26.8.07

AKŞ MAHKEMESİ

Soshunfu - Kaori Muraji
(A Song of Early Spring)

Play'e fare ile "tık" deyin,
(kedi ile olmaz)

*****************************************

AKŞ MAHKEMESİ

Aşka tanım uydurma gevezeliği yerine, onun izlerini sürüp, bıraktığı kokuları analiz etmeye uğraşacağız. Çünkü, tanımla uğraşacağımız ve onda kaybolacağımız yılları tecrübelerimize gömdük.

Aşkı tanımak için, tek yol onu tatmak… hani klasik olarak, "o anlatılmaz yaşanır" gibisinden. Yaşanır yaşanmasına da, "oh ve off!"ların düşündürdükleri nolacak? Düşünce, söze-yazıya- döküldüğü kadar düşüncedir.

Öyleyse?

Aşk bakir(e)lerinin burada diyeceği bir söz olmaz. Ama, aşkzedelerin yanıklarında, “gizli sanığa” karşı protesto metinleri yazılı…

Aşkın pratik yaşamımızı etkileyen nedenlerini mıncıklamak ve onun açtığı yaraların sıcaklığına ve yanığına püskürtebileceğimiz nefesleri üst üste koyabilmenin söz birliğine varabilmek….

Karşılıklı arabesk ağıtlar yakmanın edilgenlik yanından bir miktar yarar ummak, asıl dertleşmenin odağında, bir çeşit “metal tepki” boşalımını da hissedebilmek...

Her yetişkin insanın yaşamında, en az bir kez, (ve birçok kez) kaçınılmaz “aşk yanığı” olabilmekte.

Her insanın, aynı desenli aşk kapısından girdiğini düşünsek de, tıpkı bir itfaiye eri gibi, yangından çıkışlar farklı renkte olabilmekte.

Öyleyse,

*Nasıl aşık olunuyor?

*İlk etki-tepki kıvılcımlarının insan üzerindeki kimyasal değişimlerinin ruhsal egemenliğe dönüşümü nasıl oluşuyor?

*Coşkular nereye kadar?

* Hüzünlerin tetikleyici virüsleri ilk vuruşu nasıl yapıyor?

*24 saatlik sürede, aşığın üzerindeki etkileri nelerdir ve insanı dış çevreden nasıl soyutluyor?

*Ya aşık olunanın ne kadar umurundadır aşığın 24 saatlik teslimiyeti?

*Aşık olmanın konumu var mıdır? (yasak aşk dedikleri)

*Adliye mahkemeleri, bir köpek sesinin komşuya verdiği rahatsızlığı “muhakeme” eder de,

yaşanan bunca acıların karşılığında, bir “aşk mahkemesi” neden kurulamaz da, çözümler kül olmaya kadar iteklenebilir?

bu soruların yanıtlarını, aynı sayfaya iliştireceğiz. Öncelikle, ilgilenebilecek konukların uyarıcı yorumlarına ihtiyaç vardır. Saygılarımla

15.8.07

MİM'LENDİKK!



Yıllanmış bir ağaç gibi köklü, gür
Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür
Hükmü verilmiştir oysa:
Yıkılacak. Çürümüştür.

Ataol Behramoğlu


Yalanını sevsinler senin derler ya?

Radikal G.mdeki CV'lik itirafımdı, yıllar önce.


Bir EDİciğimiz var ki, her yanından, şanından, kanından ve canından sevgi ve onun türevi olan mutluluk fışkırıyor. Yetişen, okuyan nasibini alır. Son gelene de kalır korkmayın.

Bizi öyle bir köşeye sıkıştırmış ki, hani dönülen köşe olsa, canım değil, can düşmanım yanardı. Ama bu öyle bir yüklem ki, öznesini çömlek imalatçısının eline düşürür alimallah!

Mim’ledim diyor:)

İtiraf istiyor, püsküllüsünden, süslüsünden… öyle bir itiraf et ki, demeye getiriyor mimikli bakışlarıyla, insanı ömür boyu yalandan mahrum bırakacağa benziyor. Açıkçası yalanlarımızın şifresini istiyor, hızlı koşmamızı sağlayan sermayemize ağır vergi yüklüyor... Blog aleminde verilecek şifre miydi bu hele cancağazım:)

Amaaa, hatır demiri keser (emir idi o değil mi demiri kesen, aynı şey).

Burada sevimli olanlarını itiraf edicik deel mi?

Nerden başlasak ki!! Allah allaaaahhh!!

Heyecan bastı, hele bir soğuk duş aliim de geliim…

…….reklamlar

Önce şu yalansavar mermilerden söz edek! Hem heyecanımız durulur biraz.

Mesela:

-valla billa:-15 yaş altı yalanlardan-:eh öyleyse inandım (nah inandım, “valla billa”nın ne caydırıcılığı var ki, hadi neyse…)

-guran çarpsın eer yalanım varsa:-15-25 yaş arası yalanlardan-:kaç kişi ölmüş, yalandan guran çarpmasıyla? Bir sayısını ve hele gardaş?

-Anam avradım olsun eer yalanım varsa:-gecekondulu yalanlardan-:ula kocabıyık! Bu kurbağa yalanı olur. Ayağının birini kaldırıyon ha, görmedim sanma. Zaten bir anan var, ee? Bunun yanında bir de avradım olsun diyon, anlmaıyom mu sanki bu kelime oyununu! Hınzır seniii, seni Aziz Nesin’e teslim etmeli.

Politikacı yalanları-Oooo bu konuda bir ansiklopedi yazak en eyisi- >Biz sevimli olanlarını yazıcııidik!

Erkeğin eşine yamuklukları: (tabi bazılarının…)

BURAYA BUYURUN … affedersiniz, yorulacaksınız ama…

Bazı yalanlar var ki, şifresi verilmezzzz, doğum tarihinden, il plakasından, yakınların adlarından şifre oluşturulmaz. Sonra ne olur-olmazzz.

Bir ip ucu:

Bir gün, sıkıntı basmıştı beni, her zamanki gibi koşamıyordum, doktora gittim. (hayır anlatmıyorum, utanırım)….

“psikojenik” dedi. Oysa “eko”jenik çıktı. Yani “ekolojik”, yani “temmuz sendromu”. 350’m boşa gitti 3 yıl önce!!! Oysa o parayla, “Devletin, Ailenin ve Özel mülkiyetin Kökeni” kitabını alacaktım. Bana acıyan bir arkadaşım hediye etti.

Aaa… bizim de vardı birkaçtaneee!! Üzgünüm yer kalmadı Edicik. [(bu edicik ismi sevdim)x(var bir tane kiii, çok ısrar ederlerse belki? Biraz nazlanayım. Ne nazı yahu! Dil ürkmesi..] .

12.8.07

Mutluluk

DUYGUSAL-Flamenko/ youtobe


Evrende zıtlıklarla var olan olgulardan biri de mutluluktur.

Mutluluğun çeliştiği şey, olumsuzluk hali mutsuzluk: insana üzüntü veren, yaşamsal fonksiyonlarının dengesini bozarak, karmaşaya ve oradan acı çekmeye götüren bir durum olarak ifade edilebilir.

Ruhun bir fonksiyonu olan mutluluk için,
“bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan doğan kıvanç durumu demiş TDK.

Mutluluğun, beden üzerindeki biyolojik belirteci, nöronların beyin üzerindeki uyarıcı etkisi midir? Kimyasal bir salgı mıdır?
İnsana, mutsuzluk ve kriz anlarında verilen ilaçların ancak maddi bir kaynağa etkisiyle düzeltileceği düşünülmüş olabildiğine göre, pek yanılmış sayılmayız.

Mutluluk bir amaç mı, araç mı, bir sonuç mu olmalıdır? Diye soranlar da var.

Spiritüalist görüşe göre mutluluk bir amaç değil, bir sonuçtur.
Oysa mutluluk, siz farkında olmadan bazen araç da olabilmektedir.
Bir işyerinde çalışan biri ve bir aile üyeleriyle günlük yaşam gereklerinin sağladığı ilişkiler sorumlusu, ya da bir ülke vatandaşlığı sorumluluğunu taşıyan birisiniz. Aynı anda sizin için amaç olan mutluluk, ilişki ve dayanışma içinde olduğunuz diğerleri için araç olabilmektedir. Onlar için araç sayılabilen sizin mutluluğunuz, daha sonra size “artıdeğer mutluluğu” olarak tekrar döneceğini de varsayabilirsiniz.
Çünkü, mutluluk, performansı artıran etkenlerden biri olduğundan, üreteceğiniz değerin hatta etrafa yaydığınız pozitif enerjinin de kaynağı olabilmektesiniz.

Mutluluğun kaynakları nedir o zaman?

Başta güzellik?
Para; yani maddiyat?
Seks?
Beslenme?
İktidar?
Bilgibirikimi?
Cahillik?

ÖNCE GÜZELLİK

Aristotales güzelliği şöyle tanımlamış: "güzel olan, salt kendisi için arzulanabilir olandır". Ayrıca ona göre, güzellik matematiksel bir orantı gibi ele alınır.Güzel olan kavranabilir olmalıdır ve bu da oran ve ölçü ile ilgilidir.
Günümüzde kuaförlerin, berber ve güzellik salonlarının referansı Aristo’nun teorisi olsa gerek. Aristo’ya göre güzelliğin içerisinde kültürel gelişim, bilgibirikimi var mıdır? Ölçülebilirlikten söz ettiğine göre, genel kültür düzeyi de güzelliğin ölçülebilir fonksiyonlarından biridir.

“Ben güzele güzel demem güzel benim olmayınca”/ Karacoğlan

Buna göre en genel anlamda güzellik, bakanda beğeni ve hoşlanma etkileri bırakan, haz duyumlarını uyaran nesnelerin niteliği ya da özelliği olarak tanımlanır. Bu eğilim genel olarak estetik gerçekcilik olarak adlandırılır. .

Başka anlamda,

güzellik bakılan ile ilgili değil asıl olarak bakış ile ilgilidir. Bu eğilimse estetik öznelcilik olarak adlandırılır.
Estetiğin ana konusunu da bir anlamda güzellik kavramı oluşturmaktadır.


Genel görünüşte çirkin birine, “sen dünyalar güzelisin” diyen aşık bu görüşü temsil etmiş olmalı.

Güzellik, idea'nın bir sanat yapıtı olarak gerçekleşmesidir/hegel


PARA MUTLULUK KAYNAĞI OLABİLİR Mİ?

Bu sorunun cevabını ararken, “para-sex-mutluluk” ilişkisini inceleyen bir istatistik bilgiyi buldum:

SEKS ILE PARA ARASINDA BAĞLANTI YOK

Araştırma sonuçları, cinsel aktivite ile eğitim arasında ya da cinsel aktivite ile gelir düzeyi arasında bir bağlantı ortaya koymuyor. Evli olanlar arasında cinsel yaşam daha aktif.
Gelir düzeyi ile cinsel ilişki sıklığı arasında bir bağlantı var mı? Araştırmaya göre, böyle bir bağlantı hiç yok. Bulgulara göre, para daha fazla mutluluk satın alır gibi gözüküyor ama daha fazla seks getirmiyor.
Iyi eğitimli kadınların eş sayısı, diğer kadınlara göre azalıyor. Boşanmış erkekler ise diğer gruplara göre daha çok eşli bir yaşam sürüyor. Işsizlerin de çok sayıda kişiyle birlikte oldukları görülüyor.

Para ve ilişkiye girilen kişi sayısı arasında bir bağlantı var mı? Istatistiksel olarak bir bağlantı yok. Para, daha fazla sayıda kişiyle ilişkiye girmeyi sağlamıyor.

Araştırma cinsel aktivitenin artmasının mutluluğu artırdığını net biçimde ortaya koyuyor. Tek eşli olanlar, çok eşli olanlara göre daha mutlu. Daha fazla gelir ise ne daha fazla cinsel ilişki, ne de daha fazla kişiyle birlikte olmayı getiriyor.
Kaynak:birgun.net
muratarin@birgun.net


Tek cümleyle, Freud’u anacak bir anıdan söz edelim.

Bekar iken arkadaşlarımdan biri, “dondurma üstü fıstıklı baklava yediğim gün, her zaman çirkin gördüğüm kadınlar, gözüme GÜZEL görünmektedirler” derdi.
Vay sapık derdim bende:)

İLİŞKİLER ve MUTLULUK
gelecek yazının konusu olsun…
--------------------------------

7.8.07

Sosyete Çevreciliği



Özel şirketler karlarını çevrenin ve hayatın genel kalitesinin bozulması pahasına kamu maliyetine yansıtmaktan kaçınmazlar. Hendelson’un yazdığı gibi onlar bize pırıl pırıl parlayan tabaklar ve çamaşırlardan bahsederler. Ama pırıl pırıl nehir, göl ve denizin bir bir elden çıktığını söylemeyi unuturlar, nedense. (f. Capra)

İskenderun Belediye Kültür Sarayında düzenlenen “Çevre- İnsan ve Işçi Sağlığı” konulu panel, “çevrecilik kimin çıkarına ve nasıl bir çevrecilik”” gibi bir sorunun yanıtını bulmamızı sağladı.

Protokol konuşmacılarını dinledikten sonra, aldığım notların başlığınını, ‘Sosyete Çevreciliği” olarak yorumlamayı uygun buldum.
Paneli düzenleyenlerden biri olan İşçi sendikasının iyi niyetinden endişe duymaya başladım. 

Panelin tanıtım ilanına büyük puntolu harflerle yazdıkları, ”İnsan ve işçi sağlığı” kavramında iki özne görülmektedir.
Bu yaklaşım, yazım hatasından kaynaklanan bir rastlantı olabilir mi?

Belki de çaktırmadan, işçinin insan olup olmadığı tartışılmaya açılmıştır!
Şaşırmış değilim. Dünya sosyalistleri, sömüren sınıfının “emek-değer” kavramlarını bu çerçevede sorguladıklarını zaten biliyorlardı. İlginç olan şey, sömüren sınıfın bunu her zaman açık dille, ifade etmemesiydi. Üstelik, bir işçi sendikasıyla ortaklaşa hazırlanan bir panelde, işçi sendikasının dalgınlığından bu kadar açık yararlanmış olmasıydı.

Sosyete çevreciliği tespitimi, panelistlerden, Çalışma Bakanlığı Başmüfettişi Y. Üner’e açtığımda,

“sosyeteyi kötü anlamda mı aldığımı” sordu? “Sosyete yüksek değerdir” dedi. Elbette “Sosyete, toplumun kibar, zevkli, zarif olmayı bildikleri kabul edilen insanlarından oluşan kesimidir” diye tanımlamışlardır. Ancak, bireyci ve seçkinci olduklarından ulusal-toplumsal sorunlarla uğraşmaya ayıracak ne enerjilerinin ne de niyetlerinin olduğu belli. Klasik tespitle onlar "düşkün insanları köpekleri kadar sevmezler" inancı yaygındır.
Bir sigara külünün yere atılmasındaki hassas tepkiyi, İsdemir Fabrikalarında her gün toz, gaz ve asbest yutan ve maden ocaklarında ömür tüketen insanların rezaletine gösteremezler. Onların çevrecilikleri yalnızca kamp yapacakları yerlerle sınırlıdır.

Konunun sosyete çevreciliğine dönüşmesi, tarihi bir çelişkiden kaynaklanmaktadır. Panelin sonuç bildirisinde de bu kanı doğrulanmıştır:
-Çevre Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Hunay Evliya (Oturum başkanı)’nın dediği gibi “Uzmanlar başka, politikacılar başka konuşmaktadır”.
Toplumumuzun iktidarı belirleyen çoğunluğuna göre, ölümlerin çoğu vade (alınyazısı) olarak biliniyor. Kirli hava, sinir bozucu gürültü, trafik tıkanıklığı, kimyasal kirleticiler, fiziksel ve psikolojik stresin pek çok başka kaynaklarıyla yaşamaya mahkum edilmemizi bir "kader" olarak bilenlerin oyları, hükümetleri belirlemektedir.
Bindiği dalı kesen toplum, Nasreddin Hocaları, Aziz Nesinleri de yaratmıştır aynı zamanda.
Bu çok katlı sağlık tehditleri, teknolojik ilerlemenin yan etkilerinden çok, büyümeyi ve yayılmayı, tek amaç edinmenin bencillikleri sonucudur diyor Prof. H.Evliya.
Bir sahil kampında bulunan, bir kaplumbağa türünün, tepelerde eksikliği fark edilen birkaç ağacın, kaldırıma savrulan bir sigara izmaritinin, elektrik teline takılan bir kuş yavrusunun, çatıda mahsur kalan bir kedinin, ekosistem dengesine olumsuz etkisi elbette sorundur. Bunlara kameralar önünde müdahale eden “çevre dostları”, fırın ağzında zehir soluyan işçileri bir gün ziyaret etmiş değillerdir. Sendika yöneticileri bile, seçim olmadıkça bu bölgelere ayak basmazlar.
Ağır sanayide ve yer altında, kenar mahallelerde, köylerde ve daha nice kuytu köşelerde telef olan insanların ekosistem dengesine katkısı SOSYETE ÇEVERCİLERİNİ ilgilendirmeyeceğini herkesin bilmesi gerekmektedir.

Çünkü, . Onların çevrecilikleri yalnızca kamp yapacakları yerlerle sınırlıdır.
z.örer/1998-Hatay Gazetesinde yayınlandı.

1.8.07

BİR TAVLA OYUNUNDAN İZLENİMLER



backgammon














Son birkaç aydır, neverland kardeşimizin davetiyle,Yahoo’da tavla oyununa alıştı(rıldı)m.

Zaman katili olmak gibi bir boşluğun dışavurumu devrini atlatmış olsak da,
ilk davetin izinde daha sıcak bir sohbet,
espri refleksinin oyun kuralı ve şansına sindiği yansımaları
ve her şeyden önce,
yakın menzil dostluğunun pekişmesi gibi bir şey…
Belki de bir çeşit "kadife kırbaçlı" sabır ve sinir testi:)

Her zar atılışında hangi pulu nereye,

hangi karşı hamle olasılığını nasıl gözlemleyerek koyma kararını vermek,

“matematik mantığını” ve belki de psikoloji matematiğini (ben uydurdum) “konuşturmanın” arenası…

Rakib(en)in psikolojisini sarsarak, civatalarını gevşetme esprisinin buluştuğu o sihirli zar var ya; ya da O’nun aynı depremi sizde yaşatması..? İnsanın fiziğine dokunmuyor ama, kimyasının HP’sini(yüksek performans) değiştirdiği durumlar düşman başına.

Satranç kadar kapsamlı derinliğe sahip değilse de, toplumun her kültür kademesine hitabetmiş olması açısından yaygın bir oyun türüdür. Futbol gibi, uluslar arası ortak bir buluşma dili haline gelmiş sanal alemde.

Oyun mu?

Neverland’ı bir kez dahi yenememiş olmanın gurur ve şuuru (nerden çıktı gurur ve şuur) burukluğu ve hırsıyla, dünyaya meydan okumaya başladım. Önüme geleni devirip geçiyorum. Ama, aması bu yazının asıl ana fikri oldu:

Hadi neverland’a yenilmek bir “şeref” addedilsin (kişisine göre değişir).

USA’lısıyla, Portekizlisiyle, Makedonyalısıyla, Ispanyoullusu’yla (“yollusu” değil, yanlış anlaşılmasın). İngilterelisiyle,…vs. match yapmış bulunmaktayım. Match demişken aklıma geldi, öyle ahım şahım bir İngilizcem de yok. Ama, pek de fena olmadığımı söyleyen oldu. Tabi ki, sıkıştığım yerde hazır sözlük varken, rahmetli Babam da bir şeyler diyebilirdi. Ama bendeniz, bir şeylerden fazlasını demiş olmanın rahatlığıyla hava atmaktayım şu turizm cenneti dedikleri Alanya’da:)

Ne diyorduk,

Oyun puan usulü, tekli ve katlamalı olarak oynanmakta.

Oyunda beklenmedik (sürpriz) zardan başka davranışlar dikkatimi çekiyor. O da hile, sanal hile. Oyun ayarlarında yapılan bazı hilelerle, sizi tuzağa düşürüp, kazandığınız puanları kendine yazdırıyor, ya da kaybedeceği kesinleştiği an, oyunu kapatıp kaçtığı oluyor.

Buradaki hileleri daha çok hangi ulusların, ya da hangi sistemlerin ürünü olan oyuncuların yaptığını küçücük bir hafıza istatistiğiyle tespit ettim.

USA’lılar hilede 1. sırada, İngilizler 2. sırada. Bu kategori içerisinde kadınlar daha çok hile yapmaktadırlar. Duygusal sarmaldan öte, Liberal teslimiyetin ürünü olsa gerek.

Bir Makedonyalı var ki, zengin bir ülkede koca aramaktadır (sohbetlerden çıkardığım izlenimden).

İran’lı bir bayan ile oynarken sordum:

-Şu anda İran’da mı yaşıyorsun? Hayır, Dubai’de. (hı anlamıştım, iranda olamaz) Dubai’de elektrik mühendisiymiş.

-İran da (bizdeki gibi) türban sorunu var mı?

-Sadece yöneticilerin sorunu var. (bu da bizdekinin ters versiyonu)

Siz İran’da yaşasanız, bu tavlayı oynayabilir misiniz?

Oyunu kapattı ve kaçtı.

Başka bir İranlı (neden irana taktın deseniz, isimlerden İranlı olduğunu anlıyorum, hemşeri ayağından sohbet etmek istiyorum, USAlı ve Biritanyalıdan daha sıcak geliyor da ondan).

O bayan da Ispanya da yaşadığını söyledi. (buna da içimden Hıı dedim.).

Sonuç olarak, Kuzey dahil doğu insanları, bu psikolojik (sanal) çıkar ortamında bile, karşısındakine daha ,çtenlikli (dürüst) davranmaktalar; batı insanlarının ise, doğduğu günden itibaren kişisel çıkarın hırsıyla yetiştirildiği bir yaşam biçiminin ürünü olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Bunlar güven vermiyor.

Ha unutmadan, google'e "tavla resimleri" yazıyorum (yazıya eklemek için), "kız tavlama" diye başlıklar çıkıyor. Birine "tıklıyorum, şu yandaki resimler geliyor karşıma:


Akıl yerine beden gösterisi!... bu da DOĞU toplumları özelliğimi yoksa?

Öyleyse ne doğu, ne de batı.....

Necip Fazıl ne demiş: batı batı diye diye BATTIK!

Bendeniz de diyor ki:
Doğu doğu dedik, biz doğarken öldük! (ben mi dedim bunu? Yok, Orhan Gencebay demişti)

Üçüncü yön, doğru PARADİGMA imiş.