Kapitalizmin 3. bunalım dönemi olarak adlandırılabilecek gelişmelerin bizim topluma yansıyan yanında, "dikkatlere kelepçe vurma" manevraları yaşanıyor günümüzde.
Başbakan'ın "türban kaç, kemalizm yakala" oyunundaki kurnazlığını başka nasıl anlamlandırabiliriz ki, ikisine eşit uzaklıktan bakılınca?
Demokrasi isteyenin demokratlığına ait kanıt yok; otoritenin bunlardan fazla yanı yok!
Başbakan'ın "türban kaç, kemalizm yakala" oyunundaki kurnazlığını başka nasıl anlamlandırabiliriz ki, ikisine eşit uzaklıktan bakılınca?
Demokrasi isteyenin demokratlığına ait kanıt yok; otoritenin bunlardan fazla yanı yok!
Emeğinin karşılığını talep eden işçilerin, polis copuyla, o da yetmez, eksi 35 derecelik bir soğuklukta basınçlı suyla hastanelik edilmesiyle, cumhuriyet tarihi boyunca sermayeye sınrsız örgütlenme ve koruma sağlandığı halde, emek kesimine linç politikası uygulanmasının arasında ne fark olabilir ki demokratlık iddiası açısından!!!
Al birini vur ötekine, çünkü, aralarındaki rekabet yeşil ile gri sermaye arasındaki iktidar kavgasından başka birşey değil.
* * *
Sözü fazla uzatmadan, değerli konuğum sima (hanım)'ın bu konudaki youmunu, iç odadan çıkarıp, manşetten paylaşmanın yararlı olacağını düşündüm. Kendilerine bu katkılarından dolayı teşekkür ediyorum.
* * *
selam,
Yıllar önce mecburi hizmetini Adıyaman'da yapan bir doktor arkadaşın yaşadığı bir olayı anlatmak istiyorum.
Bölgenin üst düzey komutanı il ve ilçelerde görev yapan doktorları ve diğer sağlık personelini bir toplantıya çağırıyor ve onlara verdiği brifingin önemli bir bölümünü doğum kontrolü başlığına ayırıyor.
Özetle komutanın doktorlardan beklentisi şu: terörle mücadelenin yollarından biri kürtlerin nüfuslarının kontrol altında tutulması, bölgede nüfus planlamasına çok büyük önem verilmeli. Kürtlerin çoğalmasını önlemek doktorlar için milli bir görev sayılmalı. Bu zihniyetin birinci boyutu bu.
İkinci boyutu: yine yaşadığım bir örnekten aktarmak istiyorum.
Kürt olan ancak hayata milli kimlik penceresinden bakmayan bir arkadaşıma diğer bir yurtsever kürt arkadaşım sık sık sorular sorar, "neden çocuk yapmadığıyla ilgili" olarak. Arada bir de espri yapar: kürtlerin çoğalması gerekir diye.
Olayın bir başka boyutu: Bütün tek tanrılı dinlerde doğum kontrolü ve kürtaj günahtır. Kadınların doğurması tüm dinlerde ortak olarak teşvik ve takdir edilir.
Olayın bir başka boyutu: Tüm totaliter rejimler (frankoizm, nazizim, şeriat sistemleri, latin amerika diktatörlükleri gibi) kadını mutfak, çocuk ve kilise (islam'daki karşılığıyla ibadet) üçgeninde görmek ister; bu üçgeni besleyen, onaylayan, kutsallaştıran bir düşünsel ortak paydayı paylaşır.
Kapitalizm bir yandan anneliği kutsayıp yücelterek, bir yandan gebelik sürecini estetize ve romantize ederek, bir yandan da güvenli seksi teşvik ederek kadının üreme sürecini her yönüyle bir ticari sektöre dönüştürür.
Kısacası her tür iktidar (dinsel, ekonomik, cinsel, siyasal) kadın bedeninin denetlenmesi üzerinden kendini var eder. Bunun bir yolu kadını türban gibi bir nesneyle işaretleyip "cinsel nesne oluşunu" mutlaklaştırmaksa, diğer bir yolu da kadının hizmetinde olunan ideolojiye ya da kutsala uygun olarak doğurup doğuramayacağını belirleme yetkisini elinde tutmaktır.
Kadın bedeni her tür iktidar için mutlak tehlikedir. denetlenmesi, kontrol altında tutulması, kendi başına bırakılmaması elzemdir. Ne yazık ki başbakanlarının bu başlama düdüğünü duyan çok sayıda insanın görev başı yaptığına eminim. Çünkü "doğum kontrolünün bir yahudi uydurması olarak müslümanların kökünün kazınmak için icad edildiğine" yönelik kuvvetli bir kanı halk arasında hızla yaygınlaşıyor.
Evet çok kısa bir zaman içinde bir nüfus patlaması yaşayacağız bu kesin. hani köşelerimizde sürekli yakınıp duruyoruz ya benim derdim şu (ortak bir dilimiz olduğunu düşündüğüm herkese o yüzden laf yetiştiriyorum kusura bakmayın lütfen):
Bir başka dünya mümkün diyebilen insanların ortak bir zemini hiç mi olamaz, yani bir çok ayrıntıda farklılaşan ama ortak sözleri de olan insanların bir araya gelişini engelleyen nedir? ne olmasını bekliyoruz?
Şu saçma kapatma davasının da doğrudan akp'ye hizmet edeceği aşikar. Komplo teorilerine inanmayan biri olarak bile yoğun bir "ne oluyoruz" duygusu yaşıyorum açıkçası.
AKP'nin politikaları sermayeyi incitmiyor, askeri incitmiyor, sünnileri incitmiyor, türkleri incitmiyor, erkekleri incitmiyor yani akp bu ülkenin ezel ebed iktidarı olan hiç bir kesimi incitmiyor, ama hala en demokrat parti sayılıyor ve tüm despotluğuyla, tüm iktidarıyla hala en mağdur, en mazlum parti muamelesi görüyor, hala entelektüellerimiz tarafından en fazla himaye edilen parti akp oluyor.
Görünen o ki bu kapatma davasıyla akp'nin mağduriyet havası giderek kronikleşecek ve sonuçları daha dramatik olacak.
CHP ya da MHP ile bu kadar uğraşılması şaşırtıcı bence. Ateş olsa cürmü kadar yer yakacak, giderek kendi dar kanalizasyon borusuna sıkıştırılan iki muhalifliği kendinden menkul partiyle uğraşmanın neresi entelektüel tavırdır bilmiyorum! Yani genel bir eleştirel tavrın nesnesi olacaklar elbette ancak asıl olan iktidara karşı muhalefet örgütlemek değil midir? Kaldı ki chp ve mhp'ye yönelik itiraz gerektiren ideolojik çemberin çok da dışında değil akp.
Sınıfsal mücadeleye gelince: tarihin bu sahfasında, emekçi sınıflar kapitalizmin ilk dönemindekine benzer (hatta daha ağır) bir dönemeçten geçerken, üç yüz yıllık bir mücadelenin kazanımları bir bir yitirilirken eğer ezilen sınıflar tavırlarını sadece iki saatlik işbırakma eylemiyle gösterebiliyorlarsa, zaten söylenecek söz kalmamış demektir.
Yoksulların ortak sesi olacak örgütlü bir oluşum yaratılması yönünde bin yıllık lafazanlıkları bir yana bırakıp ortak bir paydada artık "eylem" için bir araya gelinmeyecekse, bence artık konuşmanın da bir gereği yoktur. Bunca lafa gerek yok. susalım ve oturalım: olacaklar olduğunda bir kahraman çıkacaktır bizi kurtaracak, bir mesih, bir mehdi... En kötü ihtimalle hepimizin kendi küçük kıyameti.
"Ne yapabiliriz"i konuşmanın zamanı değil mi zihni bey? belki buralardan başlar eğer birşeylerin başlama olasılığı varsa.
sevgi ve saygıyla. sima...
Mart 15, 2008 7:40 PM
Yıllar önce mecburi hizmetini Adıyaman'da yapan bir doktor arkadaşın yaşadığı bir olayı anlatmak istiyorum.
Bölgenin üst düzey komutanı il ve ilçelerde görev yapan doktorları ve diğer sağlık personelini bir toplantıya çağırıyor ve onlara verdiği brifingin önemli bir bölümünü doğum kontrolü başlığına ayırıyor.
Özetle komutanın doktorlardan beklentisi şu: terörle mücadelenin yollarından biri kürtlerin nüfuslarının kontrol altında tutulması, bölgede nüfus planlamasına çok büyük önem verilmeli. Kürtlerin çoğalmasını önlemek doktorlar için milli bir görev sayılmalı. Bu zihniyetin birinci boyutu bu.
İkinci boyutu: yine yaşadığım bir örnekten aktarmak istiyorum.
Kürt olan ancak hayata milli kimlik penceresinden bakmayan bir arkadaşıma diğer bir yurtsever kürt arkadaşım sık sık sorular sorar, "neden çocuk yapmadığıyla ilgili" olarak. Arada bir de espri yapar: kürtlerin çoğalması gerekir diye.
Olayın bir başka boyutu: Bütün tek tanrılı dinlerde doğum kontrolü ve kürtaj günahtır. Kadınların doğurması tüm dinlerde ortak olarak teşvik ve takdir edilir.
Olayın bir başka boyutu: Tüm totaliter rejimler (frankoizm, nazizim, şeriat sistemleri, latin amerika diktatörlükleri gibi) kadını mutfak, çocuk ve kilise (islam'daki karşılığıyla ibadet) üçgeninde görmek ister; bu üçgeni besleyen, onaylayan, kutsallaştıran bir düşünsel ortak paydayı paylaşır.
Kapitalizm bir yandan anneliği kutsayıp yücelterek, bir yandan gebelik sürecini estetize ve romantize ederek, bir yandan da güvenli seksi teşvik ederek kadının üreme sürecini her yönüyle bir ticari sektöre dönüştürür.
Kısacası her tür iktidar (dinsel, ekonomik, cinsel, siyasal) kadın bedeninin denetlenmesi üzerinden kendini var eder. Bunun bir yolu kadını türban gibi bir nesneyle işaretleyip "cinsel nesne oluşunu" mutlaklaştırmaksa, diğer bir yolu da kadının hizmetinde olunan ideolojiye ya da kutsala uygun olarak doğurup doğuramayacağını belirleme yetkisini elinde tutmaktır.
Kadın bedeni her tür iktidar için mutlak tehlikedir. denetlenmesi, kontrol altında tutulması, kendi başına bırakılmaması elzemdir. Ne yazık ki başbakanlarının bu başlama düdüğünü duyan çok sayıda insanın görev başı yaptığına eminim. Çünkü "doğum kontrolünün bir yahudi uydurması olarak müslümanların kökünün kazınmak için icad edildiğine" yönelik kuvvetli bir kanı halk arasında hızla yaygınlaşıyor.
Evet çok kısa bir zaman içinde bir nüfus patlaması yaşayacağız bu kesin. hani köşelerimizde sürekli yakınıp duruyoruz ya benim derdim şu (ortak bir dilimiz olduğunu düşündüğüm herkese o yüzden laf yetiştiriyorum kusura bakmayın lütfen):
Bir başka dünya mümkün diyebilen insanların ortak bir zemini hiç mi olamaz, yani bir çok ayrıntıda farklılaşan ama ortak sözleri de olan insanların bir araya gelişini engelleyen nedir? ne olmasını bekliyoruz?
Şu saçma kapatma davasının da doğrudan akp'ye hizmet edeceği aşikar. Komplo teorilerine inanmayan biri olarak bile yoğun bir "ne oluyoruz" duygusu yaşıyorum açıkçası.
AKP'nin politikaları sermayeyi incitmiyor, askeri incitmiyor, sünnileri incitmiyor, türkleri incitmiyor, erkekleri incitmiyor yani akp bu ülkenin ezel ebed iktidarı olan hiç bir kesimi incitmiyor, ama hala en demokrat parti sayılıyor ve tüm despotluğuyla, tüm iktidarıyla hala en mağdur, en mazlum parti muamelesi görüyor, hala entelektüellerimiz tarafından en fazla himaye edilen parti akp oluyor.
Görünen o ki bu kapatma davasıyla akp'nin mağduriyet havası giderek kronikleşecek ve sonuçları daha dramatik olacak.
CHP ya da MHP ile bu kadar uğraşılması şaşırtıcı bence. Ateş olsa cürmü kadar yer yakacak, giderek kendi dar kanalizasyon borusuna sıkıştırılan iki muhalifliği kendinden menkul partiyle uğraşmanın neresi entelektüel tavırdır bilmiyorum! Yani genel bir eleştirel tavrın nesnesi olacaklar elbette ancak asıl olan iktidara karşı muhalefet örgütlemek değil midir? Kaldı ki chp ve mhp'ye yönelik itiraz gerektiren ideolojik çemberin çok da dışında değil akp.
Sınıfsal mücadeleye gelince: tarihin bu sahfasında, emekçi sınıflar kapitalizmin ilk dönemindekine benzer (hatta daha ağır) bir dönemeçten geçerken, üç yüz yıllık bir mücadelenin kazanımları bir bir yitirilirken eğer ezilen sınıflar tavırlarını sadece iki saatlik işbırakma eylemiyle gösterebiliyorlarsa, zaten söylenecek söz kalmamış demektir.
Yoksulların ortak sesi olacak örgütlü bir oluşum yaratılması yönünde bin yıllık lafazanlıkları bir yana bırakıp ortak bir paydada artık "eylem" için bir araya gelinmeyecekse, bence artık konuşmanın da bir gereği yoktur. Bunca lafa gerek yok. susalım ve oturalım: olacaklar olduğunda bir kahraman çıkacaktır bizi kurtaracak, bir mesih, bir mehdi... En kötü ihtimalle hepimizin kendi küçük kıyameti.
"Ne yapabiliriz"i konuşmanın zamanı değil mi zihni bey? belki buralardan başlar eğer birşeylerin başlama olasılığı varsa.
sevgi ve saygıyla. sima...
Mart 15, 2008 7:40 PM