13.4.11

türbandan kurban olunca

Başın içi gibi dışı da örtülüydü bu dünyaya.
Örtü gizleyen demekti, örtünen de gizlenen…
Örtünün üç tür ağırlığı vardı durduğu yerde;
-cinsiyete her an bir bakış saldırısı korkusu,
-saç tellerinin en dipten kırılarak, yönünün değiştirilmesinin ağrısı;
-hücrelerinin D vitaminine, ondan da önemlisi özgür düşnmeye kapatılması.

Bu ağırlıklar altında terlemek kaçınılmazdı. Bir rüzgar esti o gece; teri soğutmak mı, örtüyü savurmak mıydı niyeti? Yoksa rüzgar “laikçi” miydi? Kim bilir…!


oooyy anam oy! (12Haziran için)

7.4.11

çatlamış ar damarın ideolojik rengi

“Akacak kan damarda durmaz” derler, öyleyse ”ar damarı çatlamış”ların kanı neden tükenmiyor?
“Harici kan ile besleniyorlar da ondan”….
Ar damardan kaçan kan ahlak ve etik değerleri de birlikte götürürken, yerine başka emeklerin kan ve ürünlerini devşirirler. Maddi olarak daha da güçlenirler ama, maneviyatları batar. Maneviyatları battığından “maneviyat ticaretini” politik amaçlarına harç yaparlar. Harç, birkaç hamle sonra “haraç”a dönüşür de, enayi tayfası hiç farkında olamaz.
Liberal karmaşada oyunun asıl kuralı budur.

Biraz, tıp kapsamında ahkam keseceğim izninizle.

Kan debisinin dengeli olma durumu, insan psikoloji ve fizyolojisinin sağlıklı olduğunun göstergesi sayılır.

Kalbin çakraya (belki de üst beyine) ilettiği kan, nöronlarda kimyasal madde salgılanmasına neden olacağından, oradaki pozitif enerji, duyguları biçimlendirir ve aklımızı tetiklediğinde, kendi davranışımızı (özellikle haksız tutumumuzu) sorgulamaya başlarız. Böyle bir durumun tek sözcükle ifadesi “utanç” olarak bilinir; bir çeşit vijdan muhasebesi, yani “soğuk terleme” hali.

ar damarı çatlamak; “utanç duyulacak şeyleri hiç sıkılmadan yapar olmak” diye tanımlamışlar. Kan basıncının yetersiz olduğu (hissizlik) durumunda kişi, -evrensel etik ölçülere göre- işlediği suçtan dolayı ya farkındasızlık-uyuşukluk yaşar, ya da (suç işlemede fazla tekrar yaşanmışsa) bağışıklık sistemini güçlendirir ve tepki gördüğü ve göreceğini umduğu anlarda “hiç bir şey olmamış gibi” davranmayı bir tiyatro oyuncusu ustalığında sergileyebilir. Kişi arsızlıkta profesyonelleştikçe, “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” deyimi tam da böyleleri için “huy markası” haline gelir....

Ar damarı çatlatmayı göze aldıran tutum, ego çılgınlığı yani, kısa yoldan çok kazanma ve boyundan büyük mevkiye sıçrama tutkusundan başka ne olabilir?

Ahlak konusunda çok iddialı ve bir o kadar da egemen olan, aynı zamanda toplum çıkarını kontrol eden fikir, inanç ya da siyasi organizatörler vardır. Onların pratiklerini “ar damarı” kapsamında sorgulayabilmek biraz “protest huy” ister. Protestçilik riskli bir misyondur. Tüm cesaretlerini özenle korudukları ar damarlarından alırlar. “Protest huy” ile “yavuz hırsız” tavrı şekil olarak benzeşebilir ama içeriğinde etik fark vardır ki, birbirinin cepheden rakibi, hatta düşmanıdırlar. Bir yürekte her ikisinin birden barınması imkansızdır. Protest huy derinden gelir ve kullandığı enerji tüm hücreleri titretirken; “yavuz hırsız sesi” çürük tenekenin yankısını andırdığından birkaç hamlede omurgasız bir tepkime olduğu anlaşılır. “Yavuz hırsız” deşifre edildiği halde gürültüsüne devam ediyorsa, o “arsızlık patenti” hakkını kazanmış olur.

Köle ruhluluğu kanıksayanlar ve mürit karakterliler genellikle ar damar testi konusunda yeteneksiz, ya da isteksizdirler. Böyle toplumda kullanmayanın demokrasisini ve genel haklarını kullananlar (çok kolay anlaşılacağı gibi), arsız takımıdır. Başkasının ortada kalmış demokrasisini kullanmanın ideolojik adı, liberal demokrasidir. Liberal girişimciler, böyle bulanık havayı öyle severler ki, fırsat-ganimet kapsamında, “serbest piyasa” kuralının tüm verilerini “ar damar” kompleksiyle yatırıma dönüştürürler. Böyle tablolarda çoğunluğun oy ve emekleri, arsızların çıkarına yönlendirilmesi kaçınılmazdır. Hep “huzur ve barış” isterler, ahlaktan çokça söz ederler….
Lügatte “ahmak, enayi” diye bilinen kitlelerin üzerine kurulan bir parti, kooperatif, dernek gibi örgütlerin (çoğunun), çatlamış ar damara tutunmadan çoğunluğun desteğini sürekli alması, “eşyanın tabiatına aykırı”dır.

Çıkar çelişkileri süreklilik arzedipte tavan yaptığı bir yerde, katıksız itaat başka türlü nasıl izah edilebilir?

Ar damarı çatlayanın ter damarı çatlamaz.
Bu yüzden nah utanırlar,
tükürükleri yağmur sanırlar.
z.örer

Bir sonraki yazı konusu “ar damarı süzgeciyle, kadın hakları”.

24.3.11

Blogger yasağında suç ve ceza kavramı

Eskiden sendikalar kapitalist rejimin güvenliği bahanesiyle, egemenlerin korkulu rüyasıydı; onu "liberal operasyon" ile hallettiler. Günümüzde sosyal medya sendikaların yerini almış gibi görülüyor. Ve onun da icabına bakıyorlar.
YouTobe yasağı, telefon ve msn dinlemeler, kitap yasağı, Blogger yasağı...vs.
İşin tuhaf yanı,  işlemediğim bir suç için  yasaklı olmak! Komşu elektirik faturasının borcunu ödemiyor diye mahallenin elektriğini kesmek gibi...
Örnek, Bu Siteye erişim yazarı tarafından taa 2007 yılında  (terkedilerek) engellenmişti. Belki şifresi bile kayıp... Kapalı siteye bir yasak da mahkemeden gelince, bana göre çifte sabıklı site ünvanını aldı ve biraz da mizahlık durum oluştu..

Ölüye kurşun sıkmak denir buna.

Evet, Blogger bizim mülkiyetimizde olan birşey değil. Bu yüzden bir hak iddiasında bulunamayız. Çünkü direk bir bedel ödemiyoruz. Ancak, Bu bloggeri kullanırken, bize bu hizmeti sunan kurum ile (ücet edemiyor  olsak da) bir sözleşme imzalamışız.  Bunu bize sunmuş olanların bu işten aldıkları maddi bedel, bizim sayemizde dolaylı olarak gerçekleşiyordur.
Burda insanın gururna dokunan şey, "yasakçılık zihniyeti" ve işlenmeyen suçtan dolayı ceza almayı kanıksatmaktır.
Blogger yasağı Cumhurbaşkanı Gül'ün de gündeminde. Bu konuda çok sayıda mesaj aldığını söyleyen Gül, sorunun çözümü için gereken girişimlerde bulunacağını duyurdu.


"Mısırlı gençler, sosyal medyanın gücünü o kadar etkin kullanmışlar ki eski yöneticilerin tedbir almasına bile fırsat kalmamış


-Bu olayla bir kez daha şu kanaatim pekişti: İletişim teknolojilerinin eriştiği bu güç karşısında hiçbir kapalı rejimin uzun vadede ayakta kalması mümkün değil"


demiş Cumhurbaşkanımız  Abdullah Gül

Cumhurbaşkanı, "Korkunun ecele faydası yok" demek istiyor olabilir mi?
Ya da AKP rejiminin yasaklarını...? Kafam karıştı biraz!

 İcraat değil ama cesaret kapsamında da olsa doğruları söyleyebilmek, takdire değer.
Rejim açısından işin asıl püf noktası,  yasakların uygulamada kalması ve prova edilmiş olmasıdır.  Cumhurbaşkanı'nın karşı olması kariyer tamiratından öte gitmiyor. Yoksa böyle karmaşaları önleyecek yasa beş dakikada çıkardı....

17.3.11

Doktorlar ve “Ter-for-mans” kriteri


bu ışıkta amaliyat olur mu?
Doktorlar ve “Ter-for-mans” kriteri

Ter-formans diyorum çünkü, sağlık çalışanlarına uygulanan performans ölçümünün “ter” ölçmenin dışında bir işlevinin olmadığını anlatmaya çalışacağım.
Bu konu bizi uzunca bir “emek-değer” ve artıdeğer teorisine götürse de, konuyu fazla dağıtmak istemiyorum.

14 Mart, “Tıp Haftası”nın başlangıç günüydü.
Böyle “günler”, bir şeyleri hatırlamak ve hatırlatmak için seçilmiş kırmızı renkli sinyal lambasını andırsa da, Hükümetin AKP ampulü nün yanında sönük kalacağı kesin. Doktorların isyanı bu küçük sinyal ile anlaşılmazsa “grev alarmı” vermeye hazırlanacaklar.

Sağlık çalışanlarının bu tepkileri hükümet ve “hastane müşterisi” cephesinden balkılınca,
“sıkıya gelemiyorlar” anlamı öne çıkıyor.
S. Çalışanları cephesinden bakılınca, "uygulama yöntemi ile amaç" arasındaki çelişkinin vatandaşa ve mesleki gelişime daha çok zarar verebileceği….

İşletme eğitimi alan ve doktor adayı babası, aynı zamanda sağlık politikasıyla geçmişte cebelleşen biri olarak konuya objektif yaklaşmaya çalışacağım.

Kamu yönetimlerinde performans güdülemesi gibi bir gelenek çok uzun zamandır yoktu. Liberal hükümetlerin şirket yönetme yöntemlerini kamuya da uygulamaya koyma girişimleri, (AKP ile) yeni sayılır.
Kamu kurumlarında iş ahlakının vatandaşa “illallah” dedirtecek yıllarını çok yaşadı ve yaşıyor bu toplum. Seksen yıllık Cumhuriyet tarihinde ilk on yılı ve eğitim alanında Köy Enstitüleri dönemini bir kenara koyarsak, geriye kalan zamanda Avrupalıların kalkınmışlık hızı bizi kıskandırdığı kadar utandırıyor da. Bu anlamda baktığımızda hükümetin rüzgarı ardına aldığı söylenebilir.

“doktor-hasta (ve yakınları)” arasındaki buzlu ilişkinin, hükümet tarafından siyasal hamleye dönüştürülmesi kaçınılmazdı. Konunun içeriği AKP’nin oy tabanı tarafından tam olarak anlaşılmasa da, olayın çerçeve görüntüsü Hükümetin tezini güçlendiriyor gibi.
Liberal politika böyle bir şey; fırsatları ganimete dönüştürme sanatı.

Mevcut hükümetin öncülerinin ideolojik derinliğinde “cumhuriyet-osmanlı” rövanşlaşmasının olduğu bir gerçek. Bu yüzden tüm cumhuriyetçi kurumlarla çatışmasında, halkın masum beklentilerinden yararlanması da –haklı olarak- kaçınılmaz.

Ancak, çerçevenin içini okumadan, ortadaki sorunun asıl sorumlusunu ve çözüm yollarını bulması zorlaşacaktır. Böyle olunca, hükümetin özellikle aydın çevrelerle girdiği düellolarda etik olarak yenik çıksa da, politikanın demogojik tutamağı rüzgarı tersine çevirmeyi sağlayabiliyor. Tanığı olduğumuz tarihte bunu en iyi becerenlerden biri S. Demirel iken, ikincisinin –birazcık mimik tarzı farklı olsa da- Tayyip Erdoğan olduğu söylenebilir. Yazı uzayacak, konuyu dağıtmayalım evet.

Ne diyorduk,
Performans programı bir çeşit “emek güdülemesi” anlamına gelir. Performans ölçümü bildiğimiz işletme-şirket faaliyetlerinde üretimi ve kaliteyi artırmak amacıyla, o iş yerinde bütün çalışanların ilgi-bilgi ve özverisini devreye sokmayı amaçlar.

 Performans Yönetimi nin İşletmeler kategorisinde, kısaca ana ilkeleri ve amaçları şunlardır:

Organizasyon amaçlarının gerçekleştirilmesi, bölümlerin ve bireylerin tamamının katılımına ve
dengelenmiş hedefler doğrultusunda iyi performans göstermelerine bağlıdır. Kuşkusuz, asıl amaç
organizasyon başarısının/performansının sağlanmasıdır.

1- İş dünyasındaki gelişmelere ayak uydurmak, iç müşteri kavramını yerleştirerek takım
çalışmasını geliştirmek, müşteri odaklı bir kültür yaratmak ve sürekli gelişme felsefesine katkı sağlamak
2- Örgütün yakın gelecekteki vizyonunu sağlamak ve arzu edilen örgüt kültürünün gelişimine katkı sağlamak
3- İşgücü planlaması için personel envanteri hazırlamak, organizasyonel ve kişisel hedeflerin
entegrasyonunu sağlayarak, iş ilişkilerini geliştirmek ve öğrenen organizasyon felsefesine katkı sağlamak
4- Yılda bir kez sübjektif değerlendirme yerine, yıl (dönem) boyunca sürekli ve objektif bir
değerlendirme ile çalışanların zayıf veya gelişmeye açık olduğu yönleri ile kuvvetli olduğu
yönlerini belirlemek, yeteneklerini geliştirmek, iş memnuniyetini arttırmak, yaratıcılıklarını ve tüm potansiyellerini kullanma olanağını sağlamak
5- Çalışanların şirket hedefine katkıları oranında ücret, prim, ödüllendirme, onurlandırma,
cezalandırma, gelişme, terfi, nakil ve eğitim, vb. insan kaynakları sistemlerine bilgi (girdi) sağlamak

Performans değerlendirmenin amaçları böyle iken, doktorların itiraz ettiği durumlar dikkate değer.
İlk başta, “bireylerin tamamının katılımına” diye bir ilke var ki, Tabip Odalarının görüşü dahi alınmadan oluşturulan performans kriteri baştan ölü doğmuş oluyor.

1. Maddede belirtilen “müşteri odaklı” yaklaşımın sağlık politikasında hastaya en büyük kötülük olacağı… yoksuldan müşteri olursa, “paran yoksa performans ne işe yarar”! dedirtiyor insana. Bu programın ileride hastaneleri tamamen özelleştirmeye hazırlama programı olduğu iddia ediliyor.
2. maddede “örgüt kültürün”den söz ediliyor. Doktorların dikkat çektiği durumun odak noktası tam da burası. Performanstan beklenen sadece çok sayıda hasta vizit ise, sürekli (pahalı) yenilikleri izlemesi gereken tıp camiası örgüt kültürünü ne zaman geliştirecek? “Az vizit az para çok vizit çok para” ise, kalite bunun neresinde?
3. maddede “öğrenen organizasyon” kavramının zaman-vizit ilişkisiyle sekteye uğrayacağı.
4. maddede “iş memnuniyetini ve yaratıcılıklarını arttırmak”.
Doktorlar diyor ki “hükümet bizi böyle hadım ediyorsun, hükümet diyor ki çok çocuk isterim”.
5. Mddede “onurlandırma”dan söz ediliyor. Bir iş yerinde arkada kırbaç ile ve ön tarafta bir tutam ot ile sağlanacak onurlandırmayı doktorlar yutmaz gibime geliyor.

Görüldüğü gibi, performans amaçlarından beş maddelik özetin içeriği delik deşik bir su bidonunu andırıyor.

Bu konu, HİPOKRAT “SÖZ”VERİSİni eklemeden eksik kalır:

"Tıp fakültesinden aldığım bu diplomanın bana kazandırdığı hak ve yetkileri kötüye kullanmayacağıma hayatımı insanlık hizmetlerine adayacağıma insan hayatına mutlak surette saygı göstereceğime ve bilgilerimi insanlık aleyhine kullanmayacağıma mesleğim dolayısıyla öğrendiğim sırları saklayacağıma hocalarıma ve meslektaşlarıma saygı göstereceğime din, milliyet, cinsiyet, ırk ve parti farklarının görevimle vicdanım arasına girmesine izin vermeyeceğime mesleğimi dürüstlükle ve onurla yapacağıma namusum ve şerefim üzerine yemin ederim."

Kalitenin, ne yem ile ne de yemin ile olmadığı milletvekillerinden de anlaşılabilir de.....

Öyleyse  BU YAZI hükümetimizin liberal ideolojisine kapak olsun.


zihni örer

7.3.11

kadın onuru ve portakal

 KADIN ONURUnun matematiksel ifadesi =Kadının özgürlük talebi/Tacizciler+sapıklar+töreciler+maçolar ve bütün eşitlik karşıtları)


Pay kısmındaki  değer büyüdükçe kadın onuru artar. Paydadaki değerler büyüdükçe kadın onuru azalır. Paydadaki değerlerin değişmesinde erkek cinsiyetinin feodal kültür etkisi kadar, kadın toplumunun genel olarak nesil yetiştirmedeki yanlışlarından ve eksiklerinden de kaynaklanabilir. Saldırıya maruz kalan kadın açısından onur değişimi olmaz, ancak toplumsal algı ve moral bakımından olumsuz etkiler.

 Hayatı eşit paylaşmak huzur ve mutluluğun kışkırtıcı nedenidir…
Valla doğru söylüyorum, inanmıyorsanız bir de BURAya bakın


1 Ara 2007 tarihinde yüklendi/Kadir Binici

inadına sevgili