5.3.11

teşekkürler Sabahattin Hocam



Okuma Odası
27 Ekim 2017 Cuma
SEZİ-YORUM / Zehni Örer
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh7qZ4oJvPqbLiUv7RzC8l5y56MTx8oAzWFEKt1TU13CkqEIy-s4Ebn3KB1kN_nc29yKVfCndAJ7ZDbHCEB1zGi_ggb1km9XphW471WhUA2Rg1wzzyzxA5Rdaocem8d36fHcnD8IA/s640/Yeni+Resim+%25284%2529.png
SEZİ-YORUM/ Edebiyat-felsefe-ekonomi-politika-müzik...

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s400/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

Merhaba,

Sezi-Yorum blogundayız şimdi.  Burada hem sezecek hem de yorumlayacağız.

Sezmek nedir biliriz; ama hatırlatalım yine de:

Sezmek: 1.Açık bir belirti olmadığı halde, olmuş ya da olacak bir şeyi içgüdüsel olarak kestirmek, duyumsamak. 2. İçgüdüsel olarak anlamak, fark etmek.

Anlayacağınız öyle kolay değil sezmek. Ama Zehni’nin blogunda sezme işinin kolay olduğunu göreceksiniz. Çünkü yazdıkları, belirtiler de veriyor, ipuçları da... Yani farkı fark edebiliyoruz.

Yine sözlüğe bakarak yorumun ne olduğunu öğrenmeye çalışıyoruz:

Yorum: 1. Bir yazının, bir sözün, bir metnin ya da bir yapıtın anlaşılması güç yönlerini açıklayarak aydınlığa kavuşturma, belli bir görüşe göre açıklama.
2. Bir olayı belli bir görüşe göre değerlendirme, açıklama.

İşte, bu zor...  Öyle, “eline sağlık, kalemine ve gönlüne sağlık” diye yazmakla sıyrılamayız bu işten. Hele belli bir görüşe göre aydınlatma?

 Zehni’nin yazıları belli bir görüşe göre aydınlatılabilseydi keşke... Ama merak etmeyin, bizim yapamadığımızı kendisi yapıyor. Yani yorumluyor da. O kadarla da kalmıyor çözümler de üretiyor.

SeziYorum

Blogun özelliklerini anlatacak yerde sözü dolaştırıp duruyoruz. Eee, kolay değil bu. Edebiyat-felsefe-ekonomi-politika-müzik.. kısaca her şey var bu blogta. Hangi birinden söz edeyim. “En iyisi kısa kes de blogtan seçmelere geçelim” diyenleriniz de çoktur ihtimal. En başta da  Zehni, kısa yazmamı ister. Bunu nerden mi anladım?

Zehni Örer şöyle diyor bir yazısında:

         “Hani bir söz vardır büroların duvarına asılır:

"ziyaretin kısası makbuldür"

bunun üzerine, "yazının kısası makbuldür" diyelim de kendimize haklılık payı icat edelim.

Uzun yazmak benim de normal tarzım değildir aslında da... Bazı kısa sözler, keskin bıçağa benzer.

Ama bu demek değildir ki, uzun yazılar kötü! Asla... zaman bulmuşsam, zevkle okuyorum uzun yazanları.”[i]

İşte, benden de keskin bıçağa benzer bir söz:

Zehni Örer’in   her satırının hatta her kelimesinin altında irdelenmesi gereken düşünce ve duygular da saklıdır.

Saklı olanları bulmaya çalışalım mı?

Haydi, kolay gelsin.

Sabahattin Gencal (Emekli Öğretmen)




[i] https://zihniorer.blogspot.com.tr/2006/08/sanatn-tkrld-yer_06.html

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s400/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjLiuChir_GBcQ4iez3EBgJStbIEN5QGql3amdR333zMrSCwgasx9ova_35KSu8yxIWwANJ7n8RkBqmlhr85qYEcJBpH86TcGzG8jEFmw9gKHiD44LIfBD-haoptzyZz6B0PhdSMQ/s1600/%25C5%259Fevket+y%25C3%25BCcel+1930-+2001.jpg
Şevket Yücel-1930-2001  

12.2.11
bir sevgi adamı'nın suçu
    
"Yazar öğrencisi" olmanın tadında bir duygu ki, hafızamda iz bırakan -Ziya Şirincan'dan sonra- ikinci göz ağrımdı O. Diyarbakır Köy Enstitüsü mezunlarından Şevket Yücel.

Yerleşik ve küflenmiş ufkumu böbrek taşı gibi yerinden oynatan ilk etkendi O'nun farklı duruşu. Yan sınıflara taşan gürültüye aldırmadan ders anlatmaya devam edişinde bir giz vardı. Derste anlattıklarını dinlemeleri için öğrencilerini uyardığına hiç tanık olmamıştım. "Eti babanın, kemiği öğretmenin" olan eğitim klasiğinin, istatistik sonuçlarına karşı bir tavırdı sanki. İlkokulda cetvel darbesinden şişen parmak uçlarımızın acısına karşı bir pansuman gibiydi. Bazen tavana, bazen karşı duvara bakardı anlatırken. Çoğunlukla benim ve iki arkadaşımın sırası yanında, periyodik aralıklarla, dakikalarca ayakta durarak ders anlatışında bir giz mi vardı?

Bireyin günlük tükettiği elektrik ve su miktarı
uygarlık ölçüsü sayılıyor da,
öğrendiğimiz, ürettiğimiz
ve
 tükettiğimiz bilgi miktarı
neden uygarlık ölçüsü sayılmasın.
Zehni Örer

27.12.10
Zaman ve Biz
Astronomik yılbaşı bizi bir türlü uyduramadı kendi kuralına. Yılbaşı kutlamamızı gerektiren zaman dönümü tanıştığımız yılın ilk günüydü de ondan.
         Sayısal  zaman kenardan köşeden ilişse de bazen saç tellerimizin rengine, belki biraz da göz kapaklarımızın perdesine, henüz teslim olmamanın heyecanı, yatay düzleme onbeş derecelik  yükselen açıyla seyrediyor. 

Sevgililer güneşin batışını, bir günün daha kayboluşuyla  değil, renginin kızıllığıyla aşklarının örtüşmesi ve bir sonraki günün taze bir başlangıcı olacağıyla özdeşleştirirler,  Yılların bir bir gidişini de öyle.
         Hayat suyunun yavaş yavaş çekilmesine “yaşlanmak” derler genellikle.
Biz “Yaş”lanmaya  sözcüğün öteki ikizi ve varlığımızın kökeninde atıl duran yanından  bakanlardanız, “ıslanmak” gibi… 
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiEtsNiIPKYQGv5_CUZzazBObmgm20LXhXjbHQR4F3qiJU4na1Rv95asySK4z9Egr88IIg9ztvSvMuzw0S_5ebMub-H-bvebBFjrNZJd-6hjvgQey-IRRZ83A8tAllt9J2-4w6A6g/s640/Ads%25C4%25B1z-crop.png


  19.10.10

Müziğin Sekiz Rengi
İnsan, hem maddi hem de manevi yapısından dolayı her iki özelliğin de çeşitli derecelerde doyuma ihtiyacı olduğu bilinir. Bu dünyada temel maddi ihtiyaçlar öncelikle güvenceye alınmışsa, ruhun da doyum gereksinimleri belirli basamaklarda ortaya çıkmaya başlayacaktır. Renkler ve melodik sesler bu ihtiyacın giderilmesinde ana öğe olarak, hayatımızdaki anlamı güçlendiren ve zenginleştiren önemli bir değer olmalı.
Güneş’in “8” rengi “8” notada sayı olarak rastlantı mıdır, yoksa mucize mi? Bunu biz değil ancak  Ömer Çelakıl-lı bilir:)
(...)
Renk, Işığın cisimlere çarptıktan sonra yansıyarak görme duyumuzda bıraktığı etkiye deniyormuş.
Müzik ise sesin kulağımıza çarptıktan sonra yansıyarak beynimize uğrayan ve oradan ruhumuzda estetize olan etkiye denir.


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhHxgv7Ll95lzuPxYwyInsEhKooX7tcqSVs6yZwIJF5zbq6mwua6u-u8Yepi44SrTzaFP_VvsUyabbypEz5KXxvNAP13oqMtNQyu_jrlyutvxQEnWNCcXa-0q3QLxAqFoqVOoMQ0g/s320/photo.jpg
Zehni ÖRER

Zehni ÖRER, K.Maraş doğumlu. 11 yaşına kadar aile çatısında köy çocuğu, sonrasında seyyar ikamet ile kentli yaşamını sürdürmektedir.

ODTÜ Gaziantep Mühendislik Fakültesi (mezun olduktan sonra Gaziantep Üniversitesi oldu) Elektrik ön lisans, AÖF İşletme lisans mezunu.

Yazma tutkusuna, Orta okul Türkçe Öğretmeni (Dicle Köy Enstitüsü ve Ankara Gazi Eğitim mezunu),  yazar Şevket Yücel’in öğretileri ve motivasyonu etkili oldu. Endüstri Meslek Lisesi okul gazetesini yöneterek ve yazarak, yazı hayatı ivme kazandı.

 İlk makalesi 17 yaşında, “Dostluk” başlığıyla, Osmaniye Cebelibereket Gazetesi’nde köşe yazısı olarak yayımlandı.
"Hatay Gazetesi", "Hatay Ses Gazetesi" ve "Ekovizyon Dergisi"nde yazdı. "Hatay Olay" ve" çizgi üstü Bakış Dergileri"nde genel yayın yönetmenliği, dergi kapak tasarımı ve yazarlık yaptı. "Haber Alanya Gazetesi"nde 1 yıl "bence" köşesiyle yazdı. İnternet ortamındaki çeşitli platformlarda yazmaya devam etmektedir.

  2013'ün Son Baharında (paralı)  iş hayatına son verdi. Yarım asırlık ömründen damıtarak biriktirdiği, hayata dair  gözlemlerini kitap olarak yazmaya başladı.

"Amele Mektebinde Soylu Rüyalar" Anı-Öykü kitabı, Öğretmenim Dergisi Yayınevi tarafından 2015 Ekim'de "Nar Kırığı" romanı da 2017'de , "Çarıklı Aşıklar" romanı 2018 Aralık'ta yayımlandı. "Aşk Sanığı" öykü kitabı yayına hazırdır.


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

6.8.06
sanatın tükürüldüğü yer

Hayata, 4 farklı bakış paradigması olan insan vardır:

·        İki buçuk kuruşun deliğinden bakanlar (erdemliliğin bile ölçüsünü para olarak görenler)
·        Bacak arasından bakanlar (sexomanyaklar)
·        Renkli camdan bakanlar (hayalperest ve yoksul milliyetçiler)
·        Sade göz ile bakanlar (gerçekçiler, doğalcılar)

... Göz ile bakmak bakan kişiye göre her zaman değişecektir, 
gerçekçilik bile içinde öznel bir öğe barındırmak zorunda kalmaktadır.


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

Amele Mektebinde Soylu Rüyalar ile ilgili görsel sonucu
Amele Mektebinde Soylu Rüyalar

"Bu kitap, İnsan geleceğini etkileyen mikro faktörlerin, genel kaliteye yansımasını konu edinir. Hayatını kurmak isteyen az gelişmiş herhangibir ülke insanının hilesiz, torpilsiz, desteksiz mücadele ederken, karşılaştığı yapay ve doğal zorluklara ve görünmez ayrıntıların neye mal olduğuna dikkat çeker. Bu kitap, 41 ara başlık altında yaşanmış, hissedilmiş, sıcağı sıcağına kendi kulvarında tartışılmış, tanıklıkların öyküsüdür. Bu kitapta, mizahı, hüznü, acısı, felsefesi... kısaca hayatın içi ve en azından ortalama birey olmanın mücadelesi vardır."
(Tanıtım Bülteninden)
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

20.11.06
hayat

Düşünün ki bir ağaçtır insan,
kökleri DÜN,
gövdesi BUGÜN,
dalları YARIN olsun.

İnsan ki
en az bir ağaç kadar PANİKSİZ olsun.
z.ö.



7.12.06
ÖZGÜRLÜK HAKKINDA
Motoru: beyin,
yakıtı: bilgi,
yolu: kolektif yaşam alanı,
hızı: kültürel cesaret ve estetiği
olan "özgürlüğü" herhangi bir yol aracına benzetirsek, 

ONU VERİMLİ KULLANABİLMEK İÇİN:?



EHLİYET GEREKLİDİR.

Ancak, ehliyet verilmez, 
alınır.

16.3.07
"BLOG" VE GÜNÜN YAZISI
"Blog",  günlük tutma anlamına gelirmiş. Günlük tutmak bir anlamda kişinin kendinde olup biteni topluma yansıtmasına ve kişiliklerin en özgün yanıyla sunulmasına yarayan, toplumsal orkestranın melodik ritmini belirleyen bir fırsatlar teknolojisi.
Kağıt ve daha ötesinde ağaç katline giden yolun önemli oranda kapanmasını sağlayacak bir elektronik devrim gibi... profesyonel yazarlığa atılacak adımların ilk basamağı ve kitap basımevi lobilerinin de bir anlamda kaprislerinin kırılmasına yarayan fırsatlar bütünü.
Günlük hayata dair sosyal paylaşım, haberleşme,  amatörce ve maliyeti en düşük çapta topluma kendinden birşeyler katma fırsatı... velhasıl blog kısaca var olmanın  mikro fırsatı olarak topluma kendinden bir şeyler katmayı kışkırtan bir araç olarak bakabiliriz.

*
7.8.07
Sosyete Çevreciliği
Özel şirketler kârlarını, çevrenin ve hayatın genel kalitesinin bozulması pahasına kamu maliyetine yansıtmaktan kaçınmazlar. Hendelson’un yazdığı gibi onlar bize pırıl pırıl parlayan tabaklar ve çamaşırlardan bahsederler. Ama pırıl pırıl nehir, göl ve denizin bir bir elden çıktığını söylemeyi unuturlar, nedense. (f.Capra)
*
12.8.07
Mutluluk

Evrende zıtlıklarla var olan olgulardan biri de mutluluktur.
(...)
Mutluluk, performansı artıran etkenlerden biri olduğundan, üreteceğiniz değerin hatta etrafa yaydığınız pozitif enerjinin de kaynağı olabilmektesiniz.
Mutluluğun kaynakları nedir o zaman?
·        Başta güzellik?
·        Para; yani maddiyat?
·        Seks?
·        Beslenme?
·        İktidar?
·        Bilgi birikimi?
·        Cahillik?

23.8.07
SEVGİLİ İLİŞKİLERİ
İki erişkin (genellikle) zıt cinsin libido etkisine ve hayatın zor koşullarına karşı birlikte direnme-dayanışma-güven isteğinden doğan, özel sırlarının dahi rahatlıkla paylaşıldığı sıcak yakınlaşmanın adıdır.
İlişkinin asıl kökeni maddi-fiziksel gereksinimler iken, ilişkiyi tadlandıran ve yararlılığa yönelten maneviyat dediğimiz üst yapı mayasıdır.
         (...)
“Azgelişmiş” toplumlarda geleneklerin, özel ilişkilere müdahalesi, sevgili ilişkilerinin "samanlık" serüvenini yaratan ve aynayı çatlatan kırık yüzlerin çizgilerinden sızan kan damlaları, kızıl bela, "namus" kavramının abartılı yüzü de bir başka yanı.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

nar kırığı ile ilgili görsel sonucu
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

1.12.07
SEZİ-YORUM
Sezi-p-öğreni-yorum-luyorum çözüp-ç-özümü-söylüyorum
Blogumuzda “logo sloganı” olarak kullandığım bu sözün anlamının, hangi felsefe akımının yansıması olduğunu düşünmeye başladım bir an.
"se-zi"yi, (bizim) adlarımızın ilk hecelerinin birleşiminden esinlenmiştim. “sezi-yorum”un, başlı başına bir düşünme biçimini işaret etmesi, başlangıçta bir rastlantıydı sadece.
Sayfayı her açışta karşılaştığım bu deyimin anlamı artık yüzüme bir sonbahar rüzgarı gibi vurmaya başladı. Bazı rüzgarlar okşardı ama bir deniz dalgasının en sert kayayı bile parçalayabilmesi gücünü anımsattı bu durum.
Buraya bıraktığımız her deyişin bir ağırlığı ve her açılışta başta göstermenin daha fazla bir sorumluluğu olmalıydı.
Biraz çabayla, onunla bağdaşan anlamların felsefi boyutlarını sermeye çalıştım.

19.5.08
KÜRESEL K(E)RİZ
Amerika’da “Mortgage krizi”, “peyk”indeki ülkeleri de krize sokmuş!
( kötü kader!..)
Tabi ki öyle olacak, alçakta durursan, ağzına girenin değil, kıçından çıkanın kokusunu duyarsın.
Nedense,
Amerika’daki işçilerin, siyahların, kırmızıların, esmerlerin “krizleri” hiçbir ülkenin “iş adamlarını” krize sokmuyor!
Bizde krizlerin yaşamasında birilerinin çıkarı varsa onun adına “canavar” derler: enflasyon canavarı, terör canavarı, trafik canavarı..yani, yakasından tutulacak olan adres kendileri değil, canavarlardır.

“HAVADAN SUDAN DÜŞÜNMEK”

Havalar soğudu.
Bulutlar Güneş ile aramızda “kara kedi” gibi ikircikli durmakta.  Su ve kar potansiyeli fizik ve kimyamız aracılığı ile ruhumuza (torpilli müdürlerin becerdiği gibi)  mobbing terörü uygulayadursun,  her kışın ilkbahara çıkan yol olduğunu biliyoruz.  Biliyoruz da  refleks ile değil, “bir durup düşünürsek” öyle….
Algımız, gitarın mi teli kadar tiz bu mevsimde. Gazı koz, rakıyı gazoz gibi anlamak her an olasılık kapsamında. 






 28.4.09
İman ve diyalektik
(...)
İnsanın dört zindanı
İnsanın Dört Zindanı/ Ali Şeriati, İslam Dünyasındaki şeriatçı okurların başucu kitabı olmuş. Sevgili Ağabeyim (kendileri, nesli tükenmekte olan saf-temiz Müslümanlardan biri olarak) bu kitabı mutlaka alıp okumamı istemişti. Kitabın aslını henüz bulamadım ama özetini ve eleştirileri (aslında övgüleri) okudum.
Bu kitabın, Marks-Engels’in “Alman İdeolojisi”nin basit bir eleştirisi olduğunu söyleyebilirim.
insanı baskı altına alan ve insanın özgürlüğünü kısıtlayan 4 zorlayıcı güç vardır” diyor.
1. Naturalizm (Doğanın zorlayıcı gücü)
2. Historizm (Tarihin zorlayıcı gücü)
3. Sosyolojizm (Toplumun zorlayıcı gücü)
4. İnsanın kendisi

21.2.11
Güneş enerjisinde Sosyalizmin tüyosu var
Günümüzde enerji kaynaklarının özel mülkiyeti oldu da, kapitalizm şu Güneşi bir türlü zapt edemedi ki insanlara kontörlü olarak satabilsinler!
Bundan birkaç asır önce, belki de tek asır önce, suyun parayla satılacağını söyleyen olsa inandırıcı olur muydu, bilinmez. Şimdilerde kamunun ortak kullanım alanları olan ormanların, deniz kıyılarının, kamu arazilerinin, yağmalanmasına politik kılıflar bulunabilmekte. Son otuz yılda kamu fabrikalarının “yakınlara” özel-leş-tirme adı altında peşkeş çekilmesi bile ekonomik kariyer olarak yutturulabiliyor.
Böyle giderse, güneşin zaptı yakın!


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj3tiV39xWo-dSJ8kLPiYPF4MhMH_mRSk0UPHFcY_gqnxejfSIzSE82bp58TvBbmZ__NVNjfy-dgNxOAMlchyphenhyphen_u8aZ1tgzdqcxguErV6kKyjdK-xRabp4egByZQbI2_IDJ12-lxIA/s400/kitap+fuar.jpg
5.3.16
İstanbul cnr expo kitap fuarında imza günümden resimler
"Güzel günler göreceğiz çocuklar"
Zehni Örer
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

8.2.12
algıda seçicilik farkındalıktır
duymak ve anlamak
Politik söylemlerde sık duyduğumuz bir sözcüktür “algı”. Bir konunun anafikrine odaklanmanın ölçü birimi gibi kullanılır. “Algı” ile “farkındalık” aynı anlamı içeriyor gibi bilinse de, “farkındalık”ın bir adım daha derine işaret ettiğini düşünüyorum.
İçten ve dıştan gelen uyarıcıların duyumlar aracılığıyla anlamlı hale getirilmesine algı denir.
         Farkındalığı ise “odaklanmak” olarak yorumlayanlar var. Ortada dolaşan yorumlardan, TDK’nun algı yorumuna daha yakınım.
Algı, Bir şeye dikkati yönelterek o şeyin bilincine varma, idrak: “Bakmak için algılarımız yeter, görmek içinse salim bir kafa, ayıklık, şuur gereklidir/TDK
Tanımın asıl cümlesi algıyı belirtirken, eş cümlesi farkındalığı anlatıyor gibi.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgggCuv_NaQr5YQPREt-u-Qw7_aY1a75mWEHDyeOjlCAhZCZOi2_wuxSF_3n7s3g7rXmSfAhVnn1KjRsMv8FK-rcxO_r7vUyqX7eI0v1Uwr_ZuIwLV-O06ShyL2E2E1le7N8WqHWw/s400/kitap+fuar%25C4%25B1.jpg

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

20.3.12

Blog yazmanın düşündürdükleri
Blog yazmak benim için geçici bir heves değil. Eskiden yerel gazete ve dergilerde, ulusal gazetelerin konu yorum bölümlerinde bir şeyler karalarken, internet avantajı bu işi daha seri yapmamıza yaradı.
Okumak yemek gibiyse, bilgi vitamini ufkunuza güç katıyor. Hep vitamin depolamak bir süre sonra nasıl ki kolestrol, yağ gibi olumsuzluğa dönüşebiliyorsa, ardından spor yaparak dengeleri sağlıyorsunuz.
Yazmak  da okuyarak ve düşünerek ufkunuzda biriktirdiğiniz bilgi enerjisinin fazlasını deşarj ediyor, onu daha rahat işlerliğe dönüştürüyor, yenisine yer açıyor.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif
“ANLAYANA SİVRİ SİNEK SAZ, ANLAMAYANA SİNEK ISIRIĞI AZ”
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif
5.11.14
Saygı nedir?
Saygı, her şeyden önce iki kutup gerektiren bir kavramdır. Duyan ve duyulan. Duyulan, asıl anlamın öznesidir. Duyan ise onun tamamlayıcısı.
Bir kişinin topluma yararlı olma özelliğinden ve bıraktığı eserinden dolayı farkında olunduğunu belli etme duygusudur. Bu duygu söz, beden ve somut eylemlerle gösterilmedikçe, saygı anlam bulmaz.
Saygı kişisel kazanımlar karşısında duyulacak bir tutum olamaz. Toplumsal olmak zorundadır.


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

Zehni Örer
memleketin haline bakışımdır

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif


2.4.16
cahilliğin arz-talep eğrisi
“Bütün kötülüklerin başı cehalettir” demez miyiz zaman zaman?
İnkar etmeyelim şimdi, deriz valla. Deriz de, laftan öteye gidemezsek, köşeye sıkıştırılmış kedi gibi, bize çarpacak kötülüklere korkuyla baka kalırız hep.
Cahillik! Altınyıldız kumaştan olsa kimse üstüne almıyor “dilenci kılıklılar”dan başka.
Diplomalı ya da diplomasız cahilliğin bir ölçüsü olmalı değil mi? Şahsen kendim, cahil miyim aydın mıyım bilmek isterdim. Bu iş iltifatik sözlerle ya da hissetmekle olmuyor! Herkes egosunun kışkırtmasıyla kendini bir şeyler sanınca, itiş-kakışlar, budalalıklar ve ukalalıklar tavan yapıyor.
Şarkıcıdan akıl hocası, futbolcudan kanaat önderi, profesörden fikir suçlusu, veteriner-imamdan TÜBİTAK başkanı... her şey arap saçı gibi. Tabi ki yalan ve kurnazlıklar, bu ortamın arz-talep yasasına göre revaçta kalıyor!
Herhangi bir okul diploması ile aydınlanmayı karıştırdığımı düşünmeyin. Diplomalar meslek için, genel okumalar aydınlanmak içindir. (bu tespitimi farklı bakış açınızla geliştirebilirsiniz)


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif
Kendini Şiir İle Anlat
Önce kendimi anladığımı anlayıp
Sonra sıradanca anlatabildiğimi..
Korktuğum, kendim –içim- değil aslında,
Seçtiğim sözcüklerin sırıtkanlığı…
Herkes önüne bakar bakar da,
Ben sadece içime….
Diyor Montaigne.
Al biraz herkesten,
Biraz da Montaigne’den;
Budur, önce içine,
Sonra önüne bakan Ben.
Zihni Örer

https://www.antoloji.com/kendini-siir-ile-anlat-siiri/

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

12.7.16
para, edebiyatın genetiğini bozar
Bir zamanlar, Cem Mumcu’nun keşfettiği “diz üstü edebiyat” vardı. Tam 1 yıl koşmuştum yayınevinin peşinden. Nezaketen, “he hı…” diyerek oyalamışlardı. Oyalandığım dönemde “diz üstü dil altı” (pardon o tansiyon hapıydı, doğrusu “diz altı” olacaktı) çok farkında olduğum bir tarz değildi. Ben yazmıştım, onu da edebiyat sanmıştım. Sevgili Fatih’in Apaçi serileri aklımı çelmişti de, O’nun torpiliyle muhatap alınmamı sağlamıştık. Yayınevlerinin bir yazar adayını eseriyle muhatap alması ille de sanasasyonik çabayla mümkünmüş. Onu öğrendim.
Neden diz üstü dedi buna Cem Mumcu? Nedenini sormadım elbette. Ama soran olmuş ve şu cevabı almış:
"Yazar olan insanların birçoğu hedef kitleyi düşünmeye başlar. Bir metni yazarken onun beğenilip beğenilmeyeceğini ya da satıp satmayacağını düşünmek o metni çuvallatır. Benim bloglarda gördüklerim bu tuzağa düşmemiş metinlerdi."
İnansak mı? Önemli olan okur adayında ilgi uyandırmak mı, bilgi uyandırmak mı? Bu soru burada kalsın öylece.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif
İşte Öyle Yaşamak
(...)
Yaşamaktır,
düğümü kör eden ağıtları kanatmak
ve bu şarkıya akor basmak için tırnak uzatmaktır
yaşamak...
işte öyle

Zihni Örer


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

8.7.17
bir deneme denemesi
Şeytanın kulağına kurşun, şu sıralar kendimi epeyce yakışıklı hissediyorum. Aslında uzun zamandır öyle olmadığımın farkındaydım. Fakat şu sıralar, arada bir kapıldığım anlardan biri. Sağolsun bunda berberim Memedin de payı var. Ama çok uzun sürmüyor. Saç dengeleri değişince, ölçüler de çığırından çıkıyor. Fiziki ölçülerimin dengeleri pek bozuk sayılmasa da, kafa kemiğimi ve bacak yapımı yeniden tasarlamak ve daha estetik yapmak isterdim doğrusu. Saçlarımın kafa coğrafyasındaki sınırları, saç teli kaçakları… ve diğer organların koordinatları tam estetik tamire muhtaç.
Tedavüldeki kültür diyo ki, “Allah öyle yaratmış, bozarsan isyan sayılır”. Biz de inanı-yoz... Dolayısıyla toka dahil hiçbir şey takmıyoz kafamıza. Desem de pek inanmayın. Tıraş, parlatıcı, şampuan, losyon, rolon, pafüm… vs gibi malzemeler metroseksüelliğe girmediğinden, rahatlıkla değerlendirebiliyorum. İşte bu noktadan sonra sözünü ettiğim sanal his peydahlanıyor içimde. Yakışıklıyım hissi…

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif
Kanunsuz Aşk
kanun?
sabıkalı aşık!
bu bir masumiyet!
Ama bir de suç.
Kafanın 'içi' arapsaçı bu kez!
Ne ariflere,
Ne de tariflere sormalı.
Ne kıvılcımı,
Ne de körüğü olmalı.
Bir bilmece deyip geçmeli,
Cevabı hiçlerden seçmeli.
(...)
Zihni Örer


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif


28.7.17
uygarlığın iki yüzü
otantik okumalar
Kent uygarlığında su bardağı ile yemek tabağı ya camdan, ya da porselenden yapılmış.
Yer, ya betondan ya da kaygan fayanstan....
Bu hayatta ilgi alanı binbir çeşit. Zaman su gibi akıp gidiyor; uygarlık, saatin djital göstergelerinde saniyleri hesaplıyor. Gerçeklerin gizlendiği detaylara bir türlü yetişemiyorsunuz. Aceleniz hep var. Son lokmayı yutmadan sofradan (pardon masadan) kalktınız ve telaştan ayağınız kaydı; bardak-tabak elinizden sert fayansların (tuzağına) düştü. Cam bardak -mı tabak mı neyse- parçaları her bir yana yana fırladı. İçinden sıvışan su yerin kayganlığını iyice kışkırttı. Islak yerde cambaz gibi yürüyebilseniz de, beyniniz normalden daha fazla enerji yakacaktır. Düpedüz stres nedeni!.. Hain cam parçalarını bir yıl boyunca toplasanız bitmez. Hatta velakin topladığınız parçacıkları tartsanız ilk halinden ağır geleceğini düşünürsünüz. O kadar yani! Kızdığınızdan böyledir bu.
Öyle ki, insan "kızınca kıyamet" koparabiliyor değer yargılarında.


https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s320/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif

amatörce 2 deneme
zzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzz

zzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzz

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXMppX_h94WlF9vs1P5vpQupVcW4JTkmxC7DmxHBbImdOYEC_4CvkRZ1Js9M4q6nNaq3rfpzi-i-wMoV3F1GkhIihifLcTF4zLdqosjmmRn5tteRuhyjE3Dw6T4hvX0XknXlLM/s640/05c1065fc6336b86e5c49e8b95363e47.gif
Gönderen Sabahattin Gencal zaman: 14:36 
2 yorum:
1.   https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgIxq9L52V7KtkRMUybEAD_HMqfrUT0TvX4usAivkJsdUHt_t2a1GkLIWyAVPTScHJH8AJ5Cq_LsttsbnJSEKHd9u3wiXZPLH4AhJSMNnh-nj2cV95n_bPcScbFqYd8euIvpUNp/s35/izlerveyansimalar.jpg
Sabahattin Hoca'm yaptığınız bu güzel çalışma ile ne güzel, bilmediğimiz bloggerlardan haberdar oluyoruz. Zihni Özer Bey'in adını ortak dostların platformlarından biliyordum, ancak bir blogu olduğunu bilmiyordum. Takibe aldım. Çok teşekkürler. Emeklerinize sağlık.

Başarılı çalışmalarınızın devamını diler,
Size ve ailenize, sağlık ve esenlik dolu günler temennisiyle..
1.      https://lh6.googleusercontent.com/-P57yYcOFFDc/AAAAAAAAAAI/AAAAAAAAEx4/HUB5dEPHRl0/s35-c/photo.jpg
Merhaba,
Yorumunuz için çok teşekkür ederim.
Sizlere de ailece sağlıklı ve mutlu günler dilerim.
Okumak bir deva, anlamak bir şifadır. ( R. Necdet Evrimer )
Okumak bir deva, anlamak bir şifadır.  ( R. Necdet Evrimer )
.
İçindekiler
·                                                                                                                                        01.Temel Kavramlar
·                                                                                                                                        02. Denemeler ve fikir yazıları
·                                                                                                                                        03. Anılarımdan ve anı ağırlıklı yazılarımdan
·                                                                                                                                        04. İz Bırakanlar
·                                                                                                                                        05. Kategorisiz yazılar
·                                                                                                                                        06. Çağrışımlar
·                                                                                                                                        07. Tanıtım yazıları
·                                                                                                                                        08. Mürekkep Lekeleri(Şiirler)
·                                                                                                                                        09. Felsefe Yazıları
·                                                                                                                                        10. Kategorisiz Yazılar (2)
Etkin olan da var, olmayan da...
·                                                                                                                                        Sabahattin Gencal'ın Blogları
Google+ Takip edenler
Okumak gibisi var mı?
·                                                                                                                                        Güzel, Yararlı ve Örnek Bloglar
En çok okunan yayınlar
·                                                                                                                                        https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEghR79SrQqUxmoS-6rX26NRmk7B_SbMQiDJxpfMBdmuTU4cydkEsTPr0t5c4T_XS6Nrj8-3WQTnJP7_qGsrU0oVWGoOVk2OSchDZ9AIFd8tTMpoGunnAfWsX6f1iGpeLjimiXj3aQ/w72-h72-p-k-no-nu/ssgen.jpg
                                                                              Değerli ağabeyim, dostum, meslektaşım, kayınbiraderim, teyzem...
·                                                                                                                                        Yunus Emrede Ahlâk Anlayışı
        Yunus Emre’nin Allah sevgisi, insan sevgisini de kapsar. Yunus Emre’nin insan sevgisi ahlâk görüşünü de kapsar. Bir benzetmeyle beli...
·                                                                                                                                        https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgv__ezgDeQ2f6lJ-X6jXCUW-HZlR38IaUrwZi3Ki0F4b2k8S09GJk9Q_-rBeHla1zqo3yPpWkkhNi4Vv_qEnXTut-reG2U9fxSAEW4UVP_XNfIGoKIukIhL6W4Z0gcKpmgG0dDXQ/w72-h72-p-k-no-nu/IMG-20171126-WA0003-crop-crop.jpg
Sabahattin Gencal İstanbul, 25. 11. 2017 Memleketimin insanlarıyla konuşmaya devam ediyorum. Daha doğrusu insanımızı konuşturmaya ve...
Öne Çıkan Yayın
      Fikir üretebilmenin yöntemlerini kuramsal olarak biliyoruz; ancak bir türlü fikir üretemiyoruz. Çünkü üretimin her aşamasında eksi...
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg1OHmvulxWnOfHAxU-REWbNH666kLWNGpnjtfvAJ8tvs7MpqGfCIihnYHxLXwpe6W7CsIDvK5OpaGdtKvM2L68hyVKXtpxSCLnZRrd9dYrDpoV0ivenaAdSEtgYLJ6Bdn1Fe77WA/s1600/02.jpg
Blog Arşivi
                                                            
?????
Hakkımda
Fotoğrafım
İnsan henüz kendini tanıyamamıştır.
İzleyiciler
Bu Blogda Ara
Formun Üstü
Formun Altı
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Çeviri
Google ÇeviriÇeviri tarafından desteklenmektedir
Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı
Sparkline 282,238
İzlediğim Bloglar
·         
·         
·         
·         
·         
Harikalar Tic. teması. Blogger tarafından desteklenmektedir.

28.2.11

sosyalizm ve insan-Che Guevara

Nathalie Cardone -Comandante Che Guevara Hasta Siempre

Sevgili Ayşegül de yazmış:
Güçlü bir halk lidere ihtiyaç duymaz./Emiliano Zapata

Öyle zamanlar vardır ki, uyuyan devi uyandıracak olan bilinçe ihtiyaç duyulur.
E. Zapata’nın deyişi, düzlüklerin ve dingin zamanların sözü olsa gerek.

Özgür ve gelişmiş bireylerden oluşan bir toplum şimdilik ütopyamız olarak kalabilir.

“van minıt” tan kahraman yaratan bir arap(çı) toplumun, -tıpkı gazel alevi gibi -görüntüsü yüksek olsa da, ömrü ve direnci kısa olacağa benziyor. Yağmurdan kaçarken doluya tutulacakları şimdiden belli. Çünkü, aşiret ve cemaatler oraların gizli iktidarları.

Avrupa holding hükümetlerinin havada savrulup, oluşacak petrol leşinin üzerine nasıl konacaklarını görüyor gibiyiz.
Bir Che Guevara, Fidel Castro ya da M. Kemal gibi liderlerin herhangi birisinin Ortadoğu halkının önünde olduğunu düşünün….
Siz bunları düşünürken, sevgili Eleştirel Günlük’teki bu videoyu izlemenizi öneririm. Daha sonra, “romantik kahraman”ın kim olduğuna ve dediklerine bakalım.

CHE
Ernesto CHE Guevara’nın Sosyalizm ve İnsan hikayesi yandaki resimde görülen kitabın, küçücük katkılarla bir özeti sayılır.
Bu yazının konusu olan, Che’nin öngördüğü “sosyalist insan” tipini, Ortadoğu halkı yerine koyun. Örneğin biraz da Küba’yı ….

"Bir insan bütün hayatını devrime adamayı düşündüğünde çocuklarından birinin ihtiyaçlarını karşılayamamak, çocuklarının ayakkabılarının yıpranması ya da ailesinin ihtiyaçlarına cevap verememek gibi aklını yiyip bitiren endişelerden kurtulamazsa, bu düşüncelerin etkisi altında gelecekte ortaya çıkabilecek bir yozlaşmanın tohumlarını usulca ekmiş olur..."
Kapitalizm-insan

Kapitalist toplumda insan, kavrayamadığı soguk bir irade tarafından yönetilir. Yabancılaşmış, örnek insan, onu toplumun bütününe baglayan, görünmez göbek bağına sahiptir: deger yasası. Bu değer yasası, bireyin tüm yaşamının her alanına nüfus eder, yolunu ve kaderini biçimlendirir.

Kapitalizmin, insanların büyük bir kısmı ve bu duruma gözünü yumanlar için görünmeyen yasaları, birey algılamasa dahi, onun üzerinde etkili olur. Sonsuz gibi gelen bir ufkun genişligi görünür yalnızca.
Her halükarda, sözüm ona gerekli donanıma sahip bireyin, amaca ulaşmak için üstesinden gelebileceği engelli bir yola işaret edilir. Ödül uzağa konur; kişi bu yolda yalnızdır. Üstüne üstlük bu bir kurtlar sofrasıdır. Ödüle ancak başkalarının başarısızlığı pahasına ulaşılabilir.
Meta, kapitalist toplumun ekonomik nüvesidir; var olduğu sürece etkileri üretimin örgütlenmesinde ve kaçınılmaz olarak da bilinçte hissedilecektir.

Sosyalizm-insan

Bireyin her türlü yönetim ve üretim mekanizmalarına bilinçli bir şekilde bireysel ve kolektif katılımının önemini vurgulamak ve bu katılımı, süreçlerin nasıl iç içe geçtiğini ve paralel ilerlediğini görmesini sağlayacak biçimde, teknik ve ideolojik gereklilik düşüncesiyle birleştirmek gerekir. Ancak bu şekilde, yabancılaşma zincirlerinin kırılması, insan olarak tam anlamıyla kendini gerçekleştirmesi demek olan toplumsal varlık bilincine sahip olabilmesi mümkündür.

Bundan, bireyin özgür işgücü sayesinde doğasına yeniden kavuşması ve kültür sanat aracılığıyla da kendini ifade etmesi anlaşılmalıdır.

Bunlardan ilkinin gelişmesi için, çalışma kavramı yeniden biçimlendirilmelidir. Meta-insan, varlığı kesintiye uğramış insandır ve burada, toplumsal görevlerin yerine getirilmesini sınırlayan bir sistem devreye girer. Üretim araçları toplumundur ve makineler, sadece toplumsal görevin ifa edildiği bir siperdir. İnsan, düşüncesini özgürleştirmeye, bu durum her ne kadar can sıkıcı olsa da, hayvansal ihtiyaçlarını karşılamak için çalışması gerektiği fikrinden yola çıkarak başlar. Kendini ancak eseri aracılığıyla ifade edebilir, böylece yarattığı ürün ve ortaya koyduğu emek üzerinden insani boyutlarını kavrar. Bu da, kendisine ait olmayan, satılığa çıkardığı işgücüyle var olma biçimini bir kenara koymanın yanı sıra, kendini yeniden üretmesi, yansımasını bulduğu toplu hayata koyduğu katkıyla toplumsal görevini yerine getirmesi anlamına gelir.

Çalışmaya, bu yeni toplumsal ödev niteliğini kazandırmak ve bunu tekniğin gelişimiyle birleştirmek için elimizden geleni yapıyoruz. Bu, bir yandan daha geniş bir özgürlüğün koşullarını yaratacak, diğer yandan da Marksist yaklaşıma dayalı gönüllü çalışmada olduğu gibi, kişinin fiziksel gereksinimlerinin baskısını üzerinde hissetmeden üretip, kendini bir ticari mal gibi satmadan insani koşullara gerçek anlamıyla ulaşmasını sağlayacak.

Gönüllü olsa bile, çalışma hayatında elbette zorlayıcı etkenler vardır; insan kendisini çevreleyen toplumsal doğa nedeniyle ortaya çıkan şartlı refleksleri henüz değiştiremedi ve üretim çoğunlukla çevrenin baskıyla (Fidel bunu ahlaki baskı olarak adlandırır) gerçekleştiriliyor. Bu da komünizm olacaktır.
Bilinç kendiliğinden değişmez, tıpkı ekonominin kendiliğinden değişmediği gibi. Değişim yavaş gerçekleşir ve ritmik değildir, fakat ivme kazandığı zamanlar olur, öte yandan durabilir de, hatta gerileyebilir.

Daha önceden de belirttiğimiz üzere, Marx'ın Gotha Programının Eleştirisi'nde anlattığı gibi saf bir geçiş döneminde olmadığımızı, Marx'ın öngörmediği yeni bir dönemde, komünizme geçişin ya da sosyalizmin inşasının ilk döneminde olduğumuzu kabul etmemiz gerekiyor. Bu dönem, sürecin özünü kavramayı zorlaştıran ve bu süreçte varlığını sürdüren kapitalist unsurlarla, şiddetli bir sınıf mücadelesinin ortasında yaşanıyor.

Bütün bunlara, Marksist felsefenin gelişimini frenleyen, ekonomi-politiği henüz oluşmamış dönemin sistemli olarak iyileştirilmesine engel olan skolastik düşünce de eklenirse, hala emekleme döneminde olduğumuzu kabul etmemiz gerekir.

Üretime yönelik olmayan etkinlikleri yönlendiren fikirler alanında, maddi ve manevi gereksinimler arasındaki ayrım daha net görülebilir. Insanoğlu çok uzun zamandır, kültür ve sanat yoluyla yabancılaşmayı kırmaya çalışıyor. Tinsel dünyasında küllerinden yeniden doğmak için, bir meta gibi davrandığı sekiz saatte, hatta daha fazla bir zaman diliminde her gün can veriyor. Fakat bu ilaç hastalıkla aynı özü taşıyor: doğayla uyumlu yaşamı arayan yalnız birey. Bir yandan çevreden baskı görmüş bireyselliğini savunuyor, diğer yandan lekesizliğini sürdürebilme amacındaki tekil bir varlık olarak, estetik düşüncelere tepki gösteriyor.

Fakat bütün bunlar sadece bir kaçış çabası. Değer yasası artık sadece üretim ilişkilerinin saf bir yansıması değil; tekelci kapitalistler, uyguladıkları yöntem tamamen deneye dayalı olsa da onu, itaatkar bir köleye dönüştüren karmaşık bir yapıyla kuşatıyor. Üstyapı, sanatçıların eğitimle ehlileştirildiği bir sanat biçimini dayatıyor. Asiler mekanizma tarafından egemenlik altına alınıyor ve sadece sıradışı yeteneklere sahip olanlar kendi eserlerini üretebiliyor. Geri kalanlar ya mıymıntı memurlar olmaya zorlanıyorlar ya da öğütülüyorlar.
Özgürlüğün tanımı olarak sunulan sanat araştırmaları icat ediliyor, fakat bu ''araştırmalar'' insanın ve onun yabancılaşmasının gerçek sorunlarını ortaya koyma konusunda, onlarla karşılaşana kadar algılanması mümkün olmayan yetersizlikler içeriyor. Nedensiz sıkıntı ya da harcıalem bir hoşça vakit geçirme hali, insani kaygılara karşı supap oluyor, bu yolla sanatı protesto amaçlı bir silah olarak kullanma fikrine karşı mücadele ediliyor.

Yeni bir kuşak doğuyor.
Karaağaca armut aşısı yapılabilir, ama diğer yandan armut ağacı dikmek gerekir. Yeni kuşaklar ilk günahtan arınmış olarak gelecektir. Sıradışı sanatçıların yetişme ihtimali, kendini ifade zemininin ve kültür alanının genişliğine bağlı olacaktır. Bizim görevimiz, şimdiki kuşağın içinde yaşadığı çatışmalar nedeniyle sapkınlaşmasını ve de yeni kuşakları sapkınlaştırmasını önlenmektir.

Ne resmi görüşe hizmet eden maaşlı köleler ne de devlet bütçesinin himayesini bekleyerek tırnak içinde bir özgürlük yaşayan burslu öğrenciler yaratmalıyız. Elbette yeni insanın şarkısına halkın kendine has sesiyle ahenk verecek devrimciler gelecektir.

Biz sosyalistler daha özgürüz, çünkü eksiksiziz; eksiksiziz, çünkü daha özgürüz.
Tam özgürlüğümüzün iskeleti kuruldu, tek eksik kanlı canlı bir vücut ve giysiler; onu da yaratacağız.
Özgürlüğümüz ve onun için her gün verdiğimiz mücadele kan rengindedir ve fedakarlıklarla doludur .
Fedakarlığımız bilinçlidir; inşa ettiğimiz özgürlüğün bedelidir.
Yürünen yol uzundur ve bir bölümü belirsizdir. Biz kendi sınırlarımızı tanıyoruz. 2l. yüzyılın insanını bizler, kendimiz yapacağız.
Y eni bir teknikle yeni bir insan yaratarak gündelik uğraş içinde gücümüze güç katacağız.

ERNESTO GUEVARA 
14 Haziran 1928'de Arjantin'in Rosario kentinde doğdu. Tıp eğitimini henüz tamamlamışken, 1953 yılında Bolivya'ya yolculuk etti, buradan da tüm Latin Amerika'yı kapsayan ikinci bir seyahate çıktı. Guatemala'daki devrimci sürece katıldı. Bu sürecin yenilgiye uğramasından sonra ise, Meksika'ya gitti. Burada, 2 Aralık 1956 yılında, Küba'da Fulgencio Batista diktatörlüğüne karşı gerilla mücadelesi yürütmek üzere gerçekleştirilen Granma yatı çıkartmasına katıldı. 1 Ocak 1959'da zafere ulaşacak Küba Devrimi'nde, Sierra Maestra'daki mücadelenin ilk aşamalarından itibaren askeri ve politik yönetici olarak üst düzey sorumluluklar üstlendi. 1965 yılında tüm görev ve sorumluklarından istifa ederek, komutasındaki Kübalı bir birlikle beraber sömürgeciliğe karşı yürütülen mücadeleye destek olmak üzere gizlice Kongo'ya geçti. Kasım 1966'da Bolivya'ya geçti. 8 Ekim 1967'de Quebrada del Yuro bölgesinde ordu birliklerince yaralı olarak ele geçirilinceye kadar gerilla hareketine önderlik etti. Ele geçtikten bir gün sonra, La Higuera köyünün ilkokulunda katledildi, Yıllar süren aramalar sonucu bulunan kalıntıları, 1997 yılında Küba'ya geri götürüldü.
Radikal'de Che
 
Kitabı Türkçe’ye çeviren:
Ç1ĞDEM ÖZTÜRK 1978 yılında lstanbul'da doğdu.1stanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümünü bitirdi. Adam Yayınları, Pazartesi dergisi, Buğday dergisi ve Açık Radyo'da çalıştı. Barselona Otonom Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi üzerine doktora çalışmasını sürdürüyor, Roll ve Express dergilerinde söyleşileri ve çevirileri yayımlanıyor.

21.2.11

Güneş enerjisinde Sosyalizmin tüyosu var



Günümüzde enerji kaynaklarının özel mülkiyeti oldu da, kapitalizm şu Güneşi bir türlü zapt edemedi ki insanlara kontörlü olarak satabilsinler!
Bundan birkaç asır önce, belki de tek asır önce, suyun parayla satılacağını söyleyen olsa inandırıcı olur muydu, bilinmez. Şimdilerde kamunun ortak kullanım alanları olan ormanların, deniz kıyılarının, kamu arazilerinin, yağmalanmasına politik kılıflar bulunabilmekte. Son otuz yılda kamu fabrikalarının “yakınlara” özel-leş-tirme adı altında peşkeş çekilmesi bile ekonomik kariyer olarak yutturulabiliyor.

Böyle giderse, güneşin zaptı yakın!

Aslında bir anlamda güneşin özel mülkiyetini de yapmaktadırlar. Deniz kenarına kurulan oteller özel kişilerin mülkiyetine verildiğine göre, özel plaj adı altında, kontrol edebildikleri yerin güneşini ve denizini insanlara parayla kullandırmaları bu anlama gelir.
Egemenlik güç demektir. Fizik (yani doğal) yasaya göre,

• Güç=iş/zaman=kuvvetXyol
Burada işin asıl kaynağı enerjidir. Ama politikada egemenlik ya da güç bu doğal yasaya değil, kurnazlık, yalan ve doğal yasanın ihlaline göre kazanılmaktadır.
Nasıl mı?
Şöyle: Kapitalist ülkelerde yoksul sayısı her zaman varsıl sayısından fazladır. Sayısı fazla olanlar her zaman yönetecek hükümeti seçer (birçok kez söylediğimiz söz). Miting meydanlarında asla varsıl sınıf görülmez, onlar yine asla polis gazı ve jopu yemezler. Yoksul fedakar iken "Mehmetçik ya da asilTürk" olur, isterken "haindirler"!
Ya varsıl akıllı ve bilinçlidir bu konuda, ya da yoksul. Jopu ve bibergazını yoksul yediğine göre, kesinlikle bilinçsizdir hükümetler nazarında.
Çelişkiye bakın, “besle kargayı oysun gözünü”. Tayin ettiği hükümetten jop yiyen bir sınıf.
Başka deyişle, kapitalist ideolojilerde Demokrasinin temel gücü  ile servetin temel gücü ters orantılı. Demokrasilerde yoksul çoğunluğun oyu iktidar olur ama varlıklı azınlık egemen olur.
Şunu belirtelim de eksik anlaşılmasın: miting meydanlarına çıkanlar sadece kendi kişisel çıkarlarını aramıyorlar. Miting meydanlarına çıkMayan büyük çoğunluğun da bu taleplerden yararlanacağını bildikleri kesin. Ama, egemen sınıf medyası ve eğitim kurumlarıyla, beyinlerin biryerlerine sokuşturulan virüs ile, yoksulları hain ve masum olarak ikiye bölmeyi başarabiliyorlar.

Fazla uzatmayalım, siz daha detaylarını benden daha iyi anlarsınız.

Egemen sınıfın, hükümetler aracılığı ile, doğa nimetlerini ayrıcalıklı kullanma eylemleri, doğadaki bütün vahşi canlılardan en vahşi ve aşağılık olduğu söylenebilir. Bir vahşi hayvan avını yakalayıp yediğinde, doyduktan sonra uysallaşır da, insanoğlu doyduktan sonra bir de stoklama eğilimine girer ki, bu durum egemenlik dürtüsünün ve doyumsuzluğun dışa vurumu olarak kendini gösterir. Öyle bir doyumsuzluk ki, aynı varsıl sınıfın egoları K.Maxı bile yanıltarak, birbirleriyle de savaşmaktalar. Bu savaşın pasif adına “rekabet”, aktif adına da “operasyon” denilmekte. Yoksulları birbirine düşüren varsıl sınıf olduğu halde, varsılları birbirine düşüren servet biriktirme ve egemenlik tutkusudur. Böyle bir paradigmada kapıp-kaçmayanın gelecek güvencesi risktedir.

Doğal dengenin altüst olması pahasına enerji ve sanayileşme savaşı, uluslar arası sermaye güdümlü, en ciddi çatışma örneklerinin başında gelir. Ortadoğu petrolleri o yörenin halkını bu yüzden şamaroğlanına dönüştürmüştür.

 Güneş enerjisi, modern bir teknoloji ile üretilmesinin ve tekleşmeye yönelten merkezileşmesinin önleneceğinin de örneğidir. Kısaca bu teknoloji, bu gün su ısıttığımız güneş enerjisinin elektrik enerjisi olarak kişisel-ailesel olarak kullanılabileceği…

Hele dünyanın en pahalı petrolünü ve elektriğini kullanan halkımız için, böyle bir teknoloji, enerji ağaları karşısında çok önemli bir mevzi kazandıracaktır. Herkes, kendi binasının üstüne kendi elektriğinin aparatını kuracak ve evdeki hayatın bu enerji sayesinde olağanüstü değişeceği düşünülür.
Bu mevzi kazanılırsa, daha sonra, “darısı diğer tekellerden kurtulmaya” diyebiliriz.

Yazının buradan aşağısını (italik bölümü), yandaki kitabın içinden süzerek ve özetleyerek (biraz da meslek hevesimin gücüyle) hazırladım.

* * *
Güneş milyonlarca yıldır gezegenimizin başlıca enerji kaynağı olagelmiş ve binlerce türüyle hayat, gezegenin oluşum süreci boyunca güneş enerjisine hassas bir şekilde uyarlanmıştır. Nükleer enerji hariç, kullandığımız bütün enerji türleri biriktirilmiş güneş enerjisinin bir şeklinden ibarettir.
İster odun ve kömür, isterse mazot ya da gaz yakalım, biz aslında güneşten dünyamıza yayılmış ve fotosentez yoluyla kimyasal şekle bürünmüş enerjiyi kullanmaktayızdır.
Güneş enerjisine geçiş, herhangi bir büyük teknolojik yenilik gerektirmemektedir.
Bu teknolojilerin en ayırt edici özelliği, merkezilikten uzak yapılar olmalarıdır. Güneşten yayılan enerji bütün gezegene dağıldığı için, merkeziyetçi güneş enerjisi istasyonları anlamsızdır. Doğrusu onlar tabiatları gereği gayri iktisadi bir nitelik taşırlar.
En verimli güneş teknolojileri, çok çeşitli meslekler doğuran ve sonuçları bakımından şefkatli olan, yerel topluluklar tarafından kullanılacak küçük ölçekli aygıtları içerir. "Bir güneş aygıtında herhangi bir tulumba arızalandığında, (nükleer arızalarda olduğu gibi) paniği yatıştırmak için Başkanın olay yerine gelmesi beklenmez.
Halen büyük üstünlükle kullanılabilecek güneş enerjisi türlerinden birisi, güneş enerjisiyle ısıtmadır. Bu ısıtma binanın kendisi ısıyı toplayıp birleşiyorsa "edilgin" ısıtmadır, özel güneş toplayıcıları kullanılarak yapılıyorsa "etkin" ısıtmadır. Güneş enerjisi yazın binaları soğutmada da kullanılabilir.

foto- voltaik: elektrik voltajının, ışığın hücre üzerine düşmesiyle üretilmesidir.
Olağanüstü potansiyele sahip güneş teknolojisi, foto- voltaik hücreler aracılığıyla, yerel elektrik üretimidir.
Bir foto-voltaik hücre (birim), güneş ışığını elektriğe çeviren durgun ve hareketsiz bir aygıttır. Onun üretilmesinde kullanılan temel hammadde bildiğimiz kumda bol miktarda bulunan slikondur.

Üretilme süreçleri yarı iletici endüstrisi tarafından transistörlerle ve birleşik devreler yapmak için kullanılanlara benzemektedir. Halihazırda foto-voltaik hücreler evlerde kullanılmak için henüz çok pahalıdır, fakat transistörler de başlangıçta aynıydı. Gerçekte foto-voltaik endüstrisi günümüzde yarı iletken endüstrisinin yirmi yıl önce geçtiği aşamaların aynısından geçmekteydi.
 Foto-voltaik hücreler ilkin, uzaya gönderilen uyduları yörüngeye oturtmak için elektrik sağlamak amacıyla kullanıldı ve o zaman için çok pahalıya mal oluyordu. O zamandan itibaren bu hücrelerin maliyetleri, her ne kadar piyasaları hâlâ oldukça kısıtlı ise de büyük ölçüde düşmüştür. Onlara göre halen kullanmakta olduğumuz elektrik enerjisiyle rekabet edebilmek için maliyetlerin kilovat başına 500 dolara -yaklaşık bugünkü maliyetin onda birine düşürülmesi gerekecektir, bu ise foto-voltaik teknolojiye yapı¬lacak esaslı bir ulusal yatırımla kolayca başarılabilecek bir şeydir.

Açıkça kamu fonlarından foto-voltaik teknolojiye yapılacak büyük çaplı bir yatırım, tüm tüketicilerin çıkarına olmak üzere, verimli ve yumuşak yollarla elektrik enerjisi üretecek muazzam bir endüstri oluşturabilir.
Benzeri tahminler eğer yeterli fonlar rüzgâr ulusal teknolojisine yatırılırsa, elektriğin rüzgârdan üretiminin bir an önce başlatılması gerektiğini göstermektedir.
Bu gelişmeler, hizmet endüstrisinde temel yapısal değişmeler doğuracaktır, zira foto-voltaikler ve rüzgâr jeneratörleri, tıpkı gü¬neş enerjisiyle ısınma gibi, merkezileşmiş enerji istasyonlarına ge¬rek bırakmadan daha verimli olarak kullanılabilmektedir.

Elektrik üretimindeki tekellerinden gönülsüz olarak vazgeçecek kamu hizmeti yapan şirketlerin siyasal gücü, günümüzde yeni güneş teknolojilerinin hızla geliştirilmesinin önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır.
 Güneş çağına geçişin engelleri teknik değil politiktir

Yenilenemeyen kaynaklardan yenilenebilir olana geçiş, petrol şirketlerini dünya ekonomisindeki egemen rollerini terk etmeye ve temel konulardaki işlevlerini değiştirmeye zorlayacaktır.

Güneş çağına geçişin kamusal ve özel çıkarlar arasında çatlaklar meydana getireceği sanayi sektörlerinde de ortaya çıkabilir. Yumuşak enerji yolu açıkça çoğunluğun çıkarına olacaktır. Ne var ki, güneş çağına makul bir yumuşak geçiş ancak, eğer toplum olarak uzun vadeli toplumsal kazançları, kısa vadeli kişisel kazançların önüne alabilirsek mümkün olabilir.

Güneş çağına geçiş, gerçekte sadece yeni teknolojileri oluşturarak değil, daha geniş bir anlamda bütün toplum ve kültürümüzün derinden dönüşümü olarak ta halen başlamış durumdadır.

Mekanistik paradigmadan ekolojik paradigmaya geçiş gelecekteki bir zamanda olacak bir şey değildir. O halen bilimlerimizde, bireysel ve toplumsal tutum ve değerlerimizde, toplumsal organizasyon kalıplarımızda olup duran bir şeydir. Yeni paradigma, çoğu zaman Kartezyen düşünceye kilitlenip kalma eğiliminde olan büyük akademik ve toplumsal kurumlardan çok bireyler ve küçük topluluklar tarafından daha iyi anlaşılmıştır. Kültürel dönüşümü kolaylaştırmak için bu nedenle bilgi ve eğitim sistemimizi yeniden kurmamız gerekecektir; öyle ki, yeni bilgiler elverişli tarzda sunulabilsin ve tartışılabilsin.

Eğer yeni ekolojik bilinç ortak bilincimizin, bir parçası haline gelecekse, onun kitle iletişim araçları vasıtasıyla topluma aktarılması gerekecektir. /Fritjof Capra
* * *
Güneş enerjisi panelinin maliyet hesabı:
http://makale.eceylan.com/1-mva-gunes-enerji-santral-yapim-maliyeti/

17.2.11

Çalıntı yazılar

“Başkasının malını gizlice almak, hırsızlık etmek, aşırmak” diyor TDK.
Şuna kısaca almak fiilinin başına “ç” eklemek desek olmaz mı? Madalyalı “Ç”.
“Ç” çok çetin bir harf gördüğünüz gibi. Sert seslilerden hem de…

“Almak”ı tersyüz ettiğine ve bu kadar sert göründüğüne bakmayın, aslında sevimli bir harftir yerine göre. Gitar çalmak, yoğurt çalmak, yeşile çalmak… gibi yerlerde başrol oynar.

Türkiye esmer komşu toplumlarının çoğu “ç”yi bu görüntüsüyle yazı dilinde kullanıp da, Avrupa neden eğip bükerek kullanır ki? Merak ediyorum doğrusu. “ch” vd.

“Çalmak” fiili başlı başına bir konu. Sosyalizm Kapitalizm savaşının da mihenk taşlarından biri. Kısa vadede "temiz toplum" arayışının kışkırtıcı gücü olması boşuna değil. "Yolsuzluk" denilen büyük vurgunların eğitim müfredatı da diyebiliriz çalıntı uygulamasına.
Burada konuyu dağıtacak değilim tabi ki!

Bu blogdan (Ç)alınan birkaç yazı buldum rastlantı olarak da, bu eylemin masumiyetini sorguladım birkaç gün, kendi içimde.
bu şiirin “Ç”si olmadığından,
buradaki karşılığını vermekle yetineceğim. Bir de Allegra’ya teşekkürlerimi bildireceğim; çünkü sadece “Almış”.

 KilimFMden Mina’ya aynı teşekkürü çarçur etmek bir yana, bir de uyaranı salak yerine koymasını da affedemem. Affedemem ama, ceza da düşünemem.

KilimFMden Mina belli ki bu Bloga hortum atmış. Şiirin altına Sezi-Yorum yazmak zor olmamalıydı. Neylersin, sistem kestirmeden bir şeyler elde etmeyi alabildiğine besliyor. Kapitalist rejimin mayasında var, Mina ne yapsın tek başına!

Çiğdemliyiz Web sitesinin başında her ne kadar “Ç” olsa da, sağolsunlar arkadaşlar duyarlı davrandı ve (ç)alan arkadaşı bir derece uyarmış oldular. Böyle böyle öğrenecekler artık.

Ama biri(leri) var ki, Allah korusun onlar bir medyanın başına gelirse, savaş tüccarları karına kar katarlar. Onlar İtü sözlükçüler. 14. sıradaki şiire dikkatinizi çekerim. İkiz yaratılmış adeta Mim Şiiriyle.

Şiirin altına, “bir zamanlar kendimi anlatan bir şiir yazmak istemiştim...işte bu o şiir..” yazmasaydı, bu kadar alınmayabilirdim belki. Hatta oraya şikayet e-mailime cevap vermemelri de cabası, “Ç”bası değil cabası…. Çünkü “ç”yi sert ve gri haliyle sıfatlaştıranlardanmış.

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencileri yapıyormuş bu işi.
Hepsi mi “ç”li alıyor bilmiyorum ama, benim şansıma “aysigma” rumuzlu biri düştü.
Evde kalasıca kız!

Buradaki acemi “Ç”algıcıların sayesinde bir ahlak normu pekiştiriliyor ve kapitalist rejim bu ahlaktan besleniyor; ona yanıyorum!
Biz yazmayı amatörce yaparken, gerçek yazar ve sanatçıların meslek edindiği ve sanatını geliştirdiği emeklerine saygınlık da öğrenilmeli ve önlenmeli. Telif haklarına saygıyı biraz daha ciddi anladık.


Satır aralarındaki (Ç)alıntıların özeti:
sezi-yorum
resimli şiir sitesi

sezi-yorum
KilimFM

Sezi-Yorum
KilimFM

sezi-yorum
Çiğdemliyiz

Sezi-Yorum
İtü sözlük-
12.şiir-"önce kendimi anladığımı anlayıp"...(sıra değişebiliyor)

sezi-yorum
itü sözlük
6. şık bindiği dalı kesenler

sezi-yorum
itüsözlük
solcunun aşkı

 zampül hikayesi
itüsözlük

 kadın erkek eşit olsaydı/a>

 çalan

14.2.11

sevgilisizler gününe

hayat

"iştir kişinin aynası lafa bakılmaz"
sevgilin varsa eğer yaşanır anlatılmaz.
"en sevgili" eşidir şifresini çözene
eşinden işine bir yol hikayesi
z.örer







12.2.11

bir sevgi adamı'nın suçu

Şevket Yücel-1930-2001      
"Yazar öğrencisi" olmanın tadında bir duygu ki, hafızamda iz bırakan -Ziya Şirincan'dan sonra- ikinci göz ağrımdı O. Dijle Köy Enstitüsü ve Ankara Gazi Eğitim mezunu Şevket Yücel.

Yerleşik ve küflenmiş ufkumu böbrek taşı gibi yerinden oynatan ilk etkendi O'nun farklı duruşu. "Sessiz Adam" gibi görünen yüzündeki o gizemli derinliği anlayabilmek biraz dikkat ve çaba gerektiriyordu. Hayata, devlete, topluma, sosyal ilişkilere... velhasıl yaşamın bir çok alanındaki gidişata muhalif, ağır bir top gibiydi. Ders anlatırken, dinlemeleri için sınıf arkadaşlarımın haylazca davranışlarına karşı bir tepkisi olmazdı. Öyle ki yan sınıflara kadar taşan gürültüye aldırmadan ders anlatmaya devam edişindeki giz, O'nu daha dikkatli dinlememi adeta kışkırtıyordu; sadece 3 arkadaşımla bu durumun farkındaydık. "Eti babanın, kemiği öğretmenin" olan eğitim klasiğinin, istatistiki sonuçlarına karşı bir tavırdı sanki. İlk okulda cetvel darbesinden şişen parmak uçlarımızın acısına karşı, ortaokul sıralarında bir pansuman gibiydi bu bilgece tavır. Bazen tavana, bazen karşı duvara, bir giz tablosuna bakar gibi dururdu ders anlatırken. Dalıp giderdi.

"Güvercin tedirginliğinde" bir kaygı seziliyordu öğrenci ve öğretmenlerle olan ilişkilerinde... Buna rağmen ses tonunda bir güven, sözlerinde daha önceden derinliğine düşünülmüş, süzülmüş, yoğrulmuş, bir şair olgunluğu vardı. Ama son sözünün noktasının ardında hep soru işareti bırakıyordu.

"Tedirginliği"ndeki gizi, öykülerini, şiirlerini, romanlarını okudukça anlayacaktım. "Bir Sevgi Adamı" öykü kitabındaki "20 yıl sonra" başlıklı yazısını okuduğumda anlamıştım; kalenin hem içten, hem de dıştan yıkılma girişimlerinden aldığı darbeler, kim bilir nasıl da acıtıyordu Yazarı!

İçinde yaşadığımız kentin bağnaz engellerine karşın, Türkçe dersinde müfredatı değil, adeta düşünmeyi ve kavramayı öğrettiğini, hayatın içine girdikçe daha net anlayacaktım.

Şiir, öykü ve romanları yüzünden, hem yörenin halk önderlerinden, hem bürokrasisinden, hem de ekonomik yoksulluktan çekmediği kalmamıştı öğretmenimin! Sınıfta ders anlatırken öğrenci yaramazlığına ve gürültüsüne karşı tepkisizliğindeki derinliğin adresiydi miydi yoksa "güvercin tedirginliği"?

Köy Enstitüleri müfredatının salt "Allahı inkar etme" kapsamında anlaşılması propagandası, yöre halkının kültürel nabzına birebir uymuştu sanki. Muhafazakar "aydınların" ve yerel politikacıların kaygısı ise "vatan hainleri ocağı" olarak yorumlamalarından, "okul tuvaletlerinde kız öğrencilerin çocuk düşürdüğüne" kadar yayılan "bilgiler"den ibaretti.

Şevket Yücel'in ilk öykü kitaplarından olan "Güneşin Parmakları" Allah'ı inkar eden bir belge olarak sunulduğuna tanık olmuştum. Bu kızgın köz, hayatın asıl şifresini kavrama aşamasında olan benliğimi oldukça kavurmuştu.

Köylü ve aynı zamanda dindar ailenin çocuğu saflığıma rağmen, sıra dışı sezgilerimle, sınıfta ders anlatan öğretmenimin bütün sözcüklerini, mimiklerine kadar anlamaya çalışmakla geçiyordu dikkat yoğunluğum. Büyüklerimin, bana değilse de çevreye anlattıklarına kulak kabartmamdan oluşan duyarlılıkla, bir şeylerin yanlış gittiğini anlıyordum. Çocuk olduğumdan kale alınmıyor olsam da "Allah'ı inkar etmek" nasıl bir söz destesiydi ki, okul dönemi boyunca öğretmenimin hiçbir cümle ve tavrından anlayamamıştım. Çünkü öğretmenim içinde "Allah" geçen bir cümle kurmazdı. Belki de asıl kanıtı bu olmalıydı "inkarcılığın".

"Güneşin Parmakları" kitabını okuyan kadar, onu satan kitapçılar da büyük risk taşımaktaydı o yıllarda. Yaratılan tehlike bir öcü kavramıydı belli ki! Çok merak etmeme rağmen alıp okuma imkanı bulamamıştım kitabı. Belki de bize anlattıklarıyla kitapta yazdıkları farklıydı, kim bilir?

Biliyordum, öğretmenim aynı zamanda bir şairdi. İrfan ile birlikte şiirlerimizi Öğretmenimize sunarak değerlendirmesini istemiştik.

Ben bir Türk çocuğuyum,
Osmanlı Türk soyuyum,
birellibeştir boyum,
vatanımı korurum...


Defterden üzerinin çarpı (X) işareti ile karalandığını görünce, "Allah'ı inkar eden küçücük bir ip ucu" yakaladığımı düşünmüştüm! Bir başka şiir denemesi olan (şu anda çoğunu unuttuğum)

Pınarın başına oturup ağlasam,
Şurada bir garip yatıyor derler..

gibi devam eden, köy evlerinde rastladığım, ozan Derdiçok sızması şiirin altına "güzel" diye not bırakmıştı.

Bu iki şiir üzerindeki farklı değerleme, sonraki birkaç yıl içinde akıl-mantık-bilinç olgunlaşması dönemine girmemi ve miras kültürümle hesaplaşmamı zorlamıştı. Orta Asya'nın bozkırlarından gelip Anadolu'da Osmanlı İmparatorluğu'nu kuranlardan birinin torunu ve mirasçısı mıydım, yoksa "amele mektebinin" ömürlük öğrencisi mi yazılmıştı kaderime!

Tanık olduğum olaylar ve yersiz yargılamalar, etik değerlerin ayırdına varmamı tetikledi biraz da. Utandım! Bilincimin kilidi çözülmeye başladı usul usul.

Öğretmenimin "güzel" dediği şiirde güzel olan şiirin içeriği değil, içinde bulunduğum acınası durumun en dürüstçe ve abartısızca anlatılmış olmasıydı; bunu yıllar sonra anladım.

Miras kültürün açmazlarından dışarı çıkarak, bilgi dağarcığımı genişletme arzusu, biraz risk ile birlikte heyecan da katmaya başladı hayatıma. Her bozuk gidişatın çözümünü keşfetme güdüsü, benimle birlikte büyümeye devam ediyordu kent havuzunun karma karışık kompozisyonunda.

Toplumsal ve bireysel hayatın şifresi, düş gücüme böyle gitmişti. Gücüme gidenleri hep düşüme takmıştım, düşümde yeni bir dünya keşfetmiştim. "Onuncu köy, "bizim köyümüz, gitmesek de görmesek de"....


"amele mektebinde SOYLU RÜYALAR" kitabımda yayımlandı

* * *
Şevket YUCEL /Bir Sevgi Adamı kitabından

YİRMİ YIL SONRA


Yaşlanmaya duran kişi, o gün gene daktilonun başına geçti. Birkaç gün önce deftere yazdığı öyküyü temize çekiyordu. Tuşlara vururken zaman zaman duruyor, düşünüyor, sonra yeniden yazıyordu. Odanın içi sigara dumanıyla doluydu. Adam dört saattir masanın başındaydı. Karısı onun böylesine uzun zaman çalıştığım görünce, hep bir şeyler söylemek ister, sonra vazgeçerdi. Ancak, o gün duramadı. Düşündüklerini söylemek gereğini duydu:
— Şu güneşli havada biraz gezsen ne olur? Yazık değil mi canına? Bunca çalışmalar ne getirdi sana? Yirmi senedir, yazarsın, hep kesenden gitti, sağlığından gitti. O zarflar, o kağıtlar, o posta giderlerinin hepsi de çoluğun çocuğun ekmek parasından ‘kesilmedi mi? Boş yere yıprattın durdun kendini! Eller gülüp eğlenirken sen hepsinden yoksun kaldın. Eller para kazanırken sen bu gereksiz şeylerle uğraştın.
Daktilonun başındaki yazar geriye dayandı, belini kütürdetti. Yorgun gözlerini karısına devirdi.
Ne diyeceğini bilemiyordu. Ama gene de bir şeyler demeliydi:
— Evet para kazanamadım. kesemden gitti. Ama ben insanım, kendimden bir şeyler sunayım dedim. Benden de küçük bir şeyler kalmasını istedim. Böyle bir çalışmayı kendimce ışıklı buldum. Hem mesleğimi sürdürdüm, hem de onu. Kolay olanı, doyum sağlamayanı, salt kendi çıkarıma dayanan şeyi seçmedim. Diledim ki benden de bir ses kalsın şu dünyada.
Kocasının bu sözlerini dinleyen kadın acı acı gülümsedi. Bir omzunu duvara dayadı :
-Sen hangi sesten, hangi izden söz ediyorsun? Bunca zamandır bir aylıkla zoru zoruna yaşadık. Hani sırtıma gönlümce bir entari mi alabildin? Çocuklar dersen öyle üstlerinde yok, başlarında yok. Bir çalışma para getirmiyorsa boş işte. Eller neler alıyor evlerine. Bak şu yandaki icracıya. Henüz yıllık memur olduğu halde evinde her Şey var. Bir de üstelik taksisi... Peki bizim neyimiz var? Şu iplikleri çıkan halıyı bile değiştiremedik. Eskiyen sandalye1eri bile tamir ettiremedik. O para getirmeyen takır tukurtulu işin neyinden hoşlanıyorsun?
Yazar bir sigara daha yaktı. Bir anda boyun damarının sızladığını duydu.
-Yanılıyorsun dedi karısına. Bir kere ben icracı değilim. Eğer o dediklerin aylıkla a1ınsaydı. biz daha çoğunu alırdık. Sen her şeyi eşya ile ölçüyorsun. Ben bu ölçütlerin dışındayım. Hem de ellere benzemek zorunda değilim. Benim yaşadığım sevinci o duyamaz; on tane arabası olsa gene duyamaz.
-Ne sevinciymiş senin duyduğun Gece gündüz daktilonun başında tak tuk sesleri arasında yazı yazmak mıdır sevinç? Sen bunları kimseye inandıramazsın. Boş bir avuntudur bunlar. Şu ayağımızda dikişleri dökülmüş terliklere bak. Şu sırtımızdaki yamalı pijamalara bak. O kitaplara, o dergilere verdiğin para1arla neler a1ınmzdı? Neyinden hoşlanırsın bu işin bilmem ki. Bastırdığın kitaplardan ne kazandın? Bu yüzden bir sürü sıkıntıya girdin. İki kitabını bir yayıncı aldı; o bastırdı, o sattı, sana da kırk elli kadar kitap gönderdi. Karşılığı bu işte. Hep aldandın. Hem aldattılar seni. Nasıl seçtin kendine bu işi, bir türlü anlayamıyorum. Sonra bunca kaynaşan insanlardan kim okuyor sizi? Herkes kendi dünyasında kuzum. Koca bir toplumda üç beş kişinin okumasından ne çıkar?
Yazar iyice sıkıldı. Ayağa kalktı. Pencereden baktı. Karısının bu alanda kendisini desteklemesini bekliyordu. Ancak, bir yandan da onu haklı gördüğü yanlar vardı. O zamanaca yedi kitap yayınlamış, borçlarını ödemek için uğraşmış, hepsinden de zarar etmişti. Bunun yanında sayısı yirmiyi bulan sanat dergilerinde yazılar yazmıştı. Ancak, o dergi1erin birkaçından aldığı telif ücreti postaya attığı yazıların giderlerini bile karşılamamıştı. O da istiyordu emeğinin karşılığını, ama veren kimdi? Gelgelelim, işin içine girmişti bir kez, bırakamıyordu. Üste1ik, bu denli çalışmalarda buluyordu kendini.
Yazar, bu düşüncelerle balkona çıktı. Bir süre karşıdaki evlere baktı. Geri döndü, yazısını sürdürmeye çalıştı. O sırada karısı, karşısındaki sedire oturarak :
-Acıyorum dedi, acıyorum sana! Bir yandan da şaşırıp kalıyorum. insan nasıl olur da yirmi senesini bu işe harcar? Varıp bir köşede simit satsan bundan iyiydi. Dergiymiş, kitapmış, şiirmiş, hikayeymiş, romanmış, bi1mmemneymiş; bunlar karın doyurmaz ki...

Yazar, boynunu bir o yana, bir bu yana kıvırdı. Karısının sözleri karşısında büsbütün sessiz ,kalamadı :
-Demek bana acıyorsun. Bunca yoğun çalışmayı göğüsleyen bir adama acınır mı? Üstelik, bunca zor işi seçen bir  kişiyle olsa olsa kıvanç duyulur. Bu çalışmanın yanında kök sökmek bile ko1aydır Hanım. Hem ben acınacak bir iş yapmıyorum ki .
Kadın gene küçümseyici bir sesle karşılık verdi :
-Kuzum, ne desen boş! Bu senin yaptıkların akıllı işi değil. Bir delilikti bu belki de. Yapılan iş ne ki? Bir sürü yalanla göz boyamak değil de ne? Hani ne geçiyor eline, şimdiye dek ne geçti? Bak, ortanca çocuk koca delikanlı oldu, sırtına bir kat elbise istiyor. haydi al bakalım. Öbürünün de ne gömleği var, ne elbisesi, ne de ayakkabısı; haydi al bakalım. Yorgan yüzleri eskimiş; sedir örtüleri dersen paramparça: haydi al bakalım. Benim dersen, sırtımda mantom yok, giyip de el yüzüne çıkacak, bir entarim; bir ayakkabım yok; haydi al bakalım. Mutfak tamtakır. Yağ yok, pirinç yok; haydi al bakalım. Ev sahibi kirayı arttırmış, elektriğe, oduna, kömüre zam gelmiş; haydi ver bakalım.

Yazar, bu sözler karşısında yazıyı temize çekmekten vazgeçti. Oturduğu yerde dizlerini birbirine vurmaya başladı. Ne söyleyecekti. nasıl inandıracaktı karısını? Eline bir kitap aldı, okumak istedi, bir türlü olmadı. Cümleler kararıp gitti. Başına bir ağrı girdi. Sedirin üstüne sırtüstü yattı. Boynunun altına bir köşe yastığı koydu. Orada hiç bir şey düşünmeden dinlenmek istedi. Oysa kaç gündür kafasında dolaşıp duran bir konu vardı. Nereden başlayayım? Nasıl başlayayım? Anlatımı nasıl sürdüreyim,» diye düşündü durdu. Buluşlarını beğenmedi, değişik yeni buluşlarla bir plan yapmanın gereğine inandı. Uyuyamadı. Kalktı. Daktilonun başına geçti. Karısının dediklerini kafasından silmek istedi. Kendi kendine:
— O da beni anlamıyor dedi. Öyleyse kim kimi anlayacak? Ama karımın anlamasını çok isterdim. Onunla birleşen ortak kaygılarımız bana umut, güven verirdi. Kendisine kalsa, bu boş şeylerden uzaklaşmam gerekiyor. İşte bunu yapamam. Çünkü yazmak, hoşa giden bir deyişle sevişmek gibidir benim için. Biz onunla birbirimizden ayrılamayız. Ayrılırsak tadı kaçar yaşamın. İşte asıl o zaman boşluğa düşerim. Güzelliğin içine inemem, kendimi ve başkalarını göremem. Sağlığım yerinde oldukça bu böyle gidecek. Ama karımın da öylesine üzülmesini istemem. Çünkü ondan da ayrılamam. Ah onun kafasındaki yanlışlıkları bir yıkabilsem. Benim de çalışmalarımın bir değeri olduğunu anlatabilsem. Zor olan bu. Yazmaktan bile zor. Gayri olanaksız. Böyle kabul etmem gerekir. Hoş görmeliyim.


Yazar o gün yazısını temize çekti. Bir işi bitirmenin erinci içindeydi. Daha önce kafasında tasarladığı bir konu gittikçe oluşuyordu. Bir doğumun eşiğindeydi. Dalgındı. Bu kez sedirdeki yastığa dayadı sırtını; ayaklarını ilerideki sandalyenin üstüne koydu. O anda ödüllü bir öykü yarışmasına katılmayı tasarladı. Bu yarışmaya katılacak sayıda öyküleri vardı. Ancak, koşullarda, bir eser oylumunda olacak öykülerin yedi nüsha olarak gönderilmesi isteniyordu. Zorunlu olarak elindeki makinayla o kadar öyküyü iki kez yazacaktı. Zoruna giden buydu. Bu yüzden yarışmadaki bu koşulu yersiz budu. Buna karşın o yorgunluğu da göze aldı.
Gene haftalarca uğraştı. Derken o çalışmalar da bitti. Karısı hazırlanan dosyaları görmüştü. Onlara bakar bakmaz yüzü bulutlandı. O demet demet yazılı kağıtların da postaya verileceğini anlamıştı. Zaten kocası da gerçeği açık açık anlattı. Ne etse inandıramıyordu onu.
Kadın o dosyaları acı acı süzerek:
— Ben sana ne desem anlatamıyorum. Şu kağıtlar dünyanın parası tutar. Ben ne desem haklıyım. Paranı havaya savuruyorsun. Küçücük aylığın bir kısmı da kağıda, postaya gidiyor. Gayri dayanamaz oldum doğrusu! Akıllı kişinin yapacağı iş değil bunlar diyorum da inanmıyorsun
Yazar seslenemedi. Dosyaları aldı, kapıdan çıktı. Nasılsa bir pişmanlık duygusu çöktü içine. Geriye dönmeyi düşündü; sonra vazgeçti. O gün postaladı dosyaları. Eve geldi, tasarladığı öyküyü yazmaya başladı. Yazarken arasıra bu işe verdiği zamanı düşündü. Kendisini böyle bir çalışmaya zorlayan kimse yoktu. Ama yazmadan duramıyordu bir türlü. O anda nedense kitaplığımdaki eserlere gömdü bakışlarını. Onların renklerine, sırtlarındaki yazılara bakmak bile bir mutluluktu. Ayağa kalktı. Odanın içinde biraz gezindi. Mutfağa gitti, bir portakal yedi. Geri döndü, yüzüne kolanya sürdü. Sık sık sigara içtiğinden kendine kızdı. Küçük diline kadar ağzı acı içindeydi. Bir türlü boşta kalamıyordu. Gene geçti masanın başına, öyküsünü yazmaya başladı.
Günler bir kuş gibi gelip geçiyordu. Bir gün gazete aldığında bir ödül kazandığını gördü. Şöyle bir düşündü; ele geçecek parayla karısının dediklerinin hiç değilse bazılarını alabilecekti. Bir hafta sonra ödül karşılığı olan para geldi. Yazar parayı çekince doğru eve gitti. Karısıyla iki çocuğu odada oturuyorlardı. Cebinden çıkardığı elli bin lirayı masanın üstüne bıraktı. Bakışlar oraya devrilmişti,
Karısı sordu:
— O parayı nereden aldın?
— Yazılarımın karşılığından geldi. Hemen şimdi çarşıya giderek dediklerini alacağız.
Yazar masadaki parayı ağır ağır saymaya başladı. İlkin yüzlükleri desteledi bir yere, sonra beş yüzlükleri. Paranın ne kadar olduğunu bildiği halde böyle sayması anlamlıydı...
Kadın demet halindeki paraya bakarak gülümsedi
— Sakın kırılmayasın ya, yirmi yılda bir kuş avlayabildin iyi ki dedi. Ama niceleri hiç emek vermeden böyle kuşları bir dakikada, bir saatte, bir günde avlayabiliyorlar.

Yazar sedire oturdu:
— Doğrusun, yirmi yılda bir kuş... Bir tepeyi tırnakla kazır gibi yirmi yıl... İşte bu yüzden önemli bu. Bu kuş başka kuş... Şimdi çarşıya gidebiliriz değil mi? diye karşılık verdi.
Birlikte karar verip hepsi birden çarşıya gitmek üzere yola düştüler. Beğendikleri giyitlerden aldılar. Karısıyla iki çocuğu aldıklarını giyindiler. Pırıl pırıl olmuşlardı. Yüzlerine değişik bir anlam geldi. Yazar kendisine bir deste çizgisiz kağıtla, bir daktilo şeridinden gayrı bir şey almadı Eve geldiler. Hepsinin de içinde birer sevinç kuşunun uçtuğu belliydi. O gün evin içinde duvarlar bile hoş göründü. Yazarın karısıyla çocukları aynanın karşısına geçerek giyitlerinin kendilerine yakışıp yakışmadığına baktılar. Yüzler, sözler, bakışlar değişti. Yazar sedire oturdu, sırtını köşe yastıklarına dayadı. Onların sevincini kendi sevinciyle topladı. Böylece doyurucu bir sonuç çıktı ortaya. Küçücük bir şey neler getirmişti...
Yazar oturduğu yerde kendi kendine:
— Meğer sevinç ne tatlı yapıyor insanları dedi. Yirmi yıl sonra somut biçimde ortaya çıkan bir kuş neleri değiştiriyor. Ah bir de elle tutulmayan. kuşlar görülebilse. Yaşamı değiştiren o kuşlar...

O gün de öyle geçti işte. Güneş bir kez daha batmak üzereydi; karşıdaki dağın doruğunda elindeki sarı mendili salladı durdu.

31.1.11

öpüşmek>sevişmek-şiir kitabı

“:    
Öpüşmek Sevişmek” şiir kitabınn son sözleri:

 Kendime göre çok değildi beklediklerim
Ama “yaşam”a göre çoktu belki de.
Belki de bizzat ben çoktum hayata
Kim bilir?
        
Burada dediğim gibi, “bu başlıktaki kitabı yaşayarak, hissederek, çözümleyerek, dik durarak yazan, "mutfak yazarlığı" farkıyla bir adım önde gittiğini düşünüyorum.”
Şiirlerdeki sözler, aşk ve sevgiye tutkunluğunun sadece izdüşümleri. Yaşamanın asıl amacı da bu değil mi; yani mutlu olmanın ön koşullarını tam anlamıyla önemsemek?
Yazar, yalnızca hayalgücünün ezber sözlerini dökmüyor sayfalara. Her şiirin konusuna yerince gözyaşı da döküyor, yerince bahar mevsiminin verilerini her mevsim yüreğinde taşıyor; dörtlükteki gibi, narasını sitem paketinin arsında kendine has nezaketle atıyor.

Herşeye rağmen, “aşk” parantezine alınan “sevmek sevişmek” kavramını kendi çemberinde sorgulamayı seçiyor.
Serzenişlerinde “ihanet çıkışlı” öfkeye yer vermediğinin ip uçlarını daha çok, Nazım Hikmet’in “tahir ile zühre aşkını” refarans aldığından anlıyoruz.
“Beni sevmeyenin, kimi sevdiği ya da sevmediği umrumda değil” gibisinden düşündüğü anlaşılıyor; “ben elmayı seviyorsam, elmanın da beni sevmesi şart mı”

Aslında Edibe Birsöz, yazılarında konuşuyor gibi yazıyor. Yazdıklarının şiirselliği daha çok okurlarının uyarısıyla farkedildiğini düşünüyorum.
Edibe Birsöz’ün “öpüşmek sevişmek” kitabının malum başlık adı bilinen “erkek anlağında” erotizmi çağrıştırıyor. Oysa, ilk şiirinde insanın yüreğinde güller açtıracak bahçe çitisinin parke taşlarını nasıl özenle döşediğini görecek, bu önyargı yanılgısından dolayı mahcup olacağız.
Bir yazı erotizmi de pek ala anlatabilir erkek egosu libidosundaki yansımayı bulması doğal karşılanabildiği gibi, kitabın konusu daha çok kadın doğasının sevişmek ile sevmek arasındaki ince çizgiye, iki sözcüğün birbirinden bağımsız düşünülemeyeceğine dikkat çekiyor.

Montaigne’nin, “herkes önüne bakar ben içime…” deyişindeki gibi, Edibe Birsöz şiirlerinde daha çok kendi çine bakıyor.
Aynaya bakıyor ve “seveceksin arkadaş, seviyorsan öpeceksin, bunları becerebiliyorsan sevişmek zaten kaçınılmaz olacak;  sevişmek o zaman, hayvanlardan ayrı, insana has kaliteli bir eylem olacak” demek istiyor:
 ………..
Sevişmek sıradandır, satın alınır.
Öpüşmek insanındır, sevginindir, öpüşmek kanıttır aşka.
Sevişmek ne kadar tutsaksa zamana,
Öpüşmek o kadar özgür, o kadar sonsuzdur.
Kısacası öpüşmek>sevişmektir

Edibe Birsöz’ün “Öpüşmek Sevişmek”, kitabı yazarlığının “ilk heycan ürünü” olduğundan, daha detaylı eleştirel yaklaşımın gereksiz olduğunu düşünüyorum.
Yoksa eleştirmenlik biraz da acımasızlıktır ki, “öküz altında buzağı aranması” bile muhtemeldir.

Bütün hazırlıkları tamamlanmış, ikinci kitabı olan Roman’ını buradan müjdelemek bana ait olsun.

8.1.11

Gülümseyen yüz ödülü


Sevgili Aysema Öğretmen “ödül” hanesine beni de yazmış.
Ödül’ü tırnak içinde göstermemin nedeni belki de bu yazının anafikri olacak. Belki de ana fikirde “ödül” ile “gülümseme” başa baş yarışacak.

Ödül konusunda sevgili Zeyno ile,  sevgili
Ayşegül Yoldaş’ımdan af dilemiştim.

Çekimserliğim, ödülün asıl tanımından ve ciddiyetinden  kaynaklanmıştı. Bu yüzden, hiç olmazsa  ödülün gerekçesi  belirtilmeliydi demiştim.
Blog yazma konusunda  profesyonel yazarların (başta Aysema Öğretmen) emeklerine değer biçerken, değer ölçüsünü karambole vermiş olmanın kaygısını taşımaktayım.

TDK’ndaki “ödül” tanımlarından konumuzla en ilgili olan üçüne bakalım:

Ödül:
1.Bir başarı karşılığında verilen armağan, mükâfat

2. Bir iyiliğe karşılık olarak verilen armağan, mükâfat

3.Benzerleri arasında üstünlük sağlayan yapıta verilen armağan.

 Aysema Öğretmen tarafından gelen bu “ödül”ün içeriğinde “gülümseyen yüz” var. Bence de çok önemli.
Bu başlığı ifade eden 3 adet çalışmamın kısa özetini bu “ödül” konusuyla bütünleştirdiğimde bir anlam ifade ettiği düşünülebilir. Yoksa, sevgili Aysema Öğretmen’in ya da başka Blogdaşların seçtiği “on”lar, sadece iyi niyet ve sevgi-saygı belirtileri kapsamında kalabilir.


Ara sokakta yürürken, 14 yaş civarı bir çocuğun bana doğru ilgisi ilgimi çekti.
Hayır, ben O’nun ilgisini çektim; hayır o, hayır ben… hayır…
her neyse, çekiştik işte….

Bir anda oyununu terk edip, YILIŞIK bir görünümle bana doğru yaklaştı…
Acaba “spastik engelli” miydi?
Hayırdır inşallah!
Bu yaklaşımın tonunda bir ısrar vardı ki,
Israr-esrar-esrarengiz…
diyalog farz oldu artık.
-Adın ne?
-Cengiz…
….

gülümse ‘den:

Başkasına yapılan bir "fayda"nın karşılığı maddi değilse, ona İYİLİK, maddi ise "görev" deriz. Oysa iyiliğin karşılığında mutluluk duygusu da bir FAYDA değil midir?


Gül ve Gülümseme, romantik ilişkilerin, mutluluğun ve kendine güvenin soyut ve somut ikilisini oluşturur. Yaşamının “temel gerekleri” sağlanmışsa, bir de toplumsal ilişki ve sorumluluklar açısından “çevre kirliliği” yoksa, gül ve gülümseme kişinin özgüveninin sembolü olarak dışa yansıyabilir.
…..
Aysema Öğretmen’e tekrar çok teşekkür ediyorum.