Bizler ne hayal aleminde yaşıyoruz, ne de insanları olduklarından daha iyi hayal ediyoruz, onları oldukları gibi görüyoruz. Bu nedenle insanların en iyisinin bile otoritenin uygulamalarıyla özde kötü kılındığını ileri sürüyoruz. İnsanın insanı yönetmesinden bu nedenle nefret ediyoruz. demiş Pyotr Alexeyevich Kropotkin /Sevgili siyasalbilimci Ayşegül yazmış.
Sansür, ahlakı tıraş etmeye kalkışırken, özgürlüğün derisini yüzen resmi bir eylemdir.
Sansürün soğuk yüzü ürkütür de ondan izocamlı kılıflarla işleme konulur.
Biber gazı ve jopun erişemediği iletişim kanallarının “erişim”lerine erişilerek Ortadoğu rüzgarının kum fırtınasına karşı koymayı düşünüyor olabilirler.. ama kulağımıza “ahlak kurtarma ayarı” olarak gelmesi matris şifrelemesini akla getiriyor. Pazarlama taktiğinin şifresi de kopya ihtimalini güçlendiriyor. Osmanlı torunları olduğumuza göre, genetik kalıtım kaçınılmaz olmalı. Matbaayı 200 yıl ülkeye sokmamanın gen intikali... Basılmamış kitapları toplatacağına matbaayı yasaklamak daha kestirmeydi ama, kör olası internet icat oldu mertlik bozuldu. Ne kötü rastlantı!
Sansürlerin karakteri gizlilik ve sinsilikle eşdeğerdir her zaman. Korumacı gösterilir, altından muhalifsavarlık çıkar.
Bekarlık günlerimizde, birkaç arkadaş ile erotik bir film oynatan sinemaya gitmiştik. Sık tartıştığımız, bize ahlak dersi veren, milliyetçi-mukaddesatçı bir arkadaşımızı o sinema salonunda görünce ve o da bizi görünce, deplasmanda seyircisiz oynayan bir futbol takımı psikozuna kapılıverdi. “Hayrola bu filmde ne işin var senin” diyerek bir gol atma hamlesinde bulundum. Arkadaşımın mahcubiyeti yüzünün renginden okunuyordu. Cevabı da bir o kadar kırmızıydı:
-“Hani siz materyalistlerin savunduğunuz bir teziniz var ya,
e-e-ee?
-Görmediğinize inanmazsınız ya, bu teze dayanarak, erotik filmlerin ahlaksızlığını yerinde eleştirmek için bakıyorum” diyerek, espriye kontratak yapmıştı.
Ahlak bozan web sitelerini tespit edenlerin ahlakı nolacak? Onlara iş başındayken radyasyon elbisesi mi giydiriliyor?
Toplum aile, kadın ve hatta çocukların güvenliği elbette çok önemli. Dert bu ise gerçekten, daha akılcı birçok yolu olmalı. Öncelikle “internette güvenlik” konusu tartışmaya açılmalı. Yanında bir adet de organ mafyasının sempatik yüzünden söz edilmeli. Hatta biraz da 9 yaşındaki kız çocuklara nikahı mübah görme inancından….
Belediyeler ve milli eğitim müdürlükleri, her hafta sonlarında öğrenci velilerine bu konuda konferans düzenleyebilir.
Milli eğitim Bakanlığı, dergi-broşür hazırlayarak, öğrencilere dağıtır ve bu bilgilerin aileler tarafından öğrenilmesi sağlanabilir. Televizyon kanalları yarım saat bu konuya ayrılabilir.
Dumansız hava sahası reklamından daha öte, bilgisayarda internet kullanımı ve çocukları izlemenin teknik yöntemleri öğretilebilir……..
İnsanı en iyi kanun değil, bilgi-bilinç ve olanaklar korur.
Sansür ve sansar kandaşlığı
sansar
Sansar ile sansür sözcük harfleri bakımından olduğu gibi, karakteristik olarak da birbiriyle alabildiğine bütünleşen özelliğe sahip. Sansarlar da sansürler gibi gündüzleri uyuyup geceleri avlanırlar.
Sansarlar özellikle insanların uyudukları saatlerde, gizlice tavuk kümesine dalarlar. Çünkü tavuk, yumurta, kuş sansarların, temel besinleridir. Tavuk-yumurta Burhan Kuzu’ya atılan yumurtaları akla getirir. Öğrenciler nerden bulurlar bu kadar yumurtayı:)
Sansarlar, beslenebilmek için yumurtanın kaynağını kurutmak gibi bir kemirgenliğe sahip ise, sansürcülere atılacak yumurtaların da sansarlarca sansürlenmesi tam isabet.
Sansarların çiftleşme dönemleri Haziran- Ağustos ayları arasında olup, internet sansürünün de 22 Ağustosta yürürlüğe girecek olması Ömer Çelakıllı’ca rastlantılardan biridir. Sansarlar, Mart- nisan arasında 2 ile 4 (2+4=6) yavru yaparlar. 5651 nolu kanunun /6. ispiyon maddesi buna işaret eder.
Ayrıca Sansar’ın pis koktuğu söylenir. Terleyip de uzun süre yıkanmayanlar için “sansar gibi kokuyorsun” denir halk arasında. Sansürün de hangi noktada kokacağını, hangi konuların ahlaksızlık kabul edileceğini kimse önceden kestiremez. Bu yüzden “ya hep ya hiç” metoduyla teslim olmak, internet kullanımından ve vitrinlerdeki kitaplardan uzak durmak en garantili yol olmalı!
Hayriye,sokağımızın bahar müjdecisi.Kışları İstanbul’da geçirir, her baharda döner Alanya’ya.
Çocukluğumun geçtiği köyde leylekler, yaşama sevincimizi coşturan bir sembol idi; Hayriye de şimdi öyle…
Çapraz komşu binanın yer katında kiracıdır Hayriye’miz. Balkonda kendimi gitar mevzisine aldığımda sanki Hayriye’yi hedef alıyor muşum gibi gelirdi. Görüntü hala da öyle, içerik değil. Ben(deniz) 4. katın camlı balkonunda “kendim çalar kendim dinlerim bir de sevenlerim” iken, O yüksek ses ile, konuşur şarkı söyler, teyp kasetinden müzik çalar oynar, ziyaretçi yoldaşlarını da oynatır.
Monotonluğu mahalle sakinlerinin kibirine gömer.
O, “Hayriye’miz” tabi ki; çıkmaz sokağımızın monotonluğuna çiçek ve güllerimizden sonra, ondan başka rest çeken bir varlık daha çıkmadıbeş yıldır. O’nu çok sevdik….
Mahalleli sevmedi! "Yüksek ses ile gecelerin sessizliğini parçalara ayırıyor, mahalleyi uyutmuyor" diye 155'i aramışlar.Uyarmışlar, tehdit etmişler, Hayriye’yi Hayriyelikten çıkarmışlar. Şimdi onu kendilerine (bize) benzetmişler, bir kuru odun parçası gibi olmuş!
Oysa yan tarafımızdaki bahçede bir ağaca zincirle bağlanan bir köpeğin sabaha kadar avazı-ağıdı vardı. Köpek işkence çekiyordu. (Bende video görüntüsü bile vardır). Hiç bir komşunun, o köpeği 155'e şikayet edip de kurtarmak aklına gelmedi. Yakınımızdaki Adliye lojmanlarında görev yapan polise bildirdim de, hatırı sayılır köpek sahibini uyarmışlardı....
Bir yanda Çingene Hayriye-sevmez komşular, diğer yanda kentin köpek-sever yerlisi!
Onurlu bir kadın. Kedi karakteri seziyorum O’nda. Yiyecek için vs. asla boyun bükmez de, insan olduklarını kavrayanlara karşı kedi gibi yumuşak ve nezaket küpüdür. "Rom" çingenecede "insan" demekmiş. Roman sıfatı burdan türemiş. "Biz de insanız" tepkimesiyle çingene imajının kurtarılmasının başka dili....
Kendilerini şikayet edenlerle ve polislerle kavgasını duyduğumda saygım katlanarak büyüdü Hayriyelere.
Hayriye Çingene.
Yüzüne “çingene” diyenleri ikiye ayırıyor, bir kısmına “sensin çingene”, diğer (bana) abi diyor…..
Çingenelik –özellikle- özgürlüğün ve evrende en egzotik çeşitli yer aramayı kültür edinengöçebeliğin ve servet egemenliğine başkaldırının simgesi olduğunu söylediğimde, orijinal Hayriye bir anda parlayıverdi yüzüme. Sizi “çingene” olarak aşağılayanların da sizin gibi bir göçebe torunları olduğunu bilin. Siz Hindistan diyarındanbu tarafa gelenlerin, biz orta asyadan gelenlerin torunlarıyız;sizden tek farkımız kuruntumuz….
* * *
asalet yarışı:
Çingene delikanlı bir mühendislik bürosuna iş başvurusu yapar.
Ciddiye alınıp sözlü sınava çağırılır. Büro amiri alay etmeye kalkışır çingeneyle:
-Hayri hangi fakülteden mezunsun?
-kaldırım mühendisliğinden abi.
-görevin neydi Hayri Bey?
-Kaldırımlarda klarnet çalardım, bahşiş alırdım.
-Peki, burada aynı işi mi yapmak istiyorsun?
-İsterseniz, siz çalışırken, baş ucunuzda çalarım veriminizyükselir abi.
-yok yok, sen temizlik işini yap, mesela biz sigara içeriz izmarit atarız, kağıt kırıntılarını atarız, hatta bazen tükürürüz, sen temizlersin;tecrüben var mı bu konuda?
-He var abi, bizim çadırlarda inekler altına sıçtığında temizlerdim, burada da aynıymış.
Atasözleri de mi yağmalanıyo ne!
Soluduğumuz havadaki oksijenin özelleştirilmesine ne kaldı ki şuracıkta!
“Atasözleri ve havadaki oksijen kamunun malıdır, özelleştirilemez” demiş, hayata kalbinin attığı yerden bakanlar. Oysa, kamu sektörlerinin ekonomi bölümü özelleştirilebiliyor da, kültürel bölümü neden özelleştirilmesin!
AKP Genel Başkanı’nın ulusal servetten yararlandırma bakımından, “gri+kara+yeşil” (daha çok yeşil) sermaye sınıfının politikacısı olduğunu düşünmeyenlerin çoğunlukta olduğu biliniyor. Bu O’nun bir ideolojisidir elbette saygı duyulur. Ama ideolojinin karakterini analiz etmek de bize düşer, olup bitenlere bakarak.
Recep, mizah kültürümüzde hep “atan” olarak bilinir. Atmaktaki öznenin “palavra” olduğu da bilinir. “Recep, din ve palavra” sözcüklerinden türetilen “atma recep din kardeşiyiz” deyiminin kökeni tarihte hangi recep için söylendiyse, sanki başbakanımıza da pek yakıştı.
Recep Bey milli görüşçüyken, O’nun (karizmatik ve istikrarlı) radikal-protest bir yanı vardı. Burada yazdığım gibi protest tavır cesaretini daha çok kendi özündeki haklılıktan alır. Ya da ben öyle düşünüyorum. Ancak, Başbakanımız bir, bilemedin birkaç gecede milli görüş militanlığından liberal ideolojinin yürütme makamına sıçrayınca, “Recep”liğinin tüm hünerleri coşmaya başladı. Atmalar karizmayı çiziyor da, haberi olmayanlar olanlardan daha fazla.
İcraatları klasik ama, tavırları radikal kalmaya devam ediyor yeni kariyerinde. Sanırsınız ki karşısındakiler hükümet, kendisi mağdur ve masum bir muhalefet. İşte burada sırıttı söylenen ile anlaşılmayan arasındaki farkın çelişkisi.
Grafik ile düşünelim:
Şekilde AKP Genel Başkanı, frekans (sinyal) kaynağı konumunda gösterildi. Devamında, ayırıcı (siplıttır) , modem, telefon ve bilgisayar var.
Çalışması şöyle: Ptt telefon hattından gelen kablo ayırıcının girişine bağlanır, iki çıkıştan birisi telefon makinesine, diğeri internet modemine girer. Ayırıcının görevi, ses ile ses+ görüntüyü ayırarak, paraziti önlemektir.
Tezimiz şudur: Recep T. Bey ile Türk halkı arasına bir Siplitter konulduğunu düşünelim; söz ve tavırları toplumun hangi kesiminin nasıl algıladığını görelim.
Başbakandan gelen sinyali ses olarak algılayan kesim, büyük oranda muhafazakarlardır (telefon makinesi gibi). Telefonun sesini, salt melodi biçiminde algılayan “cemaat ruhlu” muhafazakarlar için anlamdan çok yankı önemsenir.
“Ses+görüntü”yü birlikte algılayanlar ise, kemalist ve sosyalist devrimciler (Modem gibi).
Modem ses ve görüntüyü bilgisayara aktararak, bilgi haline getirdiğinde, sözlerin ve vaadlerin (görüntünün) anlam kalitesi (gerçeğe mesafesi) ölçülmüş olunuyor (diyalektik ya da dijital algı).
Birkaç örnek ile tezimizi olgunlaştıralım.
Toy gençliğimde, Milli görüş davasında emeği olanlardan biri olarak biliyorum ki “demokrasi şeriata giden yolda bir araç” olacaktı. Bu durumu, düşmanın silahıyla silahlanmak” hadisiyle izah ederdi o zamanki “büyüklerimiz” Bunu ben ve bütün milli görüşçü camia böyle bilir. Aşkta ve savaşta her yol mübah ise, alın size bir değiştirme mübahı. Recep T. Bey F taktiğiyle, “...şeriata giden yolda” kısmını “atmış”. Atış-1
Ünlü van minıtı arap ve türk cemaat tayfası, telefon melodisi gibi algıladı, İsrail ile sürdürülen gizli ilişkilerin (askeri bölümde) içeriğini merak bile etmediler.
Devrimci kesim ise van minıtı Modem gibi algıladı. 19 insanın öldürülmesiyle sonuçlanmasını ya da etik bir diplomasi dili olmadığını düşündü. Öfkeyle yatan zararla kalkar” özdeyişini burada da çöpe “atmıştır” Atış-2
Türkiye’ye Fransız kalan adama seçim öncesi bir salvo daha atmak istedi, taraftarları yine transa geldi. Ama adam Türk kökenli çıktı, o da boşa “atılan” bir adım oldu. Atış-3
YGS şifresi savunmasından tatmin edenler tatmin olmadığını sonradan itiraf edince, başka ülkelerde Bakan düşüren olayların, bizde bitini dahi üzerinden “atamadığını” görüyoruz. Atış.4
Cemaat tayfası ekonomik büyüklükte dünya bilmem kaçıncısı olduğumuzun sadece tıngırtısını duyarken, devrimci tayfa fiyaskoların ayrıntılarına kafayı takar. Görülür ki, gerçekler ayrıntıda gizli. Önemli olanın büyüklüğü değil, fonksiyonu olduğunu bir kenara “atmış” olduğu görülüyor. Atış-5 (Bu konu ayrı başlıkta incelenebilir).
R. T. Erdoğan Milli görüş İl başkanı iken,“önce maneviyat” sloganıyla yola çıkmışlardı.
Politika yaşamlarında edindikleri servet miktarının, hiçbir ekonomi prof.un “beceremeyeceği” miktarda olduğu söyleniyor. “önce maneviyat” diye manşet “atıyorlardı” -Atış-6
Kısacası, liberalizmde satış kadar, “atışlar” da serbest.
Seçim öncesinde tamamen yoksulcu görünen Politikacıların karakterine yansıyan kültür kökeni kolay formatlanamaz.
Mutlu bir toplum olabilmek için kendimize reva (layık) gördüğümüz talep düzeyi önemlidir. Düşük düzeyli yaşamayı kendimize layık görürsek, mesajları melodik ses gibi algılarız, kulağımıza hoş gelirken, karnımız aç kalır da, kaderden sayarız sonra. Kurulan tuzakların farkında olamayız.
Kendimizi daha iyi koşullara layık görürsek, içerik ile ilgileniriz. İçerik ise, ideolojilerin markasında gizli, atmasyonlarda değil.
Başın içi gibi dışı da örtülüydü bu dünyaya.
Örtü gizleyen demekti, örtünen de gizlenen…
Örtünün üç tür ağırlığı vardı durduğu yerde;
-cinsiyete her an bir bakış saldırısı korkusu,
-saç tellerinin en dipten kırılarak, yönünün değiştirilmesinin ağrısı;
-hücrelerinin D vitaminine, ondan da önemlisi özgür düşnmeye kapatılması.
Bu ağırlıklar altında terlemek kaçınılmazdı. Bir rüzgar esti o gece; teri soğutmak mı, örtüyü savurmak mıydı niyeti? Yoksa rüzgar “laikçi” miydi? Kim bilir…!
“Akacak kan damarda durmaz” derler, öyleyse ”ar damarı çatlamış”ların kanı neden tükenmiyor?
“Harici kan ile besleniyorlar da ondan”….
Ar damardan kaçan kan ahlak ve etik değerleri de birlikte götürürken, yerine başka emeklerin kan ve ürünlerini devşirirler. Maddi olarak daha da güçlenirler ama, maneviyatları batar. Maneviyatları battığından “maneviyat ticaretini” politik amaçlarına harç yaparlar. Harç, birkaç hamle sonra “haraç”a dönüşür de, enayi tayfası hiç farkında olamaz.
Liberal karmaşada oyunun asıl kuralı budur.
Biraz, tıp kapsamında ahkam keseceğim izninizle.
Kan debisinin dengeli olma durumu, insan psikoloji ve fizyolojisinin sağlıklı olduğunun göstergesi sayılır.
Kalbin çakraya (belki de üst beyine) ilettiği kan, nöronlarda kimyasal madde salgılanmasına neden olacağından, oradaki pozitif enerji, duyguları biçimlendirir ve aklımızı tetiklediğinde, kendi davranışımızı (özellikle haksız tutumumuzu) sorgulamaya başlarız. Böyle bir durumun tek sözcükle ifadesi “utanç” olarak bilinir; bir çeşit vijdan muhasebesi, yani “soğuk terleme” hali.
ar damarı çatlamak; “utanç duyulacak şeyleri hiç sıkılmadan yapar olmak” diye tanımlamışlar. Kan basıncının yetersiz olduğu (hissizlik) durumunda kişi, -evrensel etik ölçülere göre- işlediği suçtan dolayı ya farkındasızlık-uyuşukluk yaşar, ya da (suç işlemede fazla tekrar yaşanmışsa) bağışıklık sistemini güçlendirir ve tepki gördüğü ve göreceğini umduğu anlarda “hiç bir şey olmamış gibi” davranmayı bir tiyatro oyuncusu ustalığında sergileyebilir. Kişi arsızlıkta profesyonelleştikçe, “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” deyimi tam da böyleleri için “huy markası” haline gelir....
Ar damarı çatlatmayı göze aldıran tutum, ego çılgınlığı yani, kısa yoldan çok kazanma ve boyundan büyük mevkiye sıçrama tutkusundan başka ne olabilir?
Ahlak konusunda çok iddialı ve bir o kadar da egemen olan, aynı zamanda toplum çıkarını kontrol eden fikir, inanç ya da siyasi organizatörler vardır. Onların pratiklerini “ar damarı” kapsamında sorgulayabilmek biraz “protest huy” ister. Protestçilik riskli bir misyondur. Tüm cesaretlerini özenle korudukları ar damarlarından alırlar. “Protest huy” ile “yavuz hırsız” tavrı şekil olarak benzeşebilir ama içeriğinde etik fark vardır ki, birbirinin cepheden rakibi, hatta düşmanıdırlar. Bir yürekte her ikisinin birden barınması imkansızdır. Protest huy derinden gelir ve kullandığı enerji tüm hücreleri titretirken; “yavuz hırsız sesi” çürük tenekenin yankısını andırdığından birkaç hamlede omurgasız bir tepkime olduğu anlaşılır. “Yavuz hırsız” deşifre edildiği halde gürültüsüne devam ediyorsa, o “arsızlık patenti” hakkını kazanmış olur.
Köle ruhluluğu kanıksayanlar ve mürit karakterliler genellikle ar damar testi konusunda yeteneksiz, ya da isteksizdirler. Böyle toplumda kullanmayanın demokrasisini ve genel haklarını kullananlar (çok kolay anlaşılacağı gibi), arsız takımıdır. Başkasının ortada kalmış demokrasisini kullanmanın ideolojik adı, liberal demokrasidir. Liberal girişimciler, böyle bulanık havayı öyle severler ki, fırsat-ganimet kapsamında, “serbest piyasa” kuralının tüm verilerini “ar damar” kompleksiyle yatırıma dönüştürürler. Böyle tablolarda çoğunluğun oy ve emekleri, arsızların çıkarına yönlendirilmesi kaçınılmazdır. Hep “huzur ve barış” isterler, ahlaktan çokça söz ederler….
Lügatte “ahmak, enayi” diye bilinen kitlelerin üzerine kurulan bir parti, kooperatif, dernek gibi örgütlerin (çoğunun), çatlamış ar damara tutunmadan çoğunluğun desteğini sürekli alması, “eşyanın tabiatına aykırı”dır.
Çıkar çelişkileri süreklilik arzedipte tavan yaptığı bir yerde, katıksız itaat başka türlü nasıl izah edilebilir?
Ar damarı çatlayanın ter damarı çatlamaz.
Bu yüzden nah utanırlar,
tükürükleri yağmur sanırlar.
z.örer
Bir sonraki yazı konusu “ar damarı süzgeciyle, kadın hakları”.
Eskiden sendikalar kapitalist rejimin güvenliği bahanesiyle, egemenlerin korkulu rüyasıydı; onu "liberal operasyon" ile hallettiler. Günümüzde sosyal medya sendikaların yerini almış gibi görülüyor. Ve onun da icabına bakıyorlar.
YouTobe yasağı, telefon ve msn dinlemeler, kitap yasağı, Blogger yasağı...vs.
İşin tuhaf yanı, işlemediğim bir suç için yasaklı olmak! Komşu elektirik faturasının borcunu ödemiyor diye mahallenin elektriğini kesmek gibi...
Örnek, Bu Siteye erişim yazarı tarafından taa 2007 yılında (terkedilerek) engellenmişti. Belki şifresi bile kayıp... Kapalı siteye bir yasak da mahkemeden gelince, bana göre çifte sabıklı site ünvanını aldı ve biraz da mizahlık durum oluştu..
Ölüye kurşun sıkmak denir buna.
Evet, Blogger bizim mülkiyetimizde olan birşey değil. Bu yüzden bir hak iddiasında bulunamayız. Çünkü direk bir bedel ödemiyoruz. Ancak, Bu bloggeri kullanırken, bize bu hizmeti sunan kurum ile (ücet edemiyor olsak da) bir sözleşme imzalamışız. Bunu bize sunmuş olanların bu işten aldıkları maddi bedel, bizim sayemizde dolaylı olarak gerçekleşiyordur.
Burda insanın gururna dokunan şey, "yasakçılık zihniyeti" ve işlenmeyen suçtan dolayı ceza almayı kanıksatmaktır. Blogger yasağı Cumhurbaşkanı Gül'ün de gündeminde. Bu konuda çok sayıda mesaj aldığını söyleyen Gül, sorunun çözümü için gereken girişimlerde bulunacağını duyurdu.
"Mısırlı gençler, sosyal medyanın gücünü o kadar etkin kullanmışlar ki eski yöneticilerin tedbir almasına bile fırsat kalmamış
-Bu olayla bir kez daha şu kanaatim pekişti: İletişim teknolojilerinin eriştiği bu güç karşısında hiçbir kapalı rejimin uzun vadede ayakta kalması mümkün değil"
Cumhurbaşkanı, "Korkunun ecele faydası yok" demek istiyor olabilir mi?
Ya da AKP rejiminin yasaklarını...? Kafam karıştı biraz!
İcraat değil ama cesaret kapsamında da olsa doğruları söyleyebilmek, takdire değer.
Rejim açısından işin asıl püf noktası, yasakların uygulamada kalması ve prova edilmiş olmasıdır. Cumhurbaşkanı'nın karşı olması kariyer tamiratından öte gitmiyor. Yoksa böyle karmaşaları önleyecek yasa beş dakikada çıkardı....
Ter-formans diyorum çünkü, sağlık çalışanlarına uygulanan performans ölçümünün “ter” ölçmenin dışında bir işlevinin olmadığını anlatmaya çalışacağım.
Bu konu bizi uzunca bir “emek-değer” ve artıdeğer teorisine götürse de, konuyu fazla dağıtmak istemiyorum.
14 Mart, “Tıp Haftası”nın başlangıç günüydü.
Böyle “günler”, bir şeyleri hatırlamak ve hatırlatmak için seçilmiş kırmızı renkli sinyal lambasını andırsa da, Hükümetin AKP ampulü nün yanında sönük kalacağı kesin. Doktorların isyanı bu küçük sinyal ile anlaşılmazsa “grev alarmı” vermeye hazırlanacaklar.
Sağlık çalışanlarının bu tepkileri hükümet ve “hastane müşterisi” cephesinden balkılınca,
“sıkıya gelemiyorlar” anlamı öne çıkıyor.
S. Çalışanları cephesinden bakılınca, "uygulama yöntemi ile amaç" arasındaki çelişkinin vatandaşa ve mesleki gelişime daha çok zarar verebileceği….
İşletme eğitimi alan ve doktor adayı babası, aynı zamanda sağlık politikasıyla geçmişte cebelleşen biri olarak konuya objektif yaklaşmaya çalışacağım.
Kamu yönetimlerinde performans güdülemesi gibi bir gelenek çok uzun zamandır yoktu. Liberal hükümetlerin şirket yönetme yöntemlerini kamuya da uygulamaya koyma girişimleri, (AKP ile) yeni sayılır.
Kamu kurumlarında iş ahlakının vatandaşa “illallah” dedirtecek yıllarını çok yaşadı ve yaşıyor bu toplum. Seksen yıllık Cumhuriyet tarihinde ilk on yılı ve eğitim alanında Köy Enstitüleri dönemini bir kenara koyarsak, geriye kalan zamanda Avrupalıların kalkınmışlık hızı bizi kıskandırdığı kadar utandırıyor da. Bu anlamda baktığımızda hükümetin rüzgarı ardına aldığı söylenebilir.
“doktor-hasta (ve yakınları)” arasındaki buzlu ilişkinin, hükümet tarafından siyasal hamleye dönüştürülmesi kaçınılmazdı. Konunun içeriği AKP’nin oy tabanı tarafından tam olarak anlaşılmasa da, olayın çerçeve görüntüsü Hükümetin tezini güçlendiriyor gibi.
Liberal politika böyle bir şey; fırsatları ganimete dönüştürme sanatı.
Mevcut hükümetin öncülerinin ideolojik derinliğinde “cumhuriyet-osmanlı” rövanşlaşmasının olduğu bir gerçek. Bu yüzden tüm cumhuriyetçi kurumlarla çatışmasında, halkın masum beklentilerinden yararlanması da –haklı olarak- kaçınılmaz.
Ancak, çerçevenin içini okumadan, ortadaki sorunun asıl sorumlusunu ve çözüm yollarını bulması zorlaşacaktır. Böyle olunca, hükümetin özellikle aydın çevrelerle girdiği düellolarda etik olarak yenik çıksa da, politikanın demogojik tutamağı rüzgarı tersine çevirmeyi sağlayabiliyor. Tanığı olduğumuz tarihte bunu en iyi becerenlerden biri S. Demirel iken, ikincisinin –birazcık mimik tarzı farklı olsa da- Tayyip Erdoğan olduğu söylenebilir. Yazı uzayacak, konuyu dağıtmayalım evet.
Ne diyorduk,
Performans programı bir çeşit “emek güdülemesi” anlamına gelir. Performans ölçümü bildiğimiz işletme-şirket faaliyetlerinde üretimi ve kaliteyi artırmak amacıyla, o iş yerinde bütün çalışanların ilgi-bilgi ve özverisini devreye sokmayı amaçlar.
Performans Yönetimi nin İşletmeler kategorisinde, kısaca ana ilkeleri ve amaçları şunlardır:
Organizasyon amaçlarının gerçekleştirilmesi, bölümlerin ve bireylerin tamamının katılımına ve dengelenmiş hedefler doğrultusunda iyi performans göstermelerine bağlıdır. Kuşkusuz, asıl amaç organizasyon başarısının/performansının sağlanmasıdır.
1- İş dünyasındaki gelişmelere ayak uydurmak, iç müşteri kavramını yerleştirerek takım çalışmasını geliştirmek, müşteri odaklı bir kültür yaratmak ve sürekli gelişme felsefesine katkı sağlamak 2- Örgütün yakın gelecekteki vizyonunu sağlamak ve arzu edilen örgüt kültürünün gelişimine katkı sağlamak 3- İşgücü planlaması için personel envanteri hazırlamak, organizasyonel ve kişisel hedeflerin entegrasyonunu sağlayarak, iş ilişkilerini geliştirmek ve öğrenen organizasyon felsefesine katkı sağlamak 4- Yılda bir kez sübjektif değerlendirme yerine, yıl (dönem) boyunca sürekli ve objektif bir değerlendirme ile çalışanların zayıf veya gelişmeye açık olduğu yönleri ile kuvvetli olduğu yönlerini belirlemek, yeteneklerini geliştirmek, iş memnuniyetini arttırmak, yaratıcılıklarını ve tüm potansiyellerini kullanma olanağını sağlamak 5- Çalışanların şirket hedefine katkıları oranında ücret, prim, ödüllendirme, onurlandırma, cezalandırma, gelişme, terfi, nakil ve eğitim, vb. insan kaynakları sistemlerine bilgi (girdi) sağlamak
Performans değerlendirmenin amaçları böyle iken, doktorların itiraz ettiği durumlar dikkate değer.
İlk başta, “bireylerin tamamının katılımına” diye bir ilke var ki, Tabip Odalarının görüşü dahi alınmadan oluşturulan performans kriteri baştan ölü doğmuş oluyor.
1. Maddede belirtilen “müşteri odaklı” yaklaşımın sağlık politikasında hastaya en büyük kötülük olacağı… yoksuldan müşteri olursa, “paran yoksa performans ne işe yarar”! dedirtiyor insana. Bu programın ileride hastaneleri tamamen özelleştirmeye hazırlama programı olduğu iddia ediliyor.
2. maddede “örgüt kültürün”den söz ediliyor. Doktorların dikkat çektiği durumun odak noktası tam da burası. Performanstan beklenen sadece çok sayıda hasta vizit ise, sürekli (pahalı) yenilikleri izlemesi gereken tıp camiası örgüt kültürünü ne zaman geliştirecek? “Az vizit az para çok vizit çok para” ise, kalite bunun neresinde?
3. maddede “öğrenen organizasyon” kavramının zaman-vizit ilişkisiyle sekteye uğrayacağı.
4. maddede “iş memnuniyetini ve yaratıcılıklarını arttırmak”.
Doktorlar diyor ki “hükümet bizi böyle hadım ediyorsun, hükümet diyor ki çok çocuk isterim”.
5. Mddede “onurlandırma”dan söz ediliyor. Bir iş yerinde arkada kırbaç ile ve ön tarafta bir tutam ot ile sağlanacak onurlandırmayı doktorlar yutmaz gibime geliyor.
Görüldüğü gibi, performans amaçlarından beş maddelik özetin içeriği delik deşik bir su bidonunu andırıyor.
Bu konu, HİPOKRAT “SÖZ”VERİSİni eklemeden eksik kalır:
"Tıp fakültesinden aldığım bu diplomanın bana kazandırdığı hak ve yetkileri kötüye kullanmayacağıma hayatımı insanlık hizmetlerine adayacağıma insan hayatına mutlak surette saygı göstereceğime ve bilgilerimi insanlık aleyhine kullanmayacağıma mesleğim dolayısıyla öğrendiğim sırları saklayacağıma hocalarıma ve meslektaşlarıma saygı göstereceğime din, milliyet, cinsiyet, ırk ve parti farklarının görevimle vicdanım arasına girmesine izin vermeyeceğime mesleğimi dürüstlükle ve onurla yapacağıma namusum ve şerefim üzerine yemin ederim."
Kalitenin, ne yem ile ne de yemin ile olmadığı milletvekillerinden de anlaşılabilir de.....
Öyleyse BU YAZI hükümetimizin liberal ideolojisine kapak olsun.
KADIN ONURUnun matematiksel ifadesi =Kadının özgürlük talebi/Tacizciler+sapıklar+töreciler+maçolar ve bütün eşitlik karşıtları)
Pay kısmındaki değer büyüdükçe kadın onuru artar. Paydadaki değerler büyüdükçe kadın onuru azalır. Paydadaki değerlerin değişmesinde erkek cinsiyetinin feodal kültür etkisi kadar, kadın toplumunun genel olarak nesil yetiştirmedeki yanlışlarından ve eksiklerinden de kaynaklanabilir. Saldırıya maruz kalan kadın açısından onur değişimi olmaz, ancak toplumsal algı ve moral bakımından olumsuz etkiler.
Hayatı eşit paylaşmak huzur ve mutluluğun kışkırtıcı nedenidir…
Valla doğru söylüyorum, inanmıyorsanız bir de BURAya bakın
Sezi-Yorum blogundayız
şimdi. Burada hem sezecek hem de yorumlayacağız.
Sezmek nedir biliriz;
ama hatırlatalım yine de:
Sezmek: 1.Açık bir belirti
olmadığı halde, olmuş ya da olacak bir şeyi içgüdüsel olarak kestirmek,
duyumsamak. 2. İçgüdüsel olarak anlamak, fark etmek.
Anlayacağınız öyle kolay
değil sezmek. Ama Zehni’nin blogunda sezme işinin kolay olduğunu göreceksiniz.
Çünkü yazdıkları, belirtiler de veriyor, ipuçları da... Yani farkı fark
edebiliyoruz.
Yine sözlüğe bakarak
yorumun ne olduğunu öğrenmeye çalışıyoruz:
Yorum: 1. Bir yazının, bir
sözün, bir metnin ya da bir yapıtın anlaşılması güç yönlerini açıklayarak
aydınlığa kavuşturma, belli bir görüşe göre açıklama.
2. Bir olayı belli bir
görüşe göre değerlendirme, açıklama.
İşte, bu zor...
Öyle, “eline sağlık, kalemine ve gönlüne sağlık” diye yazmakla sıyrılamayız
bu işten. Hele belli bir görüşe göre aydınlatma?
Zehni’nin yazıları
belli bir görüşe göre aydınlatılabilseydi keşke... Ama merak etmeyin, bizim
yapamadığımızı kendisi yapıyor. Yani yorumluyor da. O kadarla da kalmıyor
çözümler de üretiyor.
Blogun özelliklerini
anlatacak yerde sözü dolaştırıp duruyoruz. Eee, kolay değil bu. Edebiyat-felsefe-ekonomi-politika-müzik..
kısaca her şey var bu blogta. Hangi birinden söz edeyim. “En iyisi kısa kes de
blogtan seçmelere geçelim” diyenleriniz de çoktur ihtimal. En başta
da Zehni, kısa yazmamı ister. Bunu nerden mi anladım?
Zehni Örer şöyle diyor
bir yazısında:
“Hani bir söz vardır büroların duvarına asılır:
"ziyaretin kısası
makbuldür"
bunun üzerine, "yazının kısası
makbuldür" diyelim de kendimize haklılık payı icat edelim.
Uzun yazmak benim de
normal tarzım değildir aslında da... Bazı kısa sözler, keskin bıçağa
benzer.
Ama bu demek değildir
ki, uzun yazılar kötü! Asla... zaman bulmuşsam, zevkle okuyorum uzun
yazanları.”[i]
İşte, benden de keskin
bıçağa benzer bir söz:
Zehni Örer’in
her satırının hatta her kelimesinin altında irdelenmesi gereken düşünce
ve duygular da saklıdır.
"Yazar öğrencisi" olmanın
tadında bir duygu ki, hafızamda iz bırakan -Ziya Şirincan'dan sonra- ikinci göz
ağrımdı O. Diyarbakır Köy Enstitüsü mezunlarından Şevket Yücel.
Yerleşik ve küflenmiş
ufkumu böbrek taşı gibi yerinden oynatan ilk etkendi O'nun farklı duruşu. Yan
sınıflara taşan gürültüye aldırmadan ders anlatmaya devam edişinde bir giz
vardı. Derste anlattıklarını dinlemeleri için öğrencilerini uyardığına hiç
tanık olmamıştım. "Eti babanın, kemiği öğretmenin" olan eğitim
klasiğinin, istatistik sonuçlarına karşı bir tavırdı sanki. İlkokulda cetvel
darbesinden şişen parmak uçlarımızın acısına karşı bir pansuman gibiydi. Bazen
tavana, bazen karşı duvara bakardı anlatırken. Çoğunlukla benim ve iki
arkadaşımın sırası yanında, periyodik aralıklarla, dakikalarca ayakta durarak
ders anlatışında bir giz mi vardı?
Astronomik yılbaşı bizi
bir türlü uyduramadı kendi kuralına. Yılbaşı kutlamamızı gerektiren zaman
dönümü tanıştığımız yılın ilk günüydü de ondan.
Sayısal zaman kenardan köşeden
ilişse de bazen saç tellerimizin rengine, belki biraz da göz kapaklarımızın
perdesine, henüz teslim olmamanın heyecanı, yatay düzleme onbeş derecelik
yükselen açıyla seyrediyor.
Sevgililer güneşin
batışını, bir günün daha kayboluşuyla değil, renginin kızıllığıyla
aşklarının örtüşmesi ve bir sonraki günün taze bir başlangıcı olacağıyla özdeşleştirirler,
Yılların bir bir gidişini de öyle.
Hayat suyunun yavaş yavaş çekilmesine “yaşlanmak” derler genellikle.
Biz “Yaş”lanmaya
sözcüğün öteki ikizi ve varlığımızın kökeninde atıl duran yanından
bakanlardanız, “ıslanmak” gibi…
İnsan, hem maddi hem de
manevi yapısından dolayı her iki özelliğin de çeşitli derecelerde doyuma
ihtiyacı olduğu bilinir. Bu dünyada temel maddi ihtiyaçlar öncelikle güvenceye
alınmışsa, ruhun da doyum gereksinimleri belirli basamaklarda ortaya çıkmaya
başlayacaktır. Renkler ve melodik sesler bu ihtiyacın giderilmesinde ana öğe
olarak, hayatımızdaki anlamı güçlendiren ve zenginleştiren önemli bir değer
olmalı.
Güneş’in “8” rengi “8”
notada sayı olarak rastlantı mıdır, yoksa mucize mi? Bunu biz değil ancak
Ömer Çelakıl-lı bilir:)
Zehni ÖRER, K.Maraş doğumlu. 11 yaşına kadar aile
çatısında köy çocuğu, sonrasında seyyar ikamet ile kentli yaşamını
sürdürmektedir.
ODTÜ Gaziantep Mühendislik Fakültesi (mezun olduktan
sonra Gaziantep Üniversitesi oldu) Elektrik ön lisans, AÖF İşletme lisans
mezunu.
Yazma tutkusuna, Orta okul Türkçe Öğretmeni (Dicle Köy
Enstitüsü ve Ankara Gazi Eğitim mezunu), yazar Şevket Yücel’in öğretileri
ve motivasyonu etkili oldu. Endüstri Meslek Lisesi okul gazetesini yöneterek ve
yazarak, yazı hayatı ivme kazandı.
İlk makalesi 17 yaşında, “Dostluk” başlığıyla,
Osmaniye Cebelibereket Gazetesi’nde köşe yazısı olarak yayımlandı.
"Hatay Gazetesi", "Hatay Ses
Gazetesi" ve "Ekovizyon Dergisi"nde yazdı. "Hatay
Olay" ve" çizgi üstü Bakış Dergileri"nde genel yayın
yönetmenliği, dergi kapak tasarımı ve yazarlık yaptı. "Haber Alanya
Gazetesi"nde 1 yıl "bence" köşesiyle yazdı. İnternet ortamındaki
çeşitli platformlarda yazmaya devam etmektedir.
2013'ün Son Baharında (paralı) iş
hayatına son verdi. Yarım asırlık ömründen damıtarak biriktirdiği, hayata
dair gözlemlerini kitap olarak yazmaya başladı.
"Amele Mektebinde Soylu Rüyalar"
Anı-Öykü kitabı, Öğretmenim Dergisi Yayınevi tarafından 2015 Ekim'de "Nar Kırığı" romanı da
2017'de , "Çarıklı Aşıklar" romanı 2018 Aralık'ta yayımlandı. "Aşk Sanığı" öykü kitabı yayına hazırdır.
6.8.06
sanatın tükürüldüğü yer
Hayata, 4 farklı bakış
paradigması olan insan vardır:
·İki buçuk kuruşun
deliğinden bakanlar (erdemliliğin bile ölçüsünü para olarak görenler)
·Bacak arasından
bakanlar (sexomanyaklar)
·Renkli camdan bakanlar
(hayalperest ve yoksul milliyetçiler)
·Sade göz ile bakanlar
(gerçekçiler, doğalcılar)
... Göz ile bakmak bakan
kişiye göre her zaman değişecektir,
gerçekçilik bile içinde
öznel bir öğe barındırmak zorunda kalmaktadır.
"Bu
kitap, İnsan geleceğini etkileyen mikro faktörlerin, genel kaliteye
yansımasını konu edinir. Hayatını kurmak isteyen az gelişmiş herhangibir ülke
insanının hilesiz, torpilsiz, desteksiz mücadele ederken, karşılaştığı yapay
ve doğal zorluklara ve görünmez ayrıntıların neye mal olduğuna dikkat çeker.
Bu kitap, 41 ara başlık altında yaşanmış, hissedilmiş, sıcağı sıcağına kendi
kulvarında tartışılmış, tanıklıkların öyküsüdür. Bu kitapta, mizahı, hüznü,
acısı, felsefesi... kısaca hayatın içi ve en azından ortalama birey olmanın
mücadelesi vardır."
"Blog",
günlük tutma anlamına gelirmiş. Günlük tutmak bir anlamda kişinin kendinde olup
biteni topluma yansıtmasına ve kişiliklerin en özgün yanıyla sunulmasına
yarayan, toplumsal orkestranın melodik ritmini belirleyen bir fırsatlar
teknolojisi.
Kağıt ve daha ötesinde ağaç
katline giden yolun önemli oranda kapanmasını sağlayacak bir elektronik devrim
gibi... profesyonel yazarlığa atılacak adımların ilk basamağı ve kitap basımevi
lobilerinin de bir anlamda kaprislerinin kırılmasına yarayan fırsatlar bütünü.
Günlük hayata dair
sosyal paylaşım, haberleşme, amatörce ve maliyeti en düşük çapta topluma
kendinden birşeyler katma fırsatı... velhasıl blog kısaca var olmanın
mikro fırsatı olarak topluma kendinden bir şeyler katmayı kışkırtan bir araç
olarak bakabiliriz.
Özel şirketler kârlarını, çevrenin ve
hayatın genel kalitesinin bozulması pahasına kamu maliyetine yansıtmaktan
kaçınmazlar. Hendelson’un yazdığı gibi onlar bize pırıl pırıl parlayan tabaklar
ve çamaşırlardan bahsederler. Ama pırıl pırıl nehir, göl ve denizin bir bir
elden çıktığını söylemeyi unuturlar, nedense. (f.Capra)
Evrende zıtlıklarla var olan olgulardan biri de mutluluktur.
(...)
Mutluluk, performansı artıran etkenlerden biri
olduğundan, üreteceğiniz değerin hatta etrafa yaydığınız pozitif enerjinin de
kaynağı olabilmektesiniz. Mutluluğun kaynakları nedir o zaman?
İki erişkin (genellikle)
zıt cinsin libido etkisine ve hayatın zor koşullarına karşı birlikte
direnme-dayanışma-güven isteğinden doğan, özel sırlarının dahi rahatlıkla
paylaşıldığı sıcak yakınlaşmanın adıdır.
İlişkinin asıl kökeni
maddi-fiziksel gereksinimler iken, ilişkiyi tadlandıran ve yararlılığa yönelten
maneviyat dediğimiz üst yapı mayasıdır.
(...)
“Azgelişmiş” toplumlarda
geleneklerin, özel ilişkilere müdahalesi, sevgili ilişkilerinin
"samanlık" serüvenini yaratan ve aynayı çatlatan kırık yüzlerin
çizgilerinden sızan kan damlaları, kızıl bela, "namus" kavramının
abartılı yüzü de bir başka yanı.
Blogumuzda “logo
sloganı” olarak kullandığım bu sözün anlamının, hangi felsefe akımının
yansıması olduğunu düşünmeye başladım bir an.
"se-zi"yi,
(bizim) adlarımızın ilk hecelerinin birleşiminden esinlenmiştim.
“sezi-yorum”un, başlı başına bir düşünme biçimini işaret etmesi, başlangıçta
bir rastlantıydı sadece.
Sayfayı her açışta
karşılaştığım bu deyimin anlamı artık yüzüme bir sonbahar rüzgarı gibi vurmaya
başladı. Bazı rüzgarlar okşardı ama bir deniz dalgasının en sert kayayı bile
parçalayabilmesi gücünü anımsattı bu durum.
Buraya bıraktığımız her
deyişin bir ağırlığı ve her açılışta başta göstermenin daha fazla bir
sorumluluğu olmalıydı.
Biraz çabayla, onunla
bağdaşan anlamların felsefi boyutlarını sermeye çalıştım.
Bulutlar Güneş ile
aramızda “kara kedi” gibi ikircikli durmakta. Su ve kar potansiyeli fizik
ve kimyamız aracılığı ile ruhumuza (torpilli müdürlerin becerdiği gibi)
mobbing terörü uygulayadursun, her kışın ilkbahara çıkan yol
olduğunu biliyoruz. Biliyoruz da refleks ile değil, “bir durup
düşünürsek” öyle….
Algımız, gitarın mi
teli kadar tiz bu mevsimde. Gazı koz, rakıyı gazoz gibi anlamak her an olasılık
kapsamında.
İnsanın Dört Zindanı/ Ali Şeriati, İslam
Dünyasındaki şeriatçı okurların başucu kitabı olmuş. Sevgili Ağabeyim
(kendileri, nesli tükenmekte olan saf-temiz Müslümanlardan biri olarak) bu
kitabı mutlaka alıp okumamı istemişti. Kitabın aslını henüz bulamadım ama
özetini ve eleştirileri (aslında övgüleri) okudum.
Bu kitabın, Marks-Engels’in “Alman
İdeolojisi”nin basit bir eleştirisi olduğunu söyleyebilirim.
“insanı baskı altına alan ve insanın
özgürlüğünü kısıtlayan 4 zorlayıcı güç vardır” diyor.
Günümüzde enerji
kaynaklarının özel mülkiyeti oldu da, kapitalizm şu Güneşi bir türlü zapt
edemedi ki insanlara kontörlü olarak satabilsinler!
Bundan birkaç asır önce,
belki de tek asır önce, suyun parayla satılacağını söyleyen olsa inandırıcı
olur muydu, bilinmez. Şimdilerde kamunun ortak kullanım alanları olan
ormanların, deniz kıyılarının, kamu arazilerinin, yağmalanmasına politik
kılıflar bulunabilmekte. Son otuz yılda kamu fabrikalarının “yakınlara”
özel-leş-tirme adı altında peşkeş çekilmesi bile ekonomik kariyer olarak
yutturulabiliyor.
İstanbul cnr expo
kitap fuarında imza günümden resimler
"Güzel günler göreceğiz çocuklar" Zehni Örer
8.2.12
algıda
seçicilik farkındalıktır
duymak ve anlamak
Politik söylemlerde sık
duyduğumuz bir sözcüktür “algı”. Bir konunun anafikrine odaklanmanın ölçü
birimi gibi kullanılır. “Algı” ile “farkındalık” aynı anlamı içeriyor gibi
bilinse de, “farkındalık”ın bir adım daha derine işaret ettiğini düşünüyorum.
İçten ve dıştan gelen
uyarıcıların duyumlar aracılığıyla anlamlı hale getirilmesine algı denir.
Farkındalığı ise “odaklanmak” olarak yorumlayanlar var. Ortada dolaşan
yorumlardan, TDK’nun algı yorumuna daha yakınım.
Algı, Bir şeye dikkati
yönelterek o şeyin bilincine varma, idrak: “Bakmak için algılarımız yeter,
görmek içinse salim bir kafa, ayıklık, şuur gereklidir/TDK
Tanımın asıl cümlesi
algıyı belirtirken, eş cümlesi farkındalığı anlatıyor gibi.
Blog yazmak benim için
geçici bir heves değil. Eskiden yerel gazete ve dergilerde, ulusal gazetelerin
konu yorum bölümlerinde bir şeyler karalarken, internet avantajı bu işi daha
seri yapmamıza yaradı.
Okumak yemek gibiyse,
bilgi vitamini ufkunuza güç katıyor. Hep vitamin depolamak bir süre sonra nasıl
ki kolestrol, yağ gibi olumsuzluğa dönüşebiliyorsa, ardından spor yaparak
dengeleri sağlıyorsunuz.
Yazmak da okuyarak
ve düşünerek ufkunuzda biriktirdiğiniz bilgi enerjisinin fazlasını deşarj
ediyor, onu daha rahat işlerliğe dönüştürüyor, yenisine yer açıyor.
Saygı, her şeyden önce
iki kutup gerektiren bir kavramdır. Duyan ve duyulan. Duyulan, asıl anlamın
öznesidir. Duyan ise onun tamamlayıcısı.
Bir kişinin topluma
yararlı olma özelliğinden ve bıraktığı eserinden dolayı farkında olunduğunu
belli etme duygusudur. Bu duygu söz, beden ve somut eylemlerle gösterilmedikçe,
saygı anlam bulmaz.
Saygı kişisel kazanımlar
karşısında duyulacak bir tutum olamaz. Toplumsal olmak zorundadır.
“Bütün kötülüklerin başı
cehalettir” demez miyiz zaman zaman?
İnkar etmeyelim şimdi, deriz valla. Deriz
de, laftan öteye gidemezsek, köşeye sıkıştırılmış kedi gibi, bize çarpacak
kötülüklere korkuyla baka kalırız hep.
Cahillik! Altınyıldız
kumaştan olsa kimse üstüne almıyor “dilenci kılıklılar”dan başka.
Diplomalı ya da
diplomasız cahilliğin bir ölçüsü olmalı değil mi? Şahsen kendim, cahil miyim
aydın mıyım bilmek isterdim. Bu iş iltifatik sözlerle ya da hissetmekle
olmuyor! Herkes egosunun kışkırtmasıyla kendini bir şeyler sanınca,
itiş-kakışlar, budalalıklar ve ukalalıklar tavan yapıyor.
Şarkıcıdan akıl hocası,
futbolcudan kanaat önderi, profesörden fikir suçlusu, veteriner-imamdan TÜBİTAK
başkanı... her şey arap saçı gibi. Tabi ki yalan ve kurnazlıklar, bu ortamın
arz-talep yasasına göre revaçta kalıyor!
Herhangi bir okul
diploması ile aydınlanmayı karıştırdığımı düşünmeyin. Diplomalar meslek için,
genel okumalar aydınlanmak içindir. (bu tespitimi farklı bakış açınızla
geliştirebilirsiniz)
Bir zamanlar, Cem
Mumcu’nun keşfettiği “diz üstü edebiyat” vardı. Tam 1 yıl koşmuştum yayınevinin
peşinden. Nezaketen, “he hı…” diyerek oyalamışlardı. Oyalandığım dönemde “diz
üstü dil altı” (pardon o tansiyon hapıydı, doğrusu “diz altı” olacaktı) çok
farkında olduğum bir tarz değildi. Ben yazmıştım, onu da edebiyat sanmıştım.
Sevgili Fatih’in Apaçi serileri aklımı çelmişti de, O’nun torpiliyle muhatap
alınmamı sağlamıştık. Yayınevlerinin bir yazar adayını eseriyle muhatap alması
ille de sanasasyonik çabayla mümkünmüş. Onu öğrendim.
Neden diz üstü dedi buna
Cem Mumcu? Nedenini sormadım elbette. Ama soran olmuş ve şu cevabı almış:
"Yazar olan
insanların birçoğu hedef kitleyi düşünmeye başlar. Bir metni yazarken onun beğenilip
beğenilmeyeceğini ya da satıp satmayacağını düşünmek o metni çuvallatır. Benim
bloglarda gördüklerim bu tuzağa düşmemiş metinlerdi."
İnansak mı? Önemli olan
okur adayında ilgi uyandırmak mı, bilgi uyandırmak mı? Bu soru burada kalsın
öylece.
Şeytanın kulağına
kurşun, şu sıralar kendimi epeyce yakışıklı hissediyorum. Aslında uzun zamandır
öyle olmadığımın farkındaydım. Fakat şu sıralar, arada bir kapıldığım anlardan
biri. Sağolsun bunda berberim Memedin de payı var. Ama çok uzun sürmüyor. Saç dengeleri
değişince, ölçüler de çığırından çıkıyor. Fiziki ölçülerimin dengeleri pek
bozuk sayılmasa da, kafa kemiğimi ve bacak yapımı yeniden tasarlamak ve daha
estetik yapmak isterdim doğrusu. Saçlarımın kafa coğrafyasındaki sınırları, saç
teli kaçakları… ve diğer organların koordinatları tam estetik tamire muhtaç.
Tedavüldeki kültür diyo
ki, “Allah öyle yaratmış, bozarsan isyan sayılır”. Biz de inanı-yoz...
Dolayısıyla toka dahil hiçbir şey takmıyoz kafamıza. Desem de pek inanmayın.
Tıraş, parlatıcı, şampuan, losyon, rolon, pafüm… vs gibi malzemeler
metroseksüelliğe girmediğinden, rahatlıkla değerlendirebiliyorum. İşte bu
noktadan sonra sözünü ettiğim sanal his peydahlanıyor içimde. Yakışıklıyım
hissi…
Kent uygarlığında su
bardağı ile yemek tabağı ya camdan, ya da porselenden yapılmış.
Yer, ya betondan ya da
kaygan fayanstan....
Bu hayatta ilgi alanı
binbir çeşit. Zaman su gibi akıp gidiyor; uygarlık, saatin djital
göstergelerinde saniyleri hesaplıyor. Gerçeklerin gizlendiği detaylara bir
türlü yetişemiyorsunuz. Aceleniz hep var. Son lokmayı yutmadan sofradan (pardon
masadan) kalktınız ve telaştan ayağınız kaydı; bardak-tabak elinizden sert
fayansların (tuzağına) düştü. Cam bardak -mı tabak mı neyse- parçaları her bir
yana yana fırladı. İçinden sıvışan su yerin kayganlığını iyice kışkırttı. Islak
yerde cambaz gibi yürüyebilseniz de, beyniniz normalden daha fazla enerji
yakacaktır. Düpedüz stres nedeni!.. Hain cam parçalarını bir yıl boyunca
toplasanız bitmez. Hatta velakin topladığınız parçacıkları tartsanız ilk
halinden ağır geleceğini düşünürsünüz. O kadar yani! Kızdığınızdan böyledir bu.
Öyle ki, insan
"kızınca kıyamet" koparabiliyor değer yargılarında.
Sabahattin Hoca'm
yaptığınız bu güzel çalışma ile ne güzel, bilmediğimiz bloggerlardan haberdar
oluyoruz. Zihni Özer Bey'in adını ortak dostların platformlarından biliyordum,
ancak bir blogu olduğunu bilmiyordum. Takibe aldım. Çok teşekkürler.
Emeklerinize sağlık.
Başarılı çalışmalarınızın devamını diler,
Size ve ailenize, sağlık ve esenlik dolu günler temennisiyle..