KADIN ONURUnun matematiksel ifadesi =Kadının özgürlük talebi/Tacizciler+sapıklar+töreciler+maçolar ve bütün eşitlik karşıtları)
Pay kısmındaki değer büyüdükçe kadın onuru artar. Paydadaki değerler büyüdükçe kadın onuru azalır. Paydadaki değerlerin değişmesinde erkek cinsiyetinin feodal kültür etkisi kadar, kadın toplumunun genel olarak nesil yetiştirmedeki yanlışlarından ve eksiklerinden de kaynaklanabilir. Saldırıya maruz kalan kadın açısından onur değişimi olmaz, ancak toplumsal algı ve moral bakımından olumsuz etkiler.
Hayatı eşit paylaşmak huzur ve mutluluğun kışkırtıcı nedenidir…
Valla doğru söylüyorum, inanmıyorsanız bir de BURAya bakın
Sezi-Yorum blogundayız
şimdi. Burada hem sezecek hem de yorumlayacağız.
Sezmek nedir biliriz;
ama hatırlatalım yine de:
Sezmek: 1.Açık bir belirti
olmadığı halde, olmuş ya da olacak bir şeyi içgüdüsel olarak kestirmek,
duyumsamak. 2. İçgüdüsel olarak anlamak, fark etmek.
Anlayacağınız öyle kolay
değil sezmek. Ama Zehni’nin blogunda sezme işinin kolay olduğunu göreceksiniz.
Çünkü yazdıkları, belirtiler de veriyor, ipuçları da... Yani farkı fark
edebiliyoruz.
Yine sözlüğe bakarak
yorumun ne olduğunu öğrenmeye çalışıyoruz:
Yorum: 1. Bir yazının, bir
sözün, bir metnin ya da bir yapıtın anlaşılması güç yönlerini açıklayarak
aydınlığa kavuşturma, belli bir görüşe göre açıklama.
2. Bir olayı belli bir
görüşe göre değerlendirme, açıklama.
İşte, bu zor...
Öyle, “eline sağlık, kalemine ve gönlüne sağlık” diye yazmakla sıyrılamayız
bu işten. Hele belli bir görüşe göre aydınlatma?
Zehni’nin yazıları
belli bir görüşe göre aydınlatılabilseydi keşke... Ama merak etmeyin, bizim
yapamadığımızı kendisi yapıyor. Yani yorumluyor da. O kadarla da kalmıyor
çözümler de üretiyor.
Blogun özelliklerini
anlatacak yerde sözü dolaştırıp duruyoruz. Eee, kolay değil bu. Edebiyat-felsefe-ekonomi-politika-müzik..
kısaca her şey var bu blogta. Hangi birinden söz edeyim. “En iyisi kısa kes de
blogtan seçmelere geçelim” diyenleriniz de çoktur ihtimal. En başta
da Zehni, kısa yazmamı ister. Bunu nerden mi anladım?
Zehni Örer şöyle diyor
bir yazısında:
“Hani bir söz vardır büroların duvarına asılır:
"ziyaretin kısası
makbuldür"
bunun üzerine, "yazının kısası
makbuldür" diyelim de kendimize haklılık payı icat edelim.
Uzun yazmak benim de
normal tarzım değildir aslında da... Bazı kısa sözler, keskin bıçağa
benzer.
Ama bu demek değildir
ki, uzun yazılar kötü! Asla... zaman bulmuşsam, zevkle okuyorum uzun
yazanları.”[i]
İşte, benden de keskin
bıçağa benzer bir söz:
Zehni Örer’in
her satırının hatta her kelimesinin altında irdelenmesi gereken düşünce
ve duygular da saklıdır.
"Yazar öğrencisi" olmanın
tadında bir duygu ki, hafızamda iz bırakan -Ziya Şirincan'dan sonra- ikinci göz
ağrımdı O. Diyarbakır Köy Enstitüsü mezunlarından Şevket Yücel.
Yerleşik ve küflenmiş
ufkumu böbrek taşı gibi yerinden oynatan ilk etkendi O'nun farklı duruşu. Yan
sınıflara taşan gürültüye aldırmadan ders anlatmaya devam edişinde bir giz
vardı. Derste anlattıklarını dinlemeleri için öğrencilerini uyardığına hiç
tanık olmamıştım. "Eti babanın, kemiği öğretmenin" olan eğitim
klasiğinin, istatistik sonuçlarına karşı bir tavırdı sanki. İlkokulda cetvel
darbesinden şişen parmak uçlarımızın acısına karşı bir pansuman gibiydi. Bazen
tavana, bazen karşı duvara bakardı anlatırken. Çoğunlukla benim ve iki
arkadaşımın sırası yanında, periyodik aralıklarla, dakikalarca ayakta durarak
ders anlatışında bir giz mi vardı?
Astronomik yılbaşı bizi
bir türlü uyduramadı kendi kuralına. Yılbaşı kutlamamızı gerektiren zaman
dönümü tanıştığımız yılın ilk günüydü de ondan.
Sayısal zaman kenardan köşeden
ilişse de bazen saç tellerimizin rengine, belki biraz da göz kapaklarımızın
perdesine, henüz teslim olmamanın heyecanı, yatay düzleme onbeş derecelik
yükselen açıyla seyrediyor.
Sevgililer güneşin
batışını, bir günün daha kayboluşuyla değil, renginin kızıllığıyla
aşklarının örtüşmesi ve bir sonraki günün taze bir başlangıcı olacağıyla özdeşleştirirler,
Yılların bir bir gidişini de öyle.
Hayat suyunun yavaş yavaş çekilmesine “yaşlanmak” derler genellikle.
Biz “Yaş”lanmaya
sözcüğün öteki ikizi ve varlığımızın kökeninde atıl duran yanından
bakanlardanız, “ıslanmak” gibi…
İnsan, hem maddi hem de
manevi yapısından dolayı her iki özelliğin de çeşitli derecelerde doyuma
ihtiyacı olduğu bilinir. Bu dünyada temel maddi ihtiyaçlar öncelikle güvenceye
alınmışsa, ruhun da doyum gereksinimleri belirli basamaklarda ortaya çıkmaya
başlayacaktır. Renkler ve melodik sesler bu ihtiyacın giderilmesinde ana öğe
olarak, hayatımızdaki anlamı güçlendiren ve zenginleştiren önemli bir değer
olmalı.
Güneş’in “8” rengi “8”
notada sayı olarak rastlantı mıdır, yoksa mucize mi? Bunu biz değil ancak
Ömer Çelakıl-lı bilir:)
Zehni ÖRER, K.Maraş doğumlu. 11 yaşına kadar aile
çatısında köy çocuğu, sonrasında seyyar ikamet ile kentli yaşamını
sürdürmektedir.
ODTÜ Gaziantep Mühendislik Fakültesi (mezun olduktan
sonra Gaziantep Üniversitesi oldu) Elektrik ön lisans, AÖF İşletme lisans
mezunu.
Yazma tutkusuna, Orta okul Türkçe Öğretmeni (Dicle Köy
Enstitüsü ve Ankara Gazi Eğitim mezunu), yazar Şevket Yücel’in öğretileri
ve motivasyonu etkili oldu. Endüstri Meslek Lisesi okul gazetesini yöneterek ve
yazarak, yazı hayatı ivme kazandı.
İlk makalesi 17 yaşında, “Dostluk” başlığıyla,
Osmaniye Cebelibereket Gazetesi’nde köşe yazısı olarak yayımlandı.
"Hatay Gazetesi", "Hatay Ses
Gazetesi" ve "Ekovizyon Dergisi"nde yazdı. "Hatay
Olay" ve" çizgi üstü Bakış Dergileri"nde genel yayın
yönetmenliği, dergi kapak tasarımı ve yazarlık yaptı. "Haber Alanya
Gazetesi"nde 1 yıl "bence" köşesiyle yazdı. İnternet ortamındaki
çeşitli platformlarda yazmaya devam etmektedir.
2013'ün Son Baharında (paralı) iş
hayatına son verdi. Yarım asırlık ömründen damıtarak biriktirdiği, hayata
dair gözlemlerini kitap olarak yazmaya başladı.
"Amele Mektebinde Soylu Rüyalar"
Anı-Öykü kitabı, Öğretmenim Dergisi Yayınevi tarafından 2015 Ekim'de "Nar Kırığı" romanı da
2017'de , "Çarıklı Aşıklar" romanı 2018 Aralık'ta yayımlandı. "Aşk Sanığı" öykü kitabı yayına hazırdır.
6.8.06
sanatın tükürüldüğü yer
Hayata, 4 farklı bakış
paradigması olan insan vardır:
·İki buçuk kuruşun
deliğinden bakanlar (erdemliliğin bile ölçüsünü para olarak görenler)
·Bacak arasından
bakanlar (sexomanyaklar)
·Renkli camdan bakanlar
(hayalperest ve yoksul milliyetçiler)
·Sade göz ile bakanlar
(gerçekçiler, doğalcılar)
... Göz ile bakmak bakan
kişiye göre her zaman değişecektir,
gerçekçilik bile içinde
öznel bir öğe barındırmak zorunda kalmaktadır.
"Bu
kitap, İnsan geleceğini etkileyen mikro faktörlerin, genel kaliteye
yansımasını konu edinir. Hayatını kurmak isteyen az gelişmiş herhangibir ülke
insanının hilesiz, torpilsiz, desteksiz mücadele ederken, karşılaştığı yapay
ve doğal zorluklara ve görünmez ayrıntıların neye mal olduğuna dikkat çeker.
Bu kitap, 41 ara başlık altında yaşanmış, hissedilmiş, sıcağı sıcağına kendi
kulvarında tartışılmış, tanıklıkların öyküsüdür. Bu kitapta, mizahı, hüznü,
acısı, felsefesi... kısaca hayatın içi ve en azından ortalama birey olmanın
mücadelesi vardır."
"Blog",
günlük tutma anlamına gelirmiş. Günlük tutmak bir anlamda kişinin kendinde olup
biteni topluma yansıtmasına ve kişiliklerin en özgün yanıyla sunulmasına
yarayan, toplumsal orkestranın melodik ritmini belirleyen bir fırsatlar
teknolojisi.
Kağıt ve daha ötesinde ağaç
katline giden yolun önemli oranda kapanmasını sağlayacak bir elektronik devrim
gibi... profesyonel yazarlığa atılacak adımların ilk basamağı ve kitap basımevi
lobilerinin de bir anlamda kaprislerinin kırılmasına yarayan fırsatlar bütünü.
Günlük hayata dair
sosyal paylaşım, haberleşme, amatörce ve maliyeti en düşük çapta topluma
kendinden birşeyler katma fırsatı... velhasıl blog kısaca var olmanın
mikro fırsatı olarak topluma kendinden bir şeyler katmayı kışkırtan bir araç
olarak bakabiliriz.
Özel şirketler kârlarını, çevrenin ve
hayatın genel kalitesinin bozulması pahasına kamu maliyetine yansıtmaktan
kaçınmazlar. Hendelson’un yazdığı gibi onlar bize pırıl pırıl parlayan tabaklar
ve çamaşırlardan bahsederler. Ama pırıl pırıl nehir, göl ve denizin bir bir
elden çıktığını söylemeyi unuturlar, nedense. (f.Capra)
Evrende zıtlıklarla var olan olgulardan biri de mutluluktur.
(...)
Mutluluk, performansı artıran etkenlerden biri
olduğundan, üreteceğiniz değerin hatta etrafa yaydığınız pozitif enerjinin de
kaynağı olabilmektesiniz. Mutluluğun kaynakları nedir o zaman?
İki erişkin (genellikle)
zıt cinsin libido etkisine ve hayatın zor koşullarına karşı birlikte
direnme-dayanışma-güven isteğinden doğan, özel sırlarının dahi rahatlıkla
paylaşıldığı sıcak yakınlaşmanın adıdır.
İlişkinin asıl kökeni
maddi-fiziksel gereksinimler iken, ilişkiyi tadlandıran ve yararlılığa yönelten
maneviyat dediğimiz üst yapı mayasıdır.
(...)
“Azgelişmiş” toplumlarda
geleneklerin, özel ilişkilere müdahalesi, sevgili ilişkilerinin
"samanlık" serüvenini yaratan ve aynayı çatlatan kırık yüzlerin
çizgilerinden sızan kan damlaları, kızıl bela, "namus" kavramının
abartılı yüzü de bir başka yanı.
Blogumuzda “logo
sloganı” olarak kullandığım bu sözün anlamının, hangi felsefe akımının
yansıması olduğunu düşünmeye başladım bir an.
"se-zi"yi,
(bizim) adlarımızın ilk hecelerinin birleşiminden esinlenmiştim.
“sezi-yorum”un, başlı başına bir düşünme biçimini işaret etmesi, başlangıçta
bir rastlantıydı sadece.
Sayfayı her açışta
karşılaştığım bu deyimin anlamı artık yüzüme bir sonbahar rüzgarı gibi vurmaya
başladı. Bazı rüzgarlar okşardı ama bir deniz dalgasının en sert kayayı bile
parçalayabilmesi gücünü anımsattı bu durum.
Buraya bıraktığımız her
deyişin bir ağırlığı ve her açılışta başta göstermenin daha fazla bir
sorumluluğu olmalıydı.
Biraz çabayla, onunla
bağdaşan anlamların felsefi boyutlarını sermeye çalıştım.
Bulutlar Güneş ile
aramızda “kara kedi” gibi ikircikli durmakta. Su ve kar potansiyeli fizik
ve kimyamız aracılığı ile ruhumuza (torpilli müdürlerin becerdiği gibi)
mobbing terörü uygulayadursun, her kışın ilkbahara çıkan yol
olduğunu biliyoruz. Biliyoruz da refleks ile değil, “bir durup
düşünürsek” öyle….
Algımız, gitarın mi
teli kadar tiz bu mevsimde. Gazı koz, rakıyı gazoz gibi anlamak her an olasılık
kapsamında.
İnsanın Dört Zindanı/ Ali Şeriati, İslam
Dünyasındaki şeriatçı okurların başucu kitabı olmuş. Sevgili Ağabeyim
(kendileri, nesli tükenmekte olan saf-temiz Müslümanlardan biri olarak) bu
kitabı mutlaka alıp okumamı istemişti. Kitabın aslını henüz bulamadım ama
özetini ve eleştirileri (aslında övgüleri) okudum.
Bu kitabın, Marks-Engels’in “Alman
İdeolojisi”nin basit bir eleştirisi olduğunu söyleyebilirim.
“insanı baskı altına alan ve insanın
özgürlüğünü kısıtlayan 4 zorlayıcı güç vardır” diyor.
Günümüzde enerji
kaynaklarının özel mülkiyeti oldu da, kapitalizm şu Güneşi bir türlü zapt
edemedi ki insanlara kontörlü olarak satabilsinler!
Bundan birkaç asır önce,
belki de tek asır önce, suyun parayla satılacağını söyleyen olsa inandırıcı
olur muydu, bilinmez. Şimdilerde kamunun ortak kullanım alanları olan
ormanların, deniz kıyılarının, kamu arazilerinin, yağmalanmasına politik
kılıflar bulunabilmekte. Son otuz yılda kamu fabrikalarının “yakınlara”
özel-leş-tirme adı altında peşkeş çekilmesi bile ekonomik kariyer olarak
yutturulabiliyor.
İstanbul cnr expo
kitap fuarında imza günümden resimler
"Güzel günler göreceğiz çocuklar" Zehni Örer
8.2.12
algıda
seçicilik farkındalıktır
duymak ve anlamak
Politik söylemlerde sık
duyduğumuz bir sözcüktür “algı”. Bir konunun anafikrine odaklanmanın ölçü
birimi gibi kullanılır. “Algı” ile “farkındalık” aynı anlamı içeriyor gibi
bilinse de, “farkındalık”ın bir adım daha derine işaret ettiğini düşünüyorum.
İçten ve dıştan gelen
uyarıcıların duyumlar aracılığıyla anlamlı hale getirilmesine algı denir.
Farkındalığı ise “odaklanmak” olarak yorumlayanlar var. Ortada dolaşan
yorumlardan, TDK’nun algı yorumuna daha yakınım.
Algı, Bir şeye dikkati
yönelterek o şeyin bilincine varma, idrak: “Bakmak için algılarımız yeter,
görmek içinse salim bir kafa, ayıklık, şuur gereklidir/TDK
Tanımın asıl cümlesi
algıyı belirtirken, eş cümlesi farkındalığı anlatıyor gibi.
Blog yazmak benim için
geçici bir heves değil. Eskiden yerel gazete ve dergilerde, ulusal gazetelerin
konu yorum bölümlerinde bir şeyler karalarken, internet avantajı bu işi daha
seri yapmamıza yaradı.
Okumak yemek gibiyse,
bilgi vitamini ufkunuza güç katıyor. Hep vitamin depolamak bir süre sonra nasıl
ki kolestrol, yağ gibi olumsuzluğa dönüşebiliyorsa, ardından spor yaparak
dengeleri sağlıyorsunuz.
Yazmak da okuyarak
ve düşünerek ufkunuzda biriktirdiğiniz bilgi enerjisinin fazlasını deşarj
ediyor, onu daha rahat işlerliğe dönüştürüyor, yenisine yer açıyor.
Saygı, her şeyden önce
iki kutup gerektiren bir kavramdır. Duyan ve duyulan. Duyulan, asıl anlamın
öznesidir. Duyan ise onun tamamlayıcısı.
Bir kişinin topluma
yararlı olma özelliğinden ve bıraktığı eserinden dolayı farkında olunduğunu
belli etme duygusudur. Bu duygu söz, beden ve somut eylemlerle gösterilmedikçe,
saygı anlam bulmaz.
Saygı kişisel kazanımlar
karşısında duyulacak bir tutum olamaz. Toplumsal olmak zorundadır.
“Bütün kötülüklerin başı
cehalettir” demez miyiz zaman zaman?
İnkar etmeyelim şimdi, deriz valla. Deriz
de, laftan öteye gidemezsek, köşeye sıkıştırılmış kedi gibi, bize çarpacak
kötülüklere korkuyla baka kalırız hep.
Cahillik! Altınyıldız
kumaştan olsa kimse üstüne almıyor “dilenci kılıklılar”dan başka.
Diplomalı ya da
diplomasız cahilliğin bir ölçüsü olmalı değil mi? Şahsen kendim, cahil miyim
aydın mıyım bilmek isterdim. Bu iş iltifatik sözlerle ya da hissetmekle
olmuyor! Herkes egosunun kışkırtmasıyla kendini bir şeyler sanınca,
itiş-kakışlar, budalalıklar ve ukalalıklar tavan yapıyor.
Şarkıcıdan akıl hocası,
futbolcudan kanaat önderi, profesörden fikir suçlusu, veteriner-imamdan TÜBİTAK
başkanı... her şey arap saçı gibi. Tabi ki yalan ve kurnazlıklar, bu ortamın
arz-talep yasasına göre revaçta kalıyor!
Herhangi bir okul
diploması ile aydınlanmayı karıştırdığımı düşünmeyin. Diplomalar meslek için,
genel okumalar aydınlanmak içindir. (bu tespitimi farklı bakış açınızla
geliştirebilirsiniz)
Bir zamanlar, Cem
Mumcu’nun keşfettiği “diz üstü edebiyat” vardı. Tam 1 yıl koşmuştum yayınevinin
peşinden. Nezaketen, “he hı…” diyerek oyalamışlardı. Oyalandığım dönemde “diz
üstü dil altı” (pardon o tansiyon hapıydı, doğrusu “diz altı” olacaktı) çok
farkında olduğum bir tarz değildi. Ben yazmıştım, onu da edebiyat sanmıştım.
Sevgili Fatih’in Apaçi serileri aklımı çelmişti de, O’nun torpiliyle muhatap
alınmamı sağlamıştık. Yayınevlerinin bir yazar adayını eseriyle muhatap alması
ille de sanasasyonik çabayla mümkünmüş. Onu öğrendim.
Neden diz üstü dedi buna
Cem Mumcu? Nedenini sormadım elbette. Ama soran olmuş ve şu cevabı almış:
"Yazar olan
insanların birçoğu hedef kitleyi düşünmeye başlar. Bir metni yazarken onun beğenilip
beğenilmeyeceğini ya da satıp satmayacağını düşünmek o metni çuvallatır. Benim
bloglarda gördüklerim bu tuzağa düşmemiş metinlerdi."
İnansak mı? Önemli olan
okur adayında ilgi uyandırmak mı, bilgi uyandırmak mı? Bu soru burada kalsın
öylece.
Şeytanın kulağına
kurşun, şu sıralar kendimi epeyce yakışıklı hissediyorum. Aslında uzun zamandır
öyle olmadığımın farkındaydım. Fakat şu sıralar, arada bir kapıldığım anlardan
biri. Sağolsun bunda berberim Memedin de payı var. Ama çok uzun sürmüyor. Saç dengeleri
değişince, ölçüler de çığırından çıkıyor. Fiziki ölçülerimin dengeleri pek
bozuk sayılmasa da, kafa kemiğimi ve bacak yapımı yeniden tasarlamak ve daha
estetik yapmak isterdim doğrusu. Saçlarımın kafa coğrafyasındaki sınırları, saç
teli kaçakları… ve diğer organların koordinatları tam estetik tamire muhtaç.
Tedavüldeki kültür diyo
ki, “Allah öyle yaratmış, bozarsan isyan sayılır”. Biz de inanı-yoz...
Dolayısıyla toka dahil hiçbir şey takmıyoz kafamıza. Desem de pek inanmayın.
Tıraş, parlatıcı, şampuan, losyon, rolon, pafüm… vs gibi malzemeler
metroseksüelliğe girmediğinden, rahatlıkla değerlendirebiliyorum. İşte bu
noktadan sonra sözünü ettiğim sanal his peydahlanıyor içimde. Yakışıklıyım
hissi…
Kent uygarlığında su
bardağı ile yemek tabağı ya camdan, ya da porselenden yapılmış.
Yer, ya betondan ya da
kaygan fayanstan....
Bu hayatta ilgi alanı
binbir çeşit. Zaman su gibi akıp gidiyor; uygarlık, saatin djital
göstergelerinde saniyleri hesaplıyor. Gerçeklerin gizlendiği detaylara bir
türlü yetişemiyorsunuz. Aceleniz hep var. Son lokmayı yutmadan sofradan (pardon
masadan) kalktınız ve telaştan ayağınız kaydı; bardak-tabak elinizden sert
fayansların (tuzağına) düştü. Cam bardak -mı tabak mı neyse- parçaları her bir
yana yana fırladı. İçinden sıvışan su yerin kayganlığını iyice kışkırttı. Islak
yerde cambaz gibi yürüyebilseniz de, beyniniz normalden daha fazla enerji
yakacaktır. Düpedüz stres nedeni!.. Hain cam parçalarını bir yıl boyunca
toplasanız bitmez. Hatta velakin topladığınız parçacıkları tartsanız ilk
halinden ağır geleceğini düşünürsünüz. O kadar yani! Kızdığınızdan böyledir bu.
Öyle ki, insan
"kızınca kıyamet" koparabiliyor değer yargılarında.
Sabahattin Hoca'm
yaptığınız bu güzel çalışma ile ne güzel, bilmediğimiz bloggerlardan haberdar
oluyoruz. Zihni Özer Bey'in adını ortak dostların platformlarından biliyordum,
ancak bir blogu olduğunu bilmiyordum. Takibe aldım. Çok teşekkürler.
Emeklerinize sağlık.
Başarılı çalışmalarınızın devamını diler,
Size ve ailenize, sağlık ve esenlik dolu günler temennisiyle..