27.12.10

Zaman ve Biz

Astronomik* yılbaşı bizi bir türlü uyduramadı kendi kuralına. Yılbaşı kutlamamızı gerektiren zaman dönümü tanıştığımız yılın ilk günüydü de ondan.
  Sayısal  zaman kenardan köşeden ilişse de bazen saç tellerimizin rengine, belki biraz da göz kapaklarımızın perdesine, henüz teslim olmamanın heyecanı, yatay düzleme onbeş derecelik  yükselen açıyla seyrediyor.  

Sevgililer güneşin batışını, bir günün daha kayboluşuyla  değil, renginin kızıllığıyla aşklarının örtüşmesi ve bir sonraki günün taze bir başlangıcı olacağıyla özdeşleştirirler,  Yılların bir bir gidişini de öyle.

 Hayat suyunun yavaş yavaş çekilmesine “yaşlanmak” derler genellikle.

Biz “Yaş”lanmaya  sözcüğün öteki ikizi ve varlığımızın kökeninde atıl duran yanından  bakanlardanız, “ıslanmak” gibi…  
Yağmurun melodik seyrinde  sırılsıklam ve yalnızca O’nun hayalini avuçlarımızın içinde tutarak yürümek ve adım ritimlerimizi kendi öz gerçeklerimize göre ayarlamak; bazen hisleri kulaklara fısıldayarak deniz dalgalarına karıştırmak gibi… o ses ki yankısına dönüp kulak kabartmanın heyecanıyla mutluluğun yankısı.

Biz paraya bir değişim aracı olarak değer verdik de asla bir egemenlik aracı olarak para hayali kurmadık. Çünkü biliyoruz ki bu düzeyde servet yığanların yalnızca  ölümleri değil aynı zamanda güvenlik kaygıları ve yaşlanmaları da işkence olur. Egemenlik kompleksine kaynayan benliğin ondan kopması nasıl kanatır kimbilir!

Biz başbakan, genelkurmay başkanı  ve cumhurbaşkanı yerinde olmayı da düşündük bazen. Sonra yaşama sevincinin mayası olan  sevgi, değer ve ilginin özbenliğe değil, bir şekilde elde edilmiş olunan o cansız yetkiye adandığını  düşününce,  o hayali de yağmur ve en fırtınalısından bulutların sırtına yükledik.

Biz zamanın yatay düzlemde istikrarlısını sevdik. Sonbaharı tanışmanın, ilkbaharı kaynaşmanın, diğer mevsimleri paylaşmanın zamanı olarak andık.

Biz bazen kavga da ettik, küsüştük de. Ama kavgalarımızı ve küsüşmeleri nefret bakterilerinin canlanmasına fırsat tanımayan zamanda terkettik.  Her barışıklığın anını ilk tanışıklığın heyecanıyla süslemeyi seçtik.

* * *
“Evet, yaş zamandır” dedik ama,  zamanı tanımladık ve üç parçaya böldük.

Astronomik* zamanı, Güneş'in doğuşu ve batışıyla birim olarak takvim yapraklarının yere düşen miktarıyla ölçtük.
Birey-devlet ve özel kurumların arasındaki ilişkilerin dikkate alındığı,
 mekanik bir anlayışın
ve
doğum tarihinin yazılı olduğu ama enerji miktarının belirtilmediği,
 okul, askerlik ve işe alma gibi işlerde  “hak sınırını” belirleyen zaman birimi olarak andık..

 Fizyolojik zamanı, iş yapan ya da hareket eden bir insanın harcadığı enerji miktarıyla kazanımları arasındaki bileşke vektörüyle ölçtük.

Psikolojik zamanı, bir hedefe koşullanmayla ilgili  durum olarak bildik. Saatın yelkovanına göre değil, içinde bulunduğumuz an'ın keyifli ya sıkıntılarına göre belirledik
Astronomik zamanla sekiz saatlik bir otobüs yolculuğunda kitap okuyan, uyuyan ya da sessizce  etrafını seyreden üç insan için zaman farklı işleyecektir

* * *
Zaman enerji, ufuk, bilgi, heyecan ve birikimdir,
Takvim yaprakları değil
“Yaş”lanmak filizlere ıslanmak, tohuma büyü yapmak ve
gök mavisine kazık çakmaktır,
korona kendirine boyun uzatmak değil.
Ertelediğin işine tekrar hazırlıktır uyumak,
Güneş'in batışı değil.
Güneş'in batışı az sonra doğuşudur ve ölüm sadece, yaşanacakların devredilişidir,
felaket değil,
Yıllar geçip gidebilir, ardından bakılmaz
Geçmiş ile vedalaşmak düşer bize
“vah!”laşmak değil. /zihni örer


Ömrünün en son saniyesine kadar ilk günkü duyarlılık ve ortasındaki heyecan kadar yaşamak ve hissetmek her canlının hakkıdır.





17.12.10

Aşk ve ölümün şarkıları

AHMET KAYA:





Ahmet Kaya kendi gerçek ölümünün ağıtını  haykırıyorken türkülerinde, onu her zamanki “müzikseverliğin eğlencelik serseriliğine” vuramazdık.
Deniz Seki’nin “acele” şarkısının vijdanımda bıraktığı izde de öyle…

Düşünüyorum, daha doğrusu düşünemiyorum, ölüm ve mahkumiyet sonrası ortaya çıkan türküleri isyanın avazı olarak, nemli gözlerle duyabiliyorum; başka türlü anlaşılmıyor.

“Nasıl anlatsam ki!”
Word sayfasında üç gündür terk edilmiş bir cümleydi bu.
Hani, hislerin arada bir aptallaştığı, 
tüm kaslarınızın yerini yumuşak dokulara  bıraktığı,
 efkarınızın makamını yitirdiği
ve
doğal yaşama olan ilgi zincirinin koparak tek dünyaya kilitlendiğiniz anlar olur ya?

 İşte öyle bir potansiyel ile  cebelleşiyorum bu iki şarkı arasında.

Aslı astarı yeni ve bilinmeyen ve sürpriz bir konu olmadığını bilmek yetmiyor bazen. Duyargalarınızın en aktif zamanını gözleyen bir periyot mu;
 öyle şarkıların  kamçıladığı zamanın alınganlığı mı …
 her ne ise öyle bir durum işte.

Kaslarımın doğal işlevini erteliyorken bir kapı, bir ışık arıyorum.
 “neresinden başlasam ki!”
Yoksa hiç başlamadan, tecavüz pozisyonunda yüz üstü uzanıp, şarkıyı –daha doğrusu isyan narasını - müzikçaların-  otomatik konumunda  şarjı bitinceye,
kaybolmuş benliğimi biri bulup sol yanımdan dürtünceye  kadar,
ya da
 hiç olmazsa fantezi kıvamında düzenbazların ırzına geçinceye kadar
öylece kalmak mıydı yoksa gidişatım!

***

DENİZ SEKİ:
Yükleyen saklicennet

Her melodi asaletinin tutunacağı biryerler vardır ruhumda.

Deniz Seki’nin uyuşturucu kullanıp kullanmadığı beni asla ilgilendirmiyordu. Kimseyi de ilgilendirmemeliydi bilinen boyutuyla. Deniz Seki mahkum olduğu yılların ezikliğiyle yaptığını düşündüğüm, içli şarkısı  günümün  en az on  saatına yerleşebiliyorsa, bunun nedeni bir dramın çıktısı olarak, hapiste yitirilen anların boktan nedenlerinin ortasında yaratıldığından olsa gerek.  Ve bu öz duygunun melodiye yansıyışındaki derinlik…
Oysa bir aşk şarkısı  bir kadın için “aşkın ekmekten de önce geldiği” doğasını anlayabildiğimden  böyle olmalı.
“Kadını uyuşturucu değil, aşk mahkumiyeti bitirir” sanırım. Bu şarkılar belki de varolmanın haykırışlarından biri; öyle anlıyorum ve öyle dokunuyor ruhuma…


Ahmet Kaya’yı  belki çoğu gibi ben de “Yorgun Demokrat” olarak tanıdım. O zamanlar demokratı “yoruyorlar”, taciz ediyorlardı. Çok korktuklarında 141-142’den ömür boyu mahkum ve bazen de idam ediyorlardı. Aslında mahkum ettikleri yorgun demokratlar değil, olası Sosyalizmin anlaşılması  paniğiydi. Yani, egemenliğin para stokçuluğundan, alın teri sahiplerine geçirilme korkusu.…

“Kürt açılımı”na dayandırılması bir rastlantıdan ibaretti. Çünkü, Mahsuniler,  Nazımlar, Nesinler… aynı korkunun “öcü”leriydi.

Ahmet Kayaların narası sert geliyordu ama,  artık (komünistler için söylenen klasiklerden)  “görüldüğü yerde vurulmayı” çok saflara bile izah etmek güçleşmişti bu teknoloji çağında.

Vurulmak yerine KOVULMAK daha ehven bir taciz yöntemi olduğu keşfedilmişti Avrupa Birliği sevdasından sonra.  İnfaz kurşunlarının metalleri artık “çatal bıçak”a dönüşmüştü.

Taş yürekleri bile sarsacak olan bu şarkılar, bir yaşanmışlıktan türeyen acının naralarıdır. Ama arabesk ağalarının pragmatizmi ister istemez karşı tarafa savuruyor beni.

lan gadaşlar bu nasıl yara!

9.12.10

öğrenci yumurtasının vitamin değeri

Bakanlara atılası 
(Allah yazılı) yumurta

Yumurta A-daletli, D-emokrat, E-şitlikçi ve B-ilimci grubu vitaminleri başta olmak üzere diğer vitaminlere de önemli oranda sahiptir.
Yumurta sarısında bulunan A-dalet vitamini gözlemci gözün, vatandaşın taleplerini iyi görmesini sağladığı gibi, toplumun hak arama omurgasını dik tutan kemik gelişimi için de önemlidir. 

Öğrenim ve iş güvencesi gibi temel hakları dile getiren eylemler karşısında, hükümet üyeleri ve polislerin vatandaşa diş gıcırdatmaları durumunda, keskin ve sağlıklı dişlere sahip olmak için de gerekli olduğu bilinmektedir.

Öğrenci ve işten atılan iş(çi)-siz- lere gaz sıkıldığında kaybolan enerji için, Vücut hücrelerinin yeniden gelişmesine yardımcı olur. Öğrenci ve işçiler üzerine Sıkılan gazın verdiği zararı azaltmak için Solunum ve sindirim sisteminin sağlıklı olmasını ve hormonlu gıdalardan oluşan enfeksiyonlara karşı korunmasında etkilidir.

İleri D-emokratlık vitamini, insan vücudunda kalsiyumun kullanılmasına yardım ettiği için, polislerin kırdığı öğrenci kemiklerinin iyileşmesini hızlandırır.


Yumurta sarısı, ileri D-emokratlık vitamini sağlayan bir kaç besinden bir tanesidir. hak parti ve ödp’nin güneşinin ışınlarından da yeterince faydalanıldığında yumurta özellikle sağ partilerde ileri D-emokrasi vitamini eksikliğine bağlı kemik bozukluğu oluşmasını önler.


Yumurta, temel haklarda E-şitlikci vitamini yönünden de oldukça zengindir. E-şitlikçi vitamini oksidasyonu önleyici etkisinden ve ağırlıklarının birbirine eşit olmasından dolayı, gariban emekçilerin vücudunu liberal kapitalist ideolojilere karşı korur.

Her gün bir yumurta yarım ekmek ile kahvaltı yaparak okuluna giden öğrenci, işkencesiz okuma hakkını talep etmek için kahvaltı yumurtasını arada bir fol olarak Hükümet üyelerinin kafasında, kuluçkaya yatırmak amacıyla cebinde götürebilir.

B-ilimci grubu vitaminleri bazı besin öğelerinin vücutta enerjiye çevrilmesi için gereklidir. Yoksa işimiz fala muskaya ve Telli Baba'ya kalır ki, o zaman ülkedeki bütün yumurtaların cılk çıkma olasılığı yükselir.

Yumurta özellikle ileri üniversitelerin varlık nedeni olan B-ilim2 vitamini açısından çok zengindir. Bu vitamin polis sopasından yırtılan deri ve sıkılan gazdan arızalanan göz sağlığı için de gerekli olduğunu tekrar ederek önemini pekiştirelim.

Ayrıca yumurtada bulunan kolin, beyin fonksiyonlarının yerine getirilmesinde önemli rol oynamaktadır. Bu durumda Bakan Burhan Kuzu’nun kafasında kuluçkaya yatırılan yumurtaların da etkisini düştüğü yerde göstereceği tahmin edilmektedir.
yumurtanın besin değeri kaynak
* * *

BDP Eşbaşkanı Selehattin Demirtaş’ın Bakan Burhan Kuzu’ya atılan “öğrenci yumurtası” için verdiği demeç, yarım saate yakın kahkahayla gülmeye değer.

“Bir devlet üç yumurtayla yıkılacaksa yıkılsın!!”
karizma çizer roket yumurta

* * *
bir Bektaşi klasiği:

Hocanın biri her vaazın sonunu “namaz dinin direği” diye bitirirmiş.

Bektaşi bu çok iddialı tekrar karşısında dayanamayıp sormuş:

-Hocam, namaz için abdest farzdır değil mi?

*evet farzdır.

-Hocam, afedersiniz, insan o…r’unca abdest bozulur değil mi?

*evet bozlur.

-Başa dönelim sayın Hocam, namaz dinin direği, abdest namazın gereği,

Bu ne kadar zayıf din direği ki, bir o…k’ta yıkılıyor.

30.11.10

evlilik programlarının düşündürdükleri

“Yaşam kaosu” yüksek olan toplumlarda 
evlilerin aşkı değil hesabı olurmuş.

Bir çocuklu genç kadın eş adayıyla karşılaştığında, onun da bir çocuğu olduğunu ,  çocuğa  eş adayının annesinin baktığını öğrendi; birkaç klasik sorulardan sonra,  adamın evlilik teklifini  açıklayamadığı bir nedenle kabul etmedi.  Çocuğa bakan “babaanneye düşkünlük” kafada bir tetikleme yarattığı seziliyordu. Böyle durumlarda açıklanmayan nedenler için “elektrik alamadım” kodlanması en kolay yoldu. Oğlanın yakışıklı ve olgun imajlı  biri olduğu tartışılamazdı. Belki bu yüzden elektrik şoku gizlenen başka bahaneyle nötürlenmiş olmalıydı

. Ama bir pürüz vardı ki, evlenmeye asıl  engel olan neden   ya oğlanın gelir düzeyi  ya da kaynana sendromuydu?
 Israrla  net bir neden belirtilmesi gerektiğini söylediklerinde, “O annesine çok düşkün, biz anlaşamayız bu durumda”  diyerek noktayı koymuştu.
Çevrenin ve psikologun, genç kadının  erkeğe bir çay içimi daha görüşme fırsatı vermesinin yararlı olacağını söylediklerinde, kadın görüşmeyi  kabul etti. 
Karar anında, kadın son durumu şöyle anlattı:
-Bu son konuşmamızdan sonra mükemmele yakın bir eş adayı olduğunu  anladım ama, ben bir kez red etmiştim. Hem teyzem ablam ve annem de kabul etmemi istemediler. Ben şimdi kabul edersem onlara ne yüzle bakarım!
“O annesine çok düşkün, biz anlaşamayız bu durumda”  diyen kadındı bunu söyleyen!

***
Bir başka çift adayı karşılıklı birbirlerini beğenince,  erkek bildiği tüm romantik taklit gösterilerini, tezahüratlar arasında sermeye çalıştı.  Kadın duygulandı, gözleri nemlenmeye başladı.  İkisinin de yalnız ağız-diş-gamze-yanak-yüz rengi değil, bütün hücreleri gülümsüyordu mutluluktan. Kadın kısa bir süre durgunlaştı. Sorulduğunda, kalbinin yılda ikiyi geçmemek üzere böyle heyecanlı anlarda "teklediğini",  bu yüzden  tedavi olduğunu söyledi.
Adamın gülümseyen tüm mekanizmaları altmışdokuz model şavrele şanzımanı gibi gıcırdamaya başladı. 
“Ben evlenmekten vazgeçiyorum” deyiverdi aniden. Bir yığın tartışmadan ve ikna çabalarından sonra, “ben hastalıklı bir kadınla yaşayamam” diyerek o da son noktayı koydu.

* * *
Eş arayanlar aynı zamanda, görüşen adayların tanışma kritiğine  yorumcu olunca, insanın aklına şu yargı geliyor:
“kelin merhemi olsa başına sürerdi”.

Evlenme hamlelerinin,  aşk, sevda, sevgi, dayanışma, güçbirliği,  arayışından çok, kestirmeden sosyal güvenlik  ve geçim kaynağı arayışı  olduğu  Mark’sın tanımladığı altyapı boşluğundan kaynaklanabilir miydi?
Daha çok kadınların belli ettikleri örtülü niyet, bir başka insanın emeği üzerine göz koyarak altyapı oluşturma amacı,  üretim aracına evlenme cüzdanıyla sahip olmak gibi anlaşılıyor.  Erkeğini  her şeyden önce bir üretim aracı gibi gördüğünü gizleyecek yetenekten de yoksun. Evlenme bedeli  karşılıklı olarak ne verecekleri değil,  ne alabileceklerini sorguluyorlar.
Erkekler  evleneceği kadını daha çok, "kendine hizmet edecek biri" olarak tanımlayarak, yine duygudan yoksun, tamamen fiziksel  rahatlığının görevlisi gibi görmesiydi.

Dindar erkeklerde bu materyalist yaklaşım daha da çok belirgindi. Çünkü, evliliği gerçek ve bir bütüncül anlamda aldığımızda, içinde aşk,efkar, romantizm barındırmaması olanaksızdı.

  Burada  ticari bir durum vardı ki, evliliği şirketleştiren, kar-zarar hesabına göre kuran bir anlayış "mutlu olmak için evlilik" sanılıyordu.

 * * *
Zıt cinslerin birliğinden mutluluk üretmeyi başaran bir toplum değiliz vesselam.

Bunun bir sürü nedenlerinden söz edilebilir ama, iki gönül bir olunca seyran olan samanlık değil,daha çok Pazar yeri gibime geliyor.
Onları izlerken, insan (ölüm hariç) yapay ayrılmaların perde arkasındaki ilişkilerin akordunu düşünmeden edemiyor. Sonra o ekranda aşk siparişi verenlerin politikadan anlamadığı gibi, aşktan da hiçbirşey anlamadığını düşünüyorsunuz. “Aşık olacağım bir adam bekliyorum” diyenlere de rastlanıyor bazen , orta gençler arasında.  Bilinen bir konunun rüyasına yatma isteği gibi bir şey; sipariş rüya, sipariş aşk....
Mutlu bir toplum olmanın alt yapısı olan maddi güvencelerin sorgulanacağı makro düzey başka konu. İnsanın birey olarak, kendi bilgi ve kültürünü en azından evlenme girişimlerinde ne kadar anlamlı ve düzeyli tutabiliyor, onu irdeliyoruz.

Hiçbir mazeret tanımayan  "aşklaşma"nın ilişki düzeyleri ve arayışları çok daha "yüksek kültürel değer"lerle yürütülemez mi? diye sormak güdümüzü kamçılıyor görünenler. Önceki birlikteliklerden ayrılmalar, nedenleri ve bu örneklerin gölgesinde  ilk kez evlenme girişiminde bulunanların pazar değerlerini... çünkü, kıyasıya pazarlık yapıldığına tanık oluyoruz.

Öyleyse "evlilik akordu"nu irdeleyelim birazcık.
Aşkın  konser-ve-si (bemol notası) olamaz mı ? “Evliler konsere gidemez mi” ya da “konserve aşklar” stoklanamaz mı? Nota, akort, melodik nüans, bale figürleri.. ve benzer araçların, ilişkilerin harcı olduğu bilinir çoğu insan tarafından. Bilinir de karışımların ölçüsü tutturulabilir mi?
 Parayla -ekonomi ya da somut sorumluluklarla- aşkın çekişmesinin ve hayatın içindeki çevresel faktörlerin baskın çıkmasının  tam yeri burası mı ne? Yani evlilik kurumu…

İnsanların günlük kullandıkları kelimeleri,  konusu bakımından,  ilişkilerin tecrübe dönemlerine vurduğumuzda,  her on yıllık dilimin konusunun da değiştiğini görebiliriz.

15-25 yaş arası aşkları ilişki dönemi saymayalım şimdilik.

Yaklaşık yirmibeş yaş  üzeri  ilişkilerin genellikle evlilikle sonuçlanacağını düşünelim.  Pembe sislerin usulca dağıldığı dönemdir burası. Hayatın özellikle altyapısı olan güncel ayrıntıların dayatmasıyla,  sevdaların yerini karakter (huy) çözümlemelerine bıraktığı bir dönem.. Karşılıklı olarak, farklı aile ve kültürden edinilen alışkanlıkların berraklaştığı  yıllar....  

 Damak tadından şaka anlayış kıvamına, empatik yetenekten, farklılıkların çakışmasındaki algı ayarlamasına, cicim ayındayken öne çıkarılan yüksek değerlerin çözümlenerek sapma oranlarının belirlenmesine, “avını kafese koyma” rahatlığından sonra oluşabilecek pejmürdelik rahatlığına, artık dişlerin daha seyrek fırçalanması ve çizgili (zürafa) pijamalarla akşamın zarafetine madik atmalar, taraf aile üyelerinin kusur yarıştırmaları, varsa yengeler arası rekabetler, kendi ailesine yakınlaştırma, diğerinden uzaklaştırmayla doğru orantı kurma savaşları…  özellikle, ev kurumunu ayakta tutan emeğin öncelik-önem iddiaları daha çok erkek tarafından sürdürülen çoğu gelenek ve din kültüründen güç alan anlayışın iki kişi arasında ısırgan otu gibi durması.
Kadın doğasını erkek doğası kalıbıyla ölçme alışkanlıkları…

Küçücük sitemleşme ve küsmeler, artık bardağın boş tarafından  bakma alışkanlığını körüklemeye başlar. Laf sokma üstünlüğünün istatistik grafiğinin tepe noktasında gezinmeler, kendi ruhsal rahatlığını, savaşın sıcak ortamında karşı (eş) in huzursuzluğuna endekslemeler, gerektiğinde elde hazır tutulan kusur merceğiyle belge oluşturmalar, savaş daha da kızıştığında cinsiyet avantajlarını devreye sokup, karşısındakini damardan vurmalar….uzayıp gider bu savaşın cephe yöntemleri..

Sonuç olarak, evlenme programları ve gazetelerin 3. sayfa haber konularının ürünleriyle karşı karşıyayız. İletişim yeteneksizliği ve bunun kaynağı olarak tabuların yasakları ve cehaletin caydırıcılığı, insanların çoğunun "iyi eş olabilme"  hamlesini baştan durdurabiliyor.

* * *

                             25 yaş altı muhtemel aşkzedelere,
 Aşkların  sabıkası ve sevdaların  masumiyeti artık ayırt edilmelidir tecrübeyle.
Evlilik karesinin köşegenlerinden vektör oluşturulmalı. Birine sevgi, diğerine saygı adı verilmeli. Kesişim noktalarına kazık çakılmalı ve ortaklık ipinin ucu oraya bağlanılmalı.
Kavramların serseri etksini unutarak kutsamaya çalıştığımızda, zarara rağmen tiryakilik daha da öne çıkarılmamalı. Ütopyalar, ve idealler gerçekçiliğin mihenk taşına sürülmeli.
·        Yüksek tutkuyla  "özenilesi duygu haline"  bir bütün olarak,  sadece alışkanlıktan ötürü “aşk”  denilmemeli. Onu sadece "irade dışı bir
  tutsaklık" olarak almalı, ama asla orada kalınmamalı. Aşk öncesi "cicim dönemi"ni  olumsuz etkileyecek dış etkenlere karşı savunma mekanizmasının işleyiş şifresini sadece iki kişi bilmeli. 
·        
Aslında sorun tanımda değil,  bağımlılığın kutsanmasında. Aşk bir bağımlılık hali hatta kör bir bağımlılık hali olduğuna göre, özgürlüğün çok önemli  bir bölümünün enerjisini yakıyor demektir. Bağımlılıkların tümü için söylenebilir bu aslında.
Aşk şekil bakımından bağımlılıkların içinde birazcık kızamık hastalığını andırır; mutlaka çıkarılmasa-tadılması gereken bir hastalık gibi. Aşk hastalığının  insan bünyesine  yararı  olduğu düşünülebilir mi,  kalp ritminin bağışıklık istemini geliştirmesi açısından? Düşündürücü bir durum.

“Yüksek tutku” diye başladığımız durumun bir bölümü olan aşktan söz ettik kısaca.
Bir de bu tutkunun ilk aşaması var ki ona “sevda” diyoruz.  Efkar denilen coşkulu duygunun bu bölümün ürünü olduğunu söyleyebiliriz.
İlişkilerin  “cicim ayı” denilen başlama kısmıyla,  bayatlamaya yüztutan diğer zamanları,  iki devreli maça benzetelim ve  aşk ile sevdayı kavram kargaşasına kurban etmeyelim.   Aşk acıtır ve kanatırsa, sevda coşturur ve uçurursa,  ilişki dönemlerinde üreyen ve tükenen bölümlerin ilişkiye yansımasından olduğunu bilmeliyiz.
Maçın  ilk yarısına sevda, ikinci yarısına aşk dememizin nedeni, ilk yarıda oyuncuların ısınma ve hünerlerini  gösterme, artistik stiller, romantizm gibi gösteri yoğunluğunun kaçınılmaz oluşundandır.
Tanışıklığın ikinci yarısında oynanan bir oyun ise aşk; yorgunluk,  bitkinlik ve favullerin
 “ar” meydanı olarak anılır burası.
Aşk yanığı bacalarda kurum olarak kalır da, sevdalar, kar eriyiğinde güneşi görünce toprağı pürtleten mantara benzer. 
Bu yüzden mesajlara kulak vermek  yerine, masajlara tümünü vermektir asıl ilişkinin kökeni.
Nasıl mı?
Taklitlerden sakının, kendi figürünüzü yaratın.

z.örer
Yazının bir anlamda ilişkili olduğu:


  • kadın erkek eşit olsaydı
  • 25.11.10

    sobeli sorgulama



    mim yerine "sobe" demiştik daha önce. sobe mevsimi "soba" mevsimidir artık.

    Biraz felsefe tüten sobeler (sobalar is tüter karıştırmayalım), ilgi alanıma giriyor.

    Böylece,

    leb demeden'e teşekkür ederek, başlıyorum. Kimsye işaret etmiyorum affola, isteyen gönüllü olarak cevaplayabilir.



    En sevdiğiniz kelime:
    Sevdiğim diğer kelimeler kıskanacak şimdi.
    Nefret ettiğiniz kelime:
    "Şşşşiit!"
    Sizi ne heyecanlandırır:
    Bütün ilkler
    Heyecanınızı ne öldürür: 
    Patinaj türündeki tekrarlar.
    En sevdiğiniz ses: 
    Kadın sesi, su sesi, para sesi.
    Desem de bu işin esprisi,
    Gürültüyü çıkarsanız bütün seslerden,
    Budur kulak ve ruhumun melodisi.
    Nefret ettiğiniz ses: 
    Marş marş
    Hangi mesleği yapmak istemezsiniz: Kaldırım mühendisliği.
    Hangi doğal yeteneğe sahip olmak istersiniz: ölüm tarihimi bilerek ve isteyerek ve severek ve heyecanla, kendim belirleyebilmek.
    Kendiniz olmasaydınız kim olmak isterdiniz:
    “To be or not tobe, so all this subject.
    ilk cümledeki gibi
    Nerede yaşamak isterdiniz: onuncu köyde ve bu dünyada, ekonomik, sosyal, insan hakları, hukuk mukuk gibi bütün insani değerleri kirletenlere, sabıkalı oldukları için kesin vize koyardım.
    En önemli kusurunuz:
    Hangibirini saysam ki, hepsi birbirinden önemli mübareklerin.
    Size en fazla keyif veren huyunuz: sessiz-sesli-yazılı-öfkeli ve melodik düşünmeye çalışmak.
    Kahramanınız kim:
    Kahramn-sızım.
    En çok kullandığınız kötü kelime: vayy! Senin var ya…(orda kalır)
    Şu anki ruh haliniz:
    sevgilisi tarafından çayının şekerinin karıştırılmadığı günü yaşayan birinin ruh hali....
    Hayat felsefenizi hangi slogan özetler:
    adalet-mantık-sorumluluk-dürüstlük-verimliik
    Mutluluk rüyanız:
    anca rüyanda görebilirsin denilen şey mi?  Eh, öyleyse görelim:dışarıdan sataşmaların ve dalaşmaların bozamayacağı bir sosyalist toplumda yaşamak.
    Sizce mutsuzluğun tanımı:
    onursuz ve hak edilmemiş bir yaşam biçimine düşmek ve ona alışmak.
    Nasıl ölmek isterdiniz:
    Menüleriniz lütfen? Ha, benimki acısız olsun, yanında bir de susuz ayran ve bir de müzik (cenaze marşı değil)
    Öldüğünüz zaman cennete giderseniz Allah'ın size ne söylemesini isterdiniz: “Ey kulum, Artık kendimi esrarengizlikten çıkarıp, insanlara çin işkencesi yapmaktan vaz geçiyorum , artık var mıydım yok muydum tartışmalarına son veriyorum, o esrarengiz mucizelerimi bütün kullarımın gözünün önüne sereceğim. Bunları beceremezsem intihar edeceğim”