16.4.12

ben dindar nesil iken

Din inancı, doğduğumuz gün kaderimize biçilen kültür normunun en klasik biçimi olduğundan, beni okuyan aslında kendini okumuş olacak. Kendini okumanın ötesinde, örneğine az rastlanılacak değişim-dönüşümün süreci okunmuş olunacak. Cesaretin, düşünmenin, iç özgürlüğün kişilik gelişimindeki etkisi okunacak. İçinde bulunduğum aile ve toplum gelenek-kültürüne empatik, sempatik, estetik, yeri gelince restleşik başkaldırının öyküsü okunacak... 

Böyle bir öykünün bütün detaylarını yazmayı düşündüm ama, esnek ve karmaşık yapısından dolayı şimdilik özetlemekle yetineceğim. Ancak, yaşamımda özleşen, yeni bir paradigmanın oluşumunu sağlayan noktaların dikkate değer olduğunu düşünüyorum.

İstemeseniz de, rekabet ve savaş dünyasında donanımlı ve mutlu birey olma yolunda bütün engelleri hayatımızdan silip, vals kıvamında ilerlenecek yaşam tarlası peşindeyiz. Yoksa, başkasının tercihine dokunarak ego tatmini değil eleştirel çabamız.

Bu niyetle, asırlardır iliğimize işleyen din kültürü, bireysel olduğu gibi, toplumsal irademizi de ipotek altına aldığından, farklı çıkışlara yönelmek çok büyük çaba ve cesaret gerektirmektedir.

Ben böyle bir ortamda dindar nesil iken, doğduğumda, kulağıma üflenir gibi, kuran ayeti okunduğunu biliyorum. Bebeklikten çocukluğa terfi ettikten sonra her sabah erkenden kalkan Babamın makamlı okuduğu kuran ile uyanırdım.

Bizde müslüman olmak bir ayrıcalıktı (şimdi de kalanlara öyle). On yaşıma kadar çocukluk dönemimde üçerli, altışarlı, onikişerli ve 12 yaşımdan sonra otuz günlük orucu eksiksiz tutmakla övünç duyardım; kendimi kahraman hissederdim. Bayramda Babamın elini öperek, orucumu O’na verdiğimi söyler, karşılığında para alır, sevinçle bakkala koşardım.

Çocuklar için büyükler tarafından, bayramlarda alınan hediyenin, harçlıkların, ilginin ve en üst değerde sevilmenin karşılığıydı dindarlık imajı. Maddiyat asla önemsenmez, maddi ihtiyaçlarımız bu yüzden bastırılmış gizli gerçeklerimiz olarak kalırdı.

Okula gitmeden önce ilk tanıştığım kitap, Kuran ve ammecüzü (kuranın bir kısmını içine alan) bir kitap idi.

Kuran kitabının, ailede anlamını kimsenin bilmediği “o ne diyorsa en iyisini der” inancıyla arapça okunuyor olması çok olağan, salt saygı ve iman gereğiydi.

Duvarda tam karşımızda bez bir çanta içinde asılı duran, başımızı her kaldırışta göz göze gelinen kuranın bizi her türlü kötülükten, cinden periden ve hatta cahillikten (burası geniş konu) koruyacağı bir güç gibi algılanır. Kuran olan odaya şeytan girmez. Kuran kitabının üzerine başka hiçbir eşya konulmaz, göbekten aşağıda tutulmaz.

Kuran kitabının öğütlerinin, yirmibirinci yüzyıl uygarlık düzeyinde, tam yaşanabileceğini akıl süzgecinden geçirmeye gerek duymadan, ona iman etmek yeterli.

Böyle bir güdüleme serüveninde dindarlık sıfatı gurur duyacağımız ve cennetin anahtarının sağ cebimizde olduğu garantisini pekiştiren bir ruh dinginliği.

Ben dindar nesil iken hafızamda ve gönlümde anıt gibi duran kavram dürüstlüktü. Şüphecilik, adeta şeytan karakteri gibi algılanan lanetlik bir şeydi. Şüphecilik inkarcılıktı ve cezası “arasat dağı”nda, “sırat köprüsü”nün altında kaynayan “katran kazanı”na düşmek ve orada işkenceyle yanmaktı.

Bize cennetin renklerini gösterip, dünyalıklardan soyutlayarak, uyumlu, miskin “allahın adamı” sıfatıyla övülmek için, bütün söylenenleri özümsemeye çalışırdık.

En yalnız kaldığımız zamanda ve yerde, “biri bizi gözetliyor” duygusuna biraz da korku karışan davranışlarımızı, hatta içimizde tuttuğumuz duygu ve düşüncelerimizi dizginleme gereği vardı. Herhangibir söz ve davranışımızı, bizi yukarıdan gözetleyenin nasıl karşılayacağını kaygı eden bir korku ve tedirginlik içinde kısıtlardık. Böyle durumlarda en garantili yolun, büyüklerimizi taklit etmenin dışında hiçbir özgün davranışta bulunmamaktı. Hırsızlığın, haksızlığın, benzer belaların bu duygudan yoksun kalındığı için kolay yapıldığına inanırdık.

Herhangi bir konuda hareket, söz ve davranış sınırlarını-ölçüsünü kendimiz koyarak, diğer bireyi kendi çemberimizde sorgulama misyonunu üstlenirdik. Biz oruç tutuyorsak, diğerinin oruç tutmadığını sorgulardık. Faizli para kullanmaya “dinden çıkma” korkusuyla cesaret edemiyorsak (ki aslında diğer bireylerin kınama endişesi ağır basmaktadır) döviz kurlarının nemasından yararlanarak, maddi kazanç yolunda hülle yapmayı seçenler köşeyi dönen yeşil sermaye gurupları olduğunu bildiğimiz halde, politika arenası bu alanı sorgulamamızı önlerdi.

Hadis ve ayetlerde döviz konusu işlenmemiştir. Oysa, faiz ile aynı kapıya çıktığını düşünmek bile istemeyenler saf dindar kalabalıktan ayrılsa da, onları avuç içinde tutmayı başarıyorlardı.

Kendisi alkol alıyorsa, diğerinin alkol alması konusunda esnek davranır, sigara içmeyen içeni sorgular, kendisi içiyorsa sorgu halı altına süpürülür.... gibi. En katı tutumumuz, bizim inandığımız kıvamda inanmayanı insan saymazdık.

Din’ler moral konusunu “huzur” ile açıklamaya çalışırlar. Dinler kılçıklı moralin (moralsizlik) alt yapısına müdahale etmek yerine, ondan kaçınmayı, tıkırtının, çatırtının geldiği yöne bakmak yerine, ona gözleri-kulakları kapayarak yok saymayı öğütlediğini sonradan, eleştirel düşünme cesaretini kendi iç özgürlüğümde bulunca anlamaya başladım. 

“Tevekkel Allah” sözüyle, “Allaha güven, gerisini merak etme ama tedbirini al” anlamında kurulan ikinci eş cümle ile, aslında “sen allaha güvenme, kendi tedbirini kendin al” demek olduğunu “iman ve diyalektik sürtüşmesi” olarak kabul edebiliriz.

“Sabır” ve “şükür” kavramı “moral katlini” yok etmek yerine yok saymayı ifade eden bir şeydi… Sartre bu durumu şöyle açıklar: “korkudan kurtulmak için tüm hedeflerini karartmıştır”.

Hayır ve şerrin allahtan geldiğine inanmak ile, şerri kaldırmak için kurulan şeriat hükümeti arasında temel çelişki olduğunu düşünmeleri imkansızdır. Allahtan gelen ile savaşmak şeriat hükümetinin ya da dindar bireyin iç çelişkisini fark etmek, salt iman engeline takılır.

Buna benzer bir yığın çelişkiler, bir düş, hayal, ütopya kapsamında sürdürülebilir ancak. Gerçek yaşamın ritüellerini daha somut veriler üzerine kurduğumuzda, daha özgün yaşayacağımızı düşünebiliriz.

Aslında lider dindarların günümüzde, binbeşyüz yıl önceki din kurallarına göre yaşamadıklarını, hayatlarının asıl dayanaklarını beşeri sistemlerin ürünlerini taklit, hatta onların deyimiyle iktibas ettiklerini biliyorum. Örneğin, zengin olmak, kendi çıkarı için çevresindekilerin çıkarını gasp etmek, ayetlerin anlamlarını değil, imalarını kendine yontarak, dünyalık eylemlerindeki ego kalıntılarına onay uydurmanın, çok yaygın bir taktik olduğunu düşünüyorum.

Bütün bunlardan daha özgür düşünme yeteneğini kazanmamda şevket yücel’in katkısı çok büyük oldu.

Aklıma vurulan kelepçeyi sökmek için önce “farkındalığı” kazanmaya çalıştım. Farkındalık insan beynindeki mevzide uyuyan bir potansiyel gibi. Bunu tetiklemek için birkaç hamle gerektiğini deneyerek öğrendim.

Hamle deyince akla önce iç özgürlüğü önemsemek gelir. Farklı yaşam biçimini merak edip de bardağın dolu yanını görmeye çalışabilmek için ilk adımı atma dürtüsü nasıl doğar insan beyninde?

Bıçak sırtı gibi bir durum; ince ve keskin.

Düşünün ki, benim yerime her şeyi düşünmüş olan biri var, o benim kişilik, kimlik ve yaşama biçimim üzerine proje yapmış olmalı. Öyleyse soru sorma ve merak giderme hakkım olmayacak mı?

Bunun sakıncası aklımı karıncalandırmıştı. Bireysel güdülerimin, ufkumun, farklı yanlarımın, bütün kişilik ölçülerimin farkında olmayan, benim ve bütün cemaat üyelerinin üzerine aynı şablonu koyarak, bir ergenin mastürbasyon ihtiyacını peygamberin hadisiyle biçimlemeye çalışarak, günümüzü yaşamaya çalışmak.... gibi bir biçim elde etme projesi, benim farklılıklarımı ve özellerimi yok saymasına nasıl katlanılabilir.

Örneğin, “özgürlük” heyecan denizine açılacak olan teknenin en ideal motorudur. Özgürlüğün özgürlüğünü doğru yerinden zapt etmek gerekir yoksa, evrenin sonsuzluğunda içine hidrojen üflenmiş bir balon gibi yokluğa doğru savrulmak da var işin içinde.

Özgürlük ile korku, ateş ile barut gibi, asla bir kişilikte barışık duramazlar. Toplumun üzerinde kişisel çıkar yapılandıran güçler, korkuyu özgürlüğün üzerine çullandırırlar. Özgürlük boyun eğmez, gücü azaldığında ancak intihar eder. Meydan korkuya kalır ki, toplum insan olmaktan çok, robotlar atelyesine dönüşür....

Ben dindar nesil iken de çok kitap okurdum birçok dindar nesil gibi. Eski okuduklarımın yeni kişiliğim ile okuduklarımdan farkı, son zamanların güncel yaşamına muhalefetliği yakalamaya çalışan, eskinin farklı anlatım yazılarından başka şey değildir.

Kuran öğretilerini bilim karşısında güç duruma düşüren ayetleri ve hadisleri sündürerek yorumlanan kitaplar cankurtaran simiti gibi gelir dindar nesillere. Kitap içeriklerinin tutarlı olup olmadığından çok, “laf geçirme” diye tanımlanabilecek yeni sözcüklerle eski öğretiyi biraz da sloganımsı anlatan yazılar....

"Ben dindar nesil iken gururumu ayakta tutan en dinamik özelliğim, dürüstlüktü" dedim yukarıda.

O kültürde dürüstlük sıfatının rajonu, “karşılığı düşünülmeyen, salt vericilik”ti. Sanırım asrın modern belası olan Kapitalistlerin işini kolluk kuvvetlerinden de önce koruyan, kolaylaştıran bir etkendi din inancının dürüstlük anlayışı. Salt vericilik ve itaat yanı beslenen bir nesil yarattıklarında, işleri büsbütün kolaylaşacaktı.

Kaldı ki dürüstlüğün, dinlerin tekelinde olmadığı pratik hayattan da kolayca anlaşılabiliyor.
............
geniş konu, uzun hikaye...

10 yorum:

ali zafer sapci dedi ki...

Okudum, sonra tekrar okuyacağım, evet geniş konu ama hikaye hep gündemde.

Gulsen dedi ki...

Size geçmiş olsun demek isterim :) Ben ne kadar şanslıydım. Tüm arkadaşlarım camiye kuran kursuna giderken babam asla olmaz öyle şey deyip beni göndermemişti. Oruç tutsam diye heveslenirken çocuklar oruç tutmaz demişti. Lisede ki din hocam veli toplantında kızınız hiç ders dinlemiyor dediğinde yakasından tutup bir güzel silkelemişti. 20 li yaşlarımda kardeşim "abla bu kitabı oku" deyip Cemil Sena'yı elime tutuşturmuştu. Aklım çok karışsa da durumu anlayıp daha da normalleşmeme vesile olmuştu :))

derbay dedi ki...

Ah Zihni Abi...

Ben dindar nesil iken; oruç tutacağım diye kendini paralayan, bu eylemle birşeyi kanıtlamaya çalışan 8-9 yaşlarında bir çocuktum.

Sonra büyüdükçe, oruç tutamadığım günlerde annemin "oruçsuz olmadığını havadaki kuş bile görmesin" demesinden sonra mutfak kapısının arkasında kurabiye yerken buldum kendimi.

Sonra dedim, "yahu kuş görmüyor da, yukardaki hani herşeyi görüyordu? kimi kandırıyorum?"

Derken derken sorgulamalar başlar, ve sorgulama hususunda cürretkar davranırsar dinden arınırsın.

Çok güzel bir yazı olmuş. Biz dindar nesil iken; atamızın ve sosyal çevremizin öğretileriyle saftık. Çünkü herşey kitapta yazmayan şeyler gibi zaman içerisinde süregelen kalıplardı eyleme geçirdiklerimiz. "Gece tırnak kesilmez" gibi...

O dindar nesil hacı şakir saf sabundu.

Şimdiki yetiştirilmek istenen dindar nesil, ph oranı yüksek okyanus özlü pahalı sabun.

'Herkes dinsiz olsun' diyemeyiz, ama dinden arınmış özgür düşünce gücüne sahip olduğumuzu da inkar edemeyiz.

Bucera dedi ki...

Düşündürücü, düşünmek sanırım en çok bu eylem eksik toplumumuzda.

zihni örer dedi ki...

ali zafer sapci,
konu sanırım mevcut hükümetin geleceğe en büyük yatırımı...

zihni örer dedi ki...

Gülsen,
teşekkür ediyorum. Geçti geçti, bir kabus gibiydi, taa o zamanlardan geçti, şimdi çok iyiyim:)
Babanız, iyi ki "kız çocuklarını okutmak günahtır" dememiştir. Yoksa siz öğretmenlikten değil, kuran kursundan emekli olurdunuz, o zaman Cemil Sena ile yetinir miydiniz, ya da sizi yetindiririrler miydi, o da şüpheli:) Cemil Sena'ların bir ayağı bilimde, diğer ayağı dinde, ara açıldıkça beden neresinden ayrılır tahmin edebilirsiniz.

zihni örer dedi ki...

derbay,
senin hikayen benzer bir deneyimi hatırlattı bana.
Oruç ayının son günleri olan arafe ve şerefe dedikleri günlerde bütün canlıların (kurtlar, kuşlar, bitkiler..) allaha ibadet olsun diye oruç tuttuğu söylenirdi cami hutbesinde. Bir gün tavukların ve köpeklerin tutup tutmadığını kontrol etmek geldi içimden. İzledim ve hiç öyle bir durumun olmadığını gördüm....

Dediğin gibi, kimsenin yaşam biçimini sorgulamak değil amacımız. Bu kapsamda biz de eleştiriye açığız doğal olarak. Yazıda dediğim gibi, "İstemeseniz de, rekabet ve savaş dünyasında donanımlı ve mutlu birey olma yolunda bütün engelleri hayatımızdan silip, vals kıvamında ilerlenecek yaşam tarlası peşindeyiz. Yoksa, başkasının tercihine dokunarak ego tatmini değil eleştirel çabamız." Aynı toplumun bireyleri olarak, ortak olan yaşama ilişkilerimzde birbirimizin gidişatından sınırlı olarak elbette sorumluyuz, etkileşim içine girmeye çalışmamız doğaldır.

zihni örer dedi ki...

Bucera,
öncelikle hoş geldiniz efendim:)
Sizi burada görmek çok hoş:)

Düşün(ebil)mek sanırım doğma kabullerle aynı kapta duramıyor.

Çok teşekkürler.

aysema dedi ki...

Sevgili Zihni,
Ben dindar nesil iken ailem bizi zorlamazdı, ancak ilkokul beşinci sınıftan başlayarak uzun yıllar baştan başa oruç tuttum. Hatta sahurda annemden önce kalkıp sofrayı hazırlamak en büyük zevkimdi. Çevremizdeki herkes oruç tutuyordu o zamanlar.
Kuran kursuna da gittim. Mahalle hocası bir kadındı. Erkek kardeşim o sıralar "r" harfini söyleyemiyordu.Küçüktük. Hoca başındaki yazmayla kardeşimin dilini çevirmeye kalkınca hoca maceramız bitti. Kardeşim şimdi Cumhuriyetin savcısı.
Okudukça, anladıkça, sorguladıkça durum değişiyor. Neden ille de Arapça diye tutturuyorlar? Bilmediği, anlamadığı duaya amin demek zorunda bırakılıyor toplum. Kızım ilkokulda "Allah Türkçe bilmiyor mu?" diye sormuştu. Türkçe olsa soru soranlar çoğalacak, bu da uyutmayı engelleyecek, işlerine gelmiyor din tüccarlarının...
Konu hassas şimdilik bu kadar diyeyim.
Dostlukla...

zihni örer dedi ki...

aysema Hocam,
dindar nesile aile içi öyle bireysel baskı yapılmadığı kesin de, konu içinde dediğim gibi, bütün çekim ve itittirme merkezleri dindar olamak hesabına çalışırdı. Kınama ve sevme mekanızmasıyla, "mahalle baskısı denilen mekanizma, bunlara ek olarak bilinmezlikler ve korkular, bunların karşısında farklı arayış hamlesinin yüksek maliyeti, düşünce tembelliği...vs aşılması zor olan etkenlerdi. Ancak insanın doğası ve egosuyla çatışmaya girerdi. Bu çatışma açıktan yapılmak yerine, "şeytana uymak" mazeretine dayanılan kaçamak aykırılık olarak tanımlanabilir.