşmenin formülü

Adamın biri yoğurt satarak zengin olmaya karar verir. Kafadan bir hesap yapar, günde şu kadar satarsa bu kadar kazanacak. Üretimde yoğurt miktarı o kadar çıkmaz.
“İneğe verdiğim yem süt olacağına bok olmuş”  diye söylenir. 

Kara kara düşünceden Ak ak çıkış aramaya koyulur.

“Madem ki elde  bir yoğurt bir de bok var,  (un var şeker var) öyleyse geriye pasta yapmak kalıyor” diye düşünürken gözleri ışıldar.

İlk manevrasını  yapar, yoğurt kaplarının tabanına inek bokunu, üstüne de bir miktar yoğurt koyar ve ambalajlar.

Muhasebeyi düz getirmenin sevinciyle,  yoğurtları pazara götürür.

İlk gelen müşteri yoğurttan  tatmak için kaşık ister.
Yoğurtçu hınzır bir gülücük ile, “karıştırma pohu çıkar” diyerek, isteği karambole boğdurur.

Müşteri anadolu saflığıyla kinayeyi hayra yorumlar, yoğurdu alır, parasını öder.

Evde kaşığı bir saplar ki ne görse!  
Üstü beyaz altı yeşil! 
Koşarak satıcıya gelir, “ulan sahtekar yoğurtçu... diyerek başlar ve ne kadar bildiği küfür varsa savurur. Sinirleri yatışmıştır artık.

Yoğurtçu bu anı sabırla bekledikten sonra, kalabalığın gözlemlerine hitaben alır sazı eline.

 *Derdini söyle gardaşım, niye öfkeleniyorsun böyle! İnsan önce bir Allah’ın selamını verir ve sonra  sıkıntısını dile getirir.

-Kaşığı bir daldırdım yoğurt kabına, altından bok çıktı!”  Anlamıştım yılışıklığından, bu işte bir bokluk olduğunu.

*Ben sana demedim mi “karıştırma pohu çıkar diye?”  Alla allaa, bu insanlar da hiç laftan anlamıyolar ya! Eğitim şart bu millete gardaşım, eğitim şart. Ahlak da ondan önce şart.  Dürüstçe uyarıyom, adam geliyo beni suçluyo.  Başıma ne geldiyse dürüstlükten geldi zaten. Böylelerine var ya, kabına yoğurt bile koymayacaksın, sadece bok yedireceksin. Bok al bok sat bokoğlu boktan laf yeme. Hasminallahu ve ni mel vekil ni mel mevla...
z. örer