17.1.14

savaş kadın ve erkek


"Buradaki olayların (savaş) yalnızca erkeğin kendini kadından üstün gördüğü bir dünyada gerçekleşmiş olduğunu gözden çıkarmamalısın. Amerikalıların "erkeğin dünyası" dediği bir alanda. Diğer bir deyişle, kaba kuvvetin, mizahtan yoksun bir kibrin, asılsız bir saygınlığın ve eski çağlara ait bir budalalığın hâkim olduğu bir dünyada."

 "Erkekler savaşı sever çünkü bu onlara ciddi görünme imkanı verir. Çünkü bunun, kadınların kendilerine gülmesini engelleyen tek şey olduğunu sanırlar. Böyle bir durumda kadınları nesne konumuna indirgeyebilirler. İki cins arasındaki büyük fark da budur.

Erkekler nesneleri, kadınlarsa nesneler arasındaki ilişkiyi görür. Nesnelerin birbirine ihtiyaç duyup duymadığını, birbirini sevip sevmediğini ve birbirine uygun olup olmadığını. Biz erkeklerde olmayan ve savaşı kadınların topuna birden iğrenç -ve de absürd- kılan bambaşka bir duygu boyutudur bu.

Sana savaşın ne olduğunu anlatayım. Savaş, ilişkileri görmedeki bozukluktan kaynaklanan bir psikozdur. Birbirimizle kurduğumuz ilişkileri. Ekonomik ve tarihi durumumuzla ilişkilerimizi. Ve en çok da hiçlikle ilişkimizi.
Ölümle."
Bir süre sustu. Maskeli yüzü şimdiye kadar hiç görmediğim ölçüde yoğun ve içine dönüktü......

./Büyücü-John Fowles-Sayfa:419 

31.12.13

umut ektik tırpanları masatlıyoruz


Bir on yılı daha farklı rengiyle yitirdik. Sonuçta kapitalist bir cumhuriyetle yönetiliyoruz. Rejimin karakteri gereği, her on yıllardan al birini vur ötekine! Kimisi darbelerle, tamamı vurgunlarla, çoğu cinayetlerle, var olan ekonomik değerleri pazarlamakla geçip gitti!!

Bir sonraki yıla yeni bir değer ekleyerek giremedik.

Küçük bir azınlık ekonominin kaymağını çalmak ve sömürmekle ele geçirip, bir öncekinin üzerine katlamalı koyarak arsızca yaşamaya devam ediyor. Vatan coğrafyasının en cennet köşelerinde canlı cesetlerini ikamet ettiriyorlar.

Ulusal gelirin paylaşım adaletsizliği istatistik bilgisi çarpıklığın foyasını ortaya döküyor.

Birçoğumuz sürüngenliği kendimize layık görürken, daha iyisini hak ettiğimizin farkında dahi olamıyoruz. Bu yaşam kalitesinden daha iyisine layık olduğunu farkedenler, olup-bitenlere fikir, çalıp çırpanlara ekonomik değer üretiyor. Sabır sınırında öfkeleniyor, sokalarda hem ses hem görüntü veriyor.

Kazandıklarımıza değil, kazanabilme imkanlarımızıdaki yitiklerin kökenindeki bilgisizliğe ve inatlığa haykırıyoruz daha çok. Feodal dönemlerin kara sayfalarını tari,he gömdüğümüzü düşünmek yanıltıcı olmakta. Sömürü her türlü kılıkta ta iliklerimizde dolaşıyor.

Kazancımızın ölmeyecek kadarı kendi bütçemize dönerken, artıdeğerler patronun cebine zuladan giriyor. Devletin vergi toplama-dağıtma politikası gereği, ulusal bütçeye giren masum vergilerin ana damarı da benzer kanallara akıyor.

Ulusal bütçede biriken alınteri karşılıklarının bir kısmı (sadaka kıvamında) sürüngenlerin en altta kalanlarına sus payı ve oy ücreti olarak dönerken, diğer bir kısmı enflasyon uydurması yüzdesinde buharlaşıp, şaibeli kanallardan, gizli ellere tekrar dönüyor.

"Büyük yolsuzluklar" ile, "küçük hırsızlıklar" lügatimize farklı kavramlar olarak yerleşiyor. Çalıntının büyüğünü "gören" suçlu ilan ediliyor, küçüğünü "yapan" hapisle cezalandırılıyor.

Hırsızın peşinde olduğu miktardan fazla bütçe, alarm-güvenlik şirketleri ve emniyet güçlerine dönesermaye olarak aktarılıyor. Toplumda hammaddeden gerçek üretim yapanların sayısı, laklakçılardan daha az sayıda olduğu halde, "az"a razı olma stratejisinden dolayı çark bir şekilde dönüyor. Fedakarların sayısı, savuranları ihya ediyor.

"Büyükler (yönetenler) ne yaparsa en iyisini yapar, küçükler (yönetilenler) kayıtsız şartsız tezahürat yapmakla yükümlüdür" anlayışı, dini-milli duygularla paketlenerek. "değer" olarak dikte ediliyor.

Yönetimlerin memnuniyetsizliği karşısında kaşlarını çatana ünlüyse bir suç icat ediliyor, yargılanıyor, mahkum ediliyor; sıradan birey ise aynı sınıftan paralel kişilerin kontrolüne devrediliyor.

Her yeni yıl, bir önceki onlarca yılı aratıyor. Zaman ilerlerken, beklentilerimiz patinaj yapmaya devam ediyor. Her patinaj lastikleri bir daha yakıyor.

On yıllarımız diğer yandan dua ile, dilek ile, umut ile, eylem ile karman çorman akıp gidiyor.

9.1.13

kışı umuda yazıyorum



Nehirİda (Ebru)' hatırlattı, teşekkürler

Seri yazmakla, yazmaya  ara vermek arasında üreyen küf ile ancak, cephane biriktirmekle  başa çıkılabilir.

Cephane. Kitap. Okumak.

Ve  tv. haber görüntüleri...

Kışın  sert "gri"mserliği   Akdeniz'in narenciye renklerine işlemese de,  çocukluk yıllarımda, kar yığıntıları yüksekliğinden,  damdan dama  atladığımız rezil günlere daldırdı beni.

Tv. haberleri,  Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisine uygun sırlanmak yerine, popülariteyi gazlayarak gündem dayatması, kar görüntülerinin kaygan zemininde taa uzaklara savuruverdi.

Gördüklerim magazinden ibaret, düşündüklerim topraktan betonarmeye savrulan bir yaşam hikayesi. Yolcuların araçları saplanır kar'a,  benim hayallerim.

Doğduğum köy ilk dokuzda kaladursun, beni savuran içimdeki fırtınalar, onuncuyu aradığım günleri getirdi önüme.

Onuncu köy  umut, değişim ve özgürlüğün ekim arazisini barındırdığından sıcak.
 Karzedeliğin kaderzedelik olmadığı sıcaklıkta bir yer. Umut, aşk ve devrim dedikleri....

Genel olarak,  işler  iyi gidiyormuşçasına sarkıtılan sırıtkanlık  karşısındaki protestsizlik  ayıp karşılanır bizim (onuncu) köyde. Gitmesek de gelmesek de onuncu köy bizim... ama gidip gelmek gerek. "Gidip dönmemek, gelip görmemek" olsa da işin ucunda.

Yazı düşünerek yazmalı hiç olmazsa, arayı soğutmadan, yaz sıcaklığı tadında kalmalı....

Yazmak boşalmak ve dolmaktır yeniden.

Köylülerin gecekondulara sıkıştırılıp, oradan kömür mezarlığına tıkmayı "işsizliği önlemek" olarak övenleri tarihin çöplüğünde boğmaktır yazmak. Unutmayı ayıplamak, ortadan kaldırmaktır bir de.

Onbir yaşımda ayrıldığım ve bir daha dön(e)mediğim bizim köye internet gelmiş, uydu-çanak anten gelmiş,  Afyon mermerinden cami minaresi gelmiş.
 Miras zinciriyle küçülen toprakların, oda içi alanı kadar paylaşıldığında, traktör dönmeyen boyutuna çözüm gelmemiş. En az üçten fazla üreyen nesil, en yakın kentlerin betonarmelerinde kapıcılık meslek yarışına girmişler. Amerikan yardımları ekim biçim işlerini askıya aldırmış. Nesil işsiz ve politikacı avcılığına koyulmuş.

Heryöne 500 dakika ile aldığım bu haberlerin ardında kalan sırlardır asıl haberler.
Yazmak istedim bunların hepsini, yazacağım uzunca....

Mahmut Makal'ın Bizim Köy kitabını yeniden keşfetmek geçti içimden.   
Topraktan Betonarmeye Z dönüşümün Mahmut Makal'casından gramer farkını anlamaya çalıştım.  

"Yazmak ufku yağlamaktır"  diye ulu bir söz ettiydim bir yerde. Pişman değilim.
 Bir daha diyorum, yazmak, ufku küften arındırmak, yağlamak ve düşünce akışkanlığını hızlandırmaktır. Yazmak, farkındalığı artırmak, "işverenler neden hiç  iş kazası geçirmezler?"  diye sorabilmektir.  Zonguldak maden işçisinin ölü bedenindeki kömür karasını, kara kader" olarak anlayanlara küfretmektir bir de......


17.12.12

“HAVADAN SUDAN DÜŞÜNMEK”

Havalar soğudu.
Su ve kar potansiyeli fizik ve kimyamız aracılığı ile ruhumuza (torpilli müdürlerin becerdiği gibi) mobbing terörü uygulayadursun, her kışın ilkbahara çıkan yol olduğunu biliyoruz.
Algımız, gitarın mi teli kadar tiz bu mevsimde. Gazı koz, rakıyı gazoz gibi anlamak her an olasılık kapsamında.

Winziplenen ruhumuzun üretkenliği daralmakta, motorlar benzin yerine yağ yakmakta.

Ağrılar kışkırtılmaya eğimli. Romatizmalar azsa da, romaNtizma mevsimine çeyrek kaldığını hatırlamakta fayda var.
Oysa bir gün Mart da gelecek, kara kedi dam üstünde aşka zıplayacak.

Pamuk kıvamındaki kara bulutlar yastık kılıflarına basılacak, kedilerin aşk yatağına eklenecek. Bulutlardan emilen suyu dağlar ovalara, belediyeler Şubat’ın kova burcuna akıtacak.

İzelenmeme rekoru kıran trt ve spor payı gibi vızzıklar faturaya eklenerek, biz avanak kullara satacak.
Havalar soğudu. Su buz olacak; sonra da tersi…
Başka mevsimlerde ter olarak bedenimizi terk eden emek suyu, bu mevsimde grip suyu olarak burnumuzdan akacak. Biz yine çalışıp yorulacağız. Torpilci sektör yine kaytarma masasındaki bilgisayarda spider solarite oynayarak aybaşı kovalamaya devam edecek. Onların Kap-kaç-italist efendileri de, Kar suyunun yağmur fırtınasında savruluşunu, pencerenin buğulu matlığına parmak çiziği atarak görecekler.

“Havadan sudan meseleler” önemsiz konular anlamıyla anılmaya devam edecek. Çünkü bu düzen bu gidişle asla değişmeyecek! Hava ve suyun, vazgeçilmez, özelleştirilemez yaşamsal ve sıtratejik gereklerden olduğunun farkına varılmayacak; havadan sudan… biçiminde küçümsenerek, bedavadan emilmeye, atmosfer kirletilmeye, bacalar tütmeye devam edecek. Çok yakında su gibi hava da özel-leş-tirlecek, Allahın havası ve suyu birkaç vatansevicinin üretim aracı olarak, biz frkındasız kullara buz kazığı olarak geri dönecek.

Bunu biliyoruz da refleks ile değil, “bir durup düşünürsek” öyle….

9.11.12

Atatürk Devrimi Sosyolojisi


Atatürk Devrimi
Dünya Emperyal savaşlarından sonra direnmeyi başaranlar, geleceğini yeni ideolojik zemin üzerinde yeniden kurmaya başlamıştı.
 Savaşın sanıkları halkının ortalama yaşam kalitesini yükseltince, sömürü çarkının büyüğünü masum toplumlar üzerine kurdular, kendi halkına karşı -nispeten- uysallaştılar.

Savaş ve İmparatorluk mağduru olan bizde ise yeniden yapılanma, yalpalayarak yine kapitalizm iskeleti üzerine oturduldu. 
T.Cumhuriyeti, İzmir İktisat Kongresinde alınan kararlarla tercihini kapitalizmden yana koymuş bir devlet yapılanmasıdır. Buna karşılık, sol ve sosyalizm her dönemin korkuluğu olarak halkın karşısına dikilmiş, geçen 90 yılda istenilen hedefe ulaşılamayınca, beceriksizliğe bakılacağı yerde, hep öcü'ye dikkat kesilmesi sürdürülmüştür.

Ulus aşırı sömürü mekanizmasını (neo-liberalizmi) kuramayan yerli kapitalizm, kendi çemberindeki sistemi feodal kriterlerle ayakta tutarken, özellikle hukuk ve insan hakları çerçevesinde zaman zaman neo-kapitalizm ile çatışsa da, yine aynı kulvara dönmekten başka yol aramamıştır.

Kemalist Sistem Halkçılık ve Devrimcilik ilkesiyle, sınıfsız toplum mesajını, Sovyet Sosyalizmine yaranmak ve oradan gelecek yardımları kolaylaştırmak gibi bir amacı düşündürüyor. Milliyetçilik, Devletçilik  ve Laiklik ilkeleriyle ise, Ümmetçiliğin direnişine karşı daha daraltılmış ve kontrol imkanı kolaylaştırılmış alternatif bir toplum/yönetim modeli olarak düşünülmüştür. Cumhuriyetçilik, Teokratik düzenin alternatifi olarak hem simgesel, hem de diğer ilkelerin şemsiyesi konumunda bir anlayış olarak kabul görmüştür.
Kemalizmin kendine has ideolojik bir ekonomik modeli yoktur. Dünya savaşlarının iki kutbu olan ABD kapitalizmi ile Sovvet Sosyalizminin ortasında bir yerde durmayı "pragmatizm" kapsamında düşünmüşlerdir. "Karma ekonomi" denilen, bir ayağı Sosyalizmin planlı kalkınma (devletçilik) modeli, diğer ayağı ise kapitalizmin serbest piyasa üretim modeli olarak kurulmuştur.
Bir anlamda Sosyal Demokrasi modeline yakın durduğu iddia edilen karma ekonomi, emeği sermaye karşısında tam da uçurumun kenarındayken tutma anlayışıdır.
Emek ile sermaye uzlaşması Karl Marks'ın "emek-değer teorisine" göre değil, emeği "katlanılamaz krizi eşiği"nden çekip, dayanılabilir noktaya taşıma misyonu olarak yorumlanabilir. Sağ eli sermayenin elini tutarken, sol elini emekçiye uzatması, (sağ elin sol ele göre daha fazla işlerliği dikkate alınırsa), kayırma gizemini de açıklamaktadır.


Kurt Steinhaus, Atatürk Devrimi Sosyolojisinde, bu günlerimizin temeli olan konuyu en ince ayrıntılarıyla yazmış. Konu başlığını açıklayan kısa bir özeti ilginize sunuyorum. Bu kitabın, Atatürk ve Kemalizm üzerine yazılmış en ikna edici, bilimsel incelemelerden biri olduğunu düşünmekteyim. Türkçesi M. Akkaş, Sarmal Yayınevi.

* * *

"TCF(Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) ve SCF (Serbest Cumhuriyet Fırkası) din, politika ve ekonomi alanlarında liberalleşme isteklerinde bulunurken-objektif olarak- Osmanlı gelenekçiliği ve kompradorluğunun çıkarlarını temsil ediyorlardı.

1924'ten 1930 yılına dek edinilen tecrübeler, genel olarak, Cumhuriyet Halk Partisi karşısında sosyalistler dışındaki her muhalefetin, sisteme karşı çıkanları ve gelenekçilerin toplanma yerleri olduğunu göstermektedir: Laik ve anti-feodal görüşlerle burjuva toplumu fikirlerine karşı çıkan bu kuvvetlerin hangi kişisel amaçlarla bağımsız örgütler haline geldikleri önemli değildir. Bu nedenle, mahkeme huzurunda hiçbir zaman aydınlığa kavuşmayan birçok iddialardan biri gibi,

TCF'nin İzmir suikastinde ve Kürt isyanında parmağı olup olmadığı iddiasının doğruluğu da politik açıdan fazla önem taşımaz. Parlamento içindeki ve dışındaki sağcı muhalefetler, devrime karşı faaliyetlerinde aynı görüşleri paylaşmaktaydılar.

Türk Komünist Partisi'ne karşı, Kemalist hareket iki farklı tutum benimsemiştir. 1920 yılı Mayıs'ında Mustafa Kemal bir dostuna Türk Komünist Partisi' ni kurdurdu. Bu parti, ''Tanrının yardımı ile kurulduğunu'' ve ''İslamlığın aslında komünistlik, olduğunu'' ilan ettikten sonra, Üçüncü Enternasyonal'e katılma isteğinde bulununca gülünç bir duruma düştü.

Kominterne bağlı olan Türk Komünist Partisi, 1925 yılında yasaklanmasından önce de sürekli olarak kanun dışı ilan edilmeye çalışılıyor , polis ve mahkemelerce sert kovuşturmalara tabi tutuluyordu. Bütün bunlara bir de kanun dışı girişilen özel linç olayları eklenebilir. Örneğin, 1920 yılı baharında merkez komitesinin üç üyesi ile on iki parti üyesi linç edildi. Komünist Enternasyonal, 1925 yılında Türkiye grubunun ortadan kaldırıldığını'' açıkladı.

Türk komünistlerini sürekli kovuşturmasına rağmen Kemalizm, politik ve ekonomik bağımsızlık savaşını vermekte olduğundan ve laiklik uygulamaya çalıştığından desteklenmişti. Bir yandan da, Komüntern (uluslararası 3.enternasyonal) Türk Komünist Parti'sinin, kentlerde yaşayan proleter ve köylülerin partisi haline gelebilmesi için ciddi çabalara girişilmesini istemiştir.

Böylece devrim olayının yalnız burjuva düzeni çerçevesi içinde kalmaması, emekçilerin sosyal ihtiyaçlarını karşılamak üzere daha ileri götürülmesi öngörülüyordu.

Görülüyor ki, Komünist Partisi, bir yandan, burjuva devrimini benimsiyor, ancak, öte yandan, bunu sosyalist bir toplum kurma yolunda geçici bir aşama olarak yorumluyordu. Bu gerçek, komünistlerin Kemalist hareket tarafından neden müttefik olarak kabul edilmediklerini açıklar.

Batı Avrupa endüstri ülkelerini örnek alan CHP, kapitalist toplum biçimini devrimin nihai amacı olarak görüyordu. Bu parti, bujuvazinin güçsüzlüğü ve alt tabakaların yoksulluğu nedeniyle, zorunlu olarak, gerçekleştirilmesi gereken sosyalist bir devlet biçimine kapalıydı.

Burjuva toplumunun dayanabileceği Sosyal tabakaların zayıflıkları nedeniyle, Avrupa parlamenterizminin Türkiye'de tam olarak yerleşmesi, objektif olarak imkansızdı. Bundan başka, parlamenter demokrasiye kalan küçük faaliyet alanı, devrim ve karşı-devrim faaliyetleri yüzünden gittikçe daralıyordu. Bu alanda ve egemenliğin çeşitli' tabakalara göre uygulanması yönünden denge sağlanamadı. ''Siyasete karışan kitleler azınlıkta idi. CHP bile, halkı kendi tarafına çekmeye çalışmıyor; köylere girmeyen bölgesel örgütler, yalnız kentlerdeki idarecileri denetliyor ve etkisi altına alabiliyordu. Bağımsız sendika ve köylü birlikleri hukuki kısıtlamalardan ötürü gelişemiyorlardı.

Devrimci hareketin az sayıdaki ileri görüşlü yönetici grubu, emrindeki devlet baskı araçlarının güvenliği altında, merkezi politik kuruluşların kaldırılmasını sağlayabilecek güçteydi. Böylece bütün maddi kaynaklarını ve politik enerjilerini bu konuyla ilgili sorunların çözümlenmesine verdiler. Buna karşılık, köylerde devrimin amaçlarına uygun politik bir alt yapının kurulmasına yeterince önem verilmedi. Bunun sonucu olarak da, Türk halkının beşte dördü, öteden beri ''taşrada ekonomik ve sosyal hayatı denetim altında tutan kuvvetlerin'' elinde kalıyordu.

Toprak sahipleri, tüccarlar, eski devlet ve din görevlilerinden meydana gelen, ''eşraf' deyimiyle adlandırılabilecek olan bu grup, ''aşırı bağnaz dini liderlerin etkisi altında bulunuyor ve ekonomik statükoya bağlı kalıyordu. Bunlar sosyal değişikliklerin karşısındaydılar. Otoritelerini tehlikeye düşürebilecek her çeşit rekabetten kaçınıyorlardı; tutuculukları, büyük toprak sahipleri, itibar ve otoritelerini taşranın ulaşılmazlığı dolayısıyla ellerinde tutabilen din adamları tarafından da korunuyordu. Milli devlet anlayışını ve cumhuriyeti, hükümetin kendi bölgesel üstünlüklerine saygı gösterdiği ölçüde benimsiyorlardı. 

Kemalist öncüler bu ''hareketlerin sert nüvesi'' ile zaman zaman anlaşmalara varmakla kalmayıp, sürek1i bir anlaşma olan iktidarı bölüşmek alternatifine de taraftardılar. Ayrıca, CHP'nin binlerce memuru ve ileri gelen kişileri bir araya getiren bir ''şan-u şeref partisi'' olmasına da göz yumuyorlardı

CHP'nin, iç politika alanında faaliyet gösteremez bir duruma düşmesiyle, burjuva devriminin gelişme olanakları da zorunlu olarak azalmaktaydı. Milli kurtuluş savaşı döneminde olduğu gibi, büyük halk kitleleri devrim hareketinin dışında tutuluyordu. Anadolu köylüleri ''milli politika alanından çok uzaktılar; köylere yalnız halkın çok korktuğu ve nefret ettiği jandarma ve vergi tahsildarları giriyordu. Cumhuriyet Hükümetinin jandarma baskısına son verememesi, ''bölgesel feodalizmi bastıramaması'', otoriter cemiyet ve aile yapılarını değiştirememesi, köylünün bağımsızlaşmasını engelliyordu. Böylece, feodalizm ve gelenekçilik, mutlak politik gücünü büyük bir ölçüde yitirmiş olsa da, ekonomik ve ideolojik gücünü korumaktaydı.

Bu durumun yol açtığı çıkmaz, çağdaş ilerici edebiyatta da görülür .Cumhuriyet döneminde eşkiyalığın yeniden dirilmesini konu alan, ünlü Türk romanlarından birinde, köylünün feodal dönemlerdeki gibi ezilmesi ve sömürülmesi sorunları, tek bir kişinin ağayı öldürmeye kadar giden davranışlarıyla çözümleniyordu".