KİTAP SİPARİŞ:Aşk Sanığı ve Alanya'da Liebe İzan Yayıncılık tel:0535 773 7879 diğer kitaplarım Öğretmenim Dergisi Yayınevi, Tel-0212 531 0205-Gsm:0543 961 6461 KİDA DAĞITIM-EMEK KİTAP- D&R, İdefix, KitapYurdu, Pandora, Nobelkitap VE diğerleri
7.9.07
Müzikal bir ilk AŞK ÖYKÜSÜ
MORAL GRAFİĞİ
edi.ben olarak bildiğimiz Sn. Hoca'mızın (öğretim görevlisidir kendileri) ilk AMATÖR bestesi
olarak dinlediğimiz bu şarkısını, izin alarak yayınlamak fırsatı verdiği için kendilerine teşekkür ediyorum ve devamını diliyorum.
Söz yazarı, beste ve seslendiren:
Edibe Özlem Birsöz
Orkestra ve müzik düzenleme:
Fatih (soy adını anımsayamadığımz bir dost)
Klip yapım:
Zihni Örer
26.8.07
AKŞ MAHKEMESİ
(A Song of Early Spring)
(kedi ile olmaz)
*****************************************
Aşka tanım uydurma gevezeliği yerine, onun izlerini sürüp, bıraktığı kokuları analiz etmeye uğraşacağız. Çünkü, tanımla uğraşacağımız ve onda kaybolacağımız yılları tecrübelerimize gömdük.
Aşkı tanımak için, tek yol onu tatmak… hani klasik olarak, "o anlatılmaz yaşanır" gibisinden. Yaşanır yaşanmasına da, "oh ve off!"ların düşündürdükleri nolacak? Düşünce, söze-yazıya- döküldüğü kadar düşüncedir.
Öyleyse?
Aşk bakir(e)lerinin burada diyeceği bir söz olmaz. Ama, aşkzedelerin yanıklarında, “gizli sanığa” karşı protesto metinleri yazılı…
Aşkın pratik yaşamımızı etkileyen nedenlerini mıncıklamak ve onun açtığı yaraların sıcaklığına ve yanığına püskürtebileceğimiz nefesleri üst üste koyabilmenin söz birliğine varabilmek….
Karşılıklı arabesk ağıtlar yakmanın edilgenlik yanından bir miktar yarar ummak, asıl dertleşmenin odağında, bir çeşit “metal tepki” boşalımını da hissedebilmek...
Her yetişkin insanın yaşamında, en az bir kez, (ve birçok kez) kaçınılmaz “aşk yanığı” olabilmekte.
Her insanın, aynı desenli aşk kapısından girdiğini düşünsek de, tıpkı bir itfaiye eri gibi, yangından çıkışlar farklı renkte olabilmekte.
Öyleyse,
*Nasıl aşık olunuyor?
*İlk etki-tepki kıvılcımlarının insan üzerindeki kimyasal değişimlerinin ruhsal egemenliğe dönüşümü nasıl oluşuyor?
*Coşkular nereye kadar?
* Hüzünlerin tetikleyici virüsleri ilk vuruşu nasıl yapıyor?
*24 saatlik sürede, aşığın üzerindeki etkileri nelerdir ve insanı dış çevreden nasıl soyutluyor?
*Ya aşık olunanın ne kadar umurundadır aşığın 24 saatlik teslimiyeti?
*Aşık olmanın konumu var mıdır? (yasak aşk dedikleri)
*Adliye mahkemeleri, bir köpek sesinin komşuya verdiği rahatsızlığı “muhakeme” eder de,
yaşanan bunca acıların karşılığında, bir “aşk mahkemesi” neden kurulamaz da, çözümler kül olmaya kadar iteklenebilir?
bu soruların yanıtlarını, aynı sayfaya iliştireceğiz. Öncelikle, ilgilenebilecek konukların uyarıcı yorumlarına ihtiyaç vardır. Saygılarımla
15.8.07
MİM'LENDİKK!
Yıllanmış bir ağaç gibi köklü, gür
Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür
Hükmü verilmiştir oysa:
Yıkılacak. Çürümüştür.
Ataol Behramoğlu
Yalanını sevsinler senin derler ya?
Radikal G.mdeki CV'lik itirafımdı, yıllar önce.Bir EDİciğimiz var ki, her yanından, şanından, kanından ve canından sevgi ve onun türevi olan mutluluk fışkırıyor. Yetişen, okuyan nasibini alır. Son gelene de kalır korkmayın.
Bizi öyle bir köşeye sıkıştırmış ki, hani dönülen köşe olsa, canım değil, can düşmanım yanardı. Ama bu öyle bir yüklem ki, öznesini çömlek imalatçısının eline düşürür alimallah!
Mim’ledim diyor:)
İtiraf istiyor, püsküllüsünden, süslüsünden… öyle bir itiraf et ki, demeye getiriyor mimikli bakışlarıyla, insanı ömür boyu yalandan mahrum bırakacağa benziyor. Açıkçası yalanlarımızın şifresini istiyor, hızlı koşmamızı sağlayan sermayemize ağır vergi yüklüyor... Blog aleminde verilecek şifre miydi bu hele cancağazım:)
Amaaa, hatır demiri keser (emir idi o değil mi demiri kesen, aynı şey).
Burada sevimli olanlarını itiraf edicik deel mi?
Nerden başlasak ki!! Allah allaaaahhh!!
Heyecan bastı, hele bir soğuk duş aliim de geliim…
…….reklamlar
Önce şu yalansavar mermilerden söz edek! Hem heyecanımız durulur biraz.
Mesela:
-valla billa:-15 yaş altı yalanlardan-:eh öyleyse inandım (nah inandım, “valla billa”nın ne caydırıcılığı var ki, hadi neyse…)
-guran çarpsın eer yalanım varsa:-15-25 yaş arası yalanlardan-:kaç kişi ölmüş, yalandan guran çarpmasıyla? Bir sayısını ve hele gardaş?
-Anam avradım olsun eer yalanım varsa:-gecekondulu yalanlardan-:ula kocabıyık! Bu kurbağa yalanı olur. Ayağının birini kaldırıyon ha, görmedim sanma. Zaten bir anan var, ee? Bunun yanında bir de avradım olsun diyon, anlmaıyom mu sanki bu kelime oyununu! Hınzır seniii, seni Aziz Nesin’e teslim etmeli.
Politikacı yalanları-Oooo bu konuda bir ansiklopedi yazak en eyisi- >Biz sevimli olanlarını yazıcııidik!
Erkeğin eşine yamuklukları: (tabi bazılarının…)
BURAYA BUYURUN … affedersiniz, yorulacaksınız ama…
Bazı yalanlar var ki, şifresi verilmezzzz, doğum tarihinden, il plakasından, yakınların adlarından şifre oluşturulmaz. Sonra ne olur-olmazzz.
Bir ip ucu:
Bir gün, sıkıntı basmıştı beni, her zamanki gibi koşamıyordum, doktora gittim. (hayır anlatmıyorum, utanırım)….
“psikojenik” dedi. Oysa “eko”jenik çıktı. Yani “ekolojik”, yani “temmuz sendromu”. 350’m boşa gitti 3 yıl önce!!! Oysa o parayla, “Devletin, Ailenin ve Özel mülkiyetin Kökeni” kitabını alacaktım. Bana acıyan bir arkadaşım hediye etti.
Aaa… bizim de vardı birkaçtaneee!! Üzgünüm yer kalmadı Edicik. [(bu edicik ismi sevdim)x(var bir tane kiii, çok ısrar ederlerse belki? Biraz nazlanayım. Ne nazı yahu! Dil ürkmesi..] .
12.8.07
Mutluluk
Evrende zıtlıklarla var olan olgulardan biri de mutluluktur.
Mutluluğun çeliştiği şey, olumsuzluk hali mutsuzluk: insana üzüntü veren, yaşamsal fonksiyonlarının dengesini bozarak, karmaşaya ve oradan acı çekmeye götüren bir durum olarak ifade edilebilir.
Ruhun bir fonksiyonu olan mutluluk için,
“bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan doğan kıvanç durumu demiş TDK.
Mutluluğun, beden üzerindeki biyolojik belirteci, nöronların beyin üzerindeki uyarıcı etkisi midir? Kimyasal bir salgı mıdır?
İnsana, mutsuzluk ve kriz anlarında verilen ilaçların ancak maddi bir kaynağa etkisiyle düzeltileceği düşünülmüş olabildiğine göre, pek yanılmış sayılmayız.
Mutluluk bir amaç mı, araç mı, bir sonuç mu olmalıdır? Diye soranlar da var.
Spiritüalist görüşe göre mutluluk bir amaç değil, bir sonuçtur.
Oysa mutluluk, siz farkında olmadan bazen araç da olabilmektedir.
Bir işyerinde çalışan biri ve bir aile üyeleriyle günlük yaşam gereklerinin sağladığı ilişkiler sorumlusu, ya da bir ülke vatandaşlığı sorumluluğunu taşıyan birisiniz. Aynı anda sizin için amaç olan mutluluk, ilişki ve dayanışma içinde olduğunuz diğerleri için araç olabilmektedir. Onlar için araç sayılabilen sizin mutluluğunuz, daha sonra size “artıdeğer mutluluğu” olarak tekrar döneceğini de varsayabilirsiniz.
Çünkü, mutluluk, performansı artıran etkenlerden biri olduğundan, üreteceğiniz değerin hatta etrafa yaydığınız pozitif enerjinin de kaynağı olabilmektesiniz.
Mutluluğun kaynakları nedir o zaman?
Başta güzellik?
Para; yani maddiyat?
Seks?
Beslenme?
İktidar?
Bilgibirikimi?
Cahillik?
ÖNCE GÜZELLİK
Aristotales güzelliği şöyle tanımlamış: "güzel olan, salt kendisi için arzulanabilir olandır". Ayrıca ona göre, güzellik matematiksel bir orantı gibi ele alınır.Güzel olan kavranabilir olmalıdır ve bu da oran ve ölçü ile ilgilidir.
Günümüzde kuaförlerin, berber ve güzellik salonlarının referansı Aristo’nun teorisi olsa gerek. Aristo’ya göre güzelliğin içerisinde kültürel gelişim, bilgibirikimi var mıdır? Ölçülebilirlikten söz ettiğine göre, genel kültür düzeyi de güzelliğin ölçülebilir fonksiyonlarından biridir.
“Ben güzele güzel demem güzel benim olmayınca”/ Karacoğlan
Buna göre en genel anlamda güzellik, bakanda beğeni ve hoşlanma etkileri bırakan, haz duyumlarını uyaran nesnelerin niteliği ya da özelliği olarak tanımlanır. Bu eğilim genel olarak estetik gerçekcilik olarak adlandırılır. .
Başka anlamda,
güzellik bakılan ile ilgili değil asıl olarak bakış ile ilgilidir. Bu eğilimse estetik öznelcilik olarak adlandırılır.
Estetiğin ana konusunu da bir anlamda güzellik kavramı oluşturmaktadır.
Genel görünüşte çirkin birine, “sen dünyalar güzelisin” diyen aşık bu görüşü temsil etmiş olmalı.
Güzellik, idea'nın bir sanat yapıtı olarak gerçekleşmesidir/hegel
PARA MUTLULUK KAYNAĞI OLABİLİR Mİ?
Bu sorunun cevabını ararken, “para-sex-mutluluk” ilişkisini inceleyen bir istatistik bilgiyi buldum:
SEKS ILE PARA ARASINDA BAĞLANTI YOK
Araştırma sonuçları, cinsel aktivite ile eğitim arasında ya da cinsel aktivite ile gelir düzeyi arasında bir bağlantı ortaya koymuyor. Evli olanlar arasında cinsel yaşam daha aktif.
Gelir düzeyi ile cinsel ilişki sıklığı arasında bir bağlantı var mı? Araştırmaya göre, böyle bir bağlantı hiç yok. Bulgulara göre, para daha fazla mutluluk satın alır gibi gözüküyor ama daha fazla seks getirmiyor.
Iyi eğitimli kadınların eş sayısı, diğer kadınlara göre azalıyor. Boşanmış erkekler ise diğer gruplara göre daha çok eşli bir yaşam sürüyor. Işsizlerin de çok sayıda kişiyle birlikte oldukları görülüyor.
Para ve ilişkiye girilen kişi sayısı arasında bir bağlantı var mı? Istatistiksel olarak bir bağlantı yok. Para, daha fazla sayıda kişiyle ilişkiye girmeyi sağlamıyor.
Araştırma cinsel aktivitenin artmasının mutluluğu artırdığını net biçimde ortaya koyuyor. Tek eşli olanlar, çok eşli olanlara göre daha mutlu. Daha fazla gelir ise ne daha fazla cinsel ilişki, ne de daha fazla kişiyle birlikte olmayı getiriyor.
Kaynak:birgun.net
muratarin@birgun.net
Tek cümleyle, Freud’u anacak bir anıdan söz edelim.
Bekar iken arkadaşlarımdan biri, “dondurma üstü fıstıklı baklava yediğim gün, her zaman çirkin gördüğüm kadınlar, gözüme GÜZEL görünmektedirler” derdi.
Vay sapık derdim bende:)
İLİŞKİLER ve MUTLULUK
gelecek yazının konusu olsun…
--------------------------------
7.8.07
Sosyete Çevreciliği
İskenderun Belediye Kültür Sarayında düzenlenen “Çevre- İnsan ve Işçi Sağlığı” konulu panel, “çevrecilik kimin çıkarına ve nasıl bir çevrecilik”” gibi bir sorunun yanıtını bulmamızı sağladı.
Paneli düzenleyenlerden biri olan İşçi sendikasının iyi niyetinden endişe duymaya başladım.
-Çevre Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Hunay Evliya (Oturum başkanı)’nın dediği gibi “Uzmanlar başka, politikacılar başka konuşmaktadır”.
z.örer/1998-Hatay Gazetesinde yayınlandı.
1.8.07
BİR TAVLA OYUNUNDAN İZLENİMLER
backgammon
Son birkaç aydır, neverland kardeşimizin davetiyle,Yahoo’da tavla oyununa alıştı(rıldı)m.
Zaman katili olmak gibi bir boşluğun dışavurumu devrini atlatmış olsak da,
ilk davetin izinde daha sıcak bir sohbet,
espri refleksinin oyun kuralı ve şansına sindiği yansımaları
ve her şeyden önce,
yakın menzil dostluğunun pekişmesi gibi bir şey…
Belki de bir çeşit "kadife kırbaçlı" sabır ve sinir testi:)
Her zar atılışında hangi pulu nereye,
hangi karşı hamle olasılığını nasıl gözlemleyerek koyma kararını vermek,
“matematik mantığını” ve belki de psikoloji matematiğini (ben uydurdum) “konuşturmanın” arenası…
Rakib(en)in psikolojisini sarsarak, civatalarını gevşetme esprisinin buluştuğu o sihirli zar var ya; ya da O’nun aynı depremi sizde yaşatması..? İnsanın fiziğine dokunmuyor ama, kimyasının HP’sini(yüksek performans) değiştirdiği durumlar düşman başına.
Satranç kadar kapsamlı derinliğe sahip değilse de, toplumun her kültür kademesine hitabetmiş olması açısından yaygın bir oyun türüdür. Futbol gibi, uluslar arası ortak bir buluşma dili haline gelmiş sanal alemde.
Oyun mu?
Neverland’ı bir kez dahi yenememiş olmanın gurur ve şuuru (nerden çıktı gurur ve şuur) burukluğu ve hırsıyla, dünyaya meydan okumaya başladım. Önüme geleni devirip geçiyorum. Ama, aması bu yazının asıl ana fikri oldu:
Hadi neverland’a yenilmek bir “şeref” addedilsin (kişisine göre değişir).
USA’lısıyla, Portekizlisiyle, Makedonyalısıyla, Ispanyoullusu’yla (“yollusu” değil, yanlış anlaşılmasın). İngilterelisiyle,…vs. match yapmış bulunmaktayım. Match demişken aklıma geldi, öyle ahım şahım bir İngilizcem de yok. Ama, pek de fena olmadığımı söyleyen oldu. Tabi ki, sıkıştığım yerde hazır sözlük varken, rahmetli Babam da bir şeyler diyebilirdi. Ama bendeniz, bir şeylerden fazlasını demiş olmanın rahatlığıyla hava atmaktayım şu turizm cenneti dedikleri Alanya’da:)
Ne diyorduk,
Oyun puan usulü, tekli ve katlamalı olarak oynanmakta.
Oyunda beklenmedik (sürpriz) zardan başka davranışlar dikkatimi çekiyor. O da hile, sanal hile. Oyun ayarlarında yapılan bazı hilelerle, sizi tuzağa düşürüp, kazandığınız puanları kendine yazdırıyor, ya da kaybedeceği kesinleştiği an, oyunu kapatıp kaçtığı oluyor.
Buradaki hileleri daha çok hangi ulusların, ya da hangi sistemlerin ürünü olan oyuncuların yaptığını küçücük bir hafıza istatistiğiyle tespit ettim.
USA’lılar hilede 1. sırada, İngilizler 2. sırada. Bu kategori içerisinde kadınlar daha çok hile yapmaktadırlar. Duygusal sarmaldan öte, Liberal teslimiyetin ürünü olsa gerek.
Bir Makedonyalı var ki, zengin bir ülkede koca aramaktadır (sohbetlerden çıkardığım izlenimden).
İran’lı bir bayan ile oynarken sordum:
-Şu anda İran’da mı yaşıyorsun? Hayır, Dubai’de. (hı anlamıştım, iranda olamaz) Dubai’de elektrik mühendisiymiş.
-İran da (bizdeki gibi) türban sorunu var mı?
-Sadece yöneticilerin sorunu var. (bu da bizdekinin ters versiyonu)
Siz İran’da yaşasanız, bu tavlayı oynayabilir misiniz?
Oyunu kapattı ve kaçtı.
Başka bir İranlı (neden irana taktın deseniz, isimlerden İranlı olduğunu anlıyorum, hemşeri ayağından sohbet etmek istiyorum, USAlı ve Biritanyalıdan daha sıcak geliyor da ondan).
O bayan da Ispanya da yaşadığını söyledi. (buna da içimden Hıı dedim.).
Ha unutmadan, google'e "tavla resimleri" yazıyorum (yazıya eklemek için), "kız tavlama" diye başlıklar çıkıyor. Birine "tıklıyorum, şu yandaki resimler geliyor karşıma:
Akıl yerine beden gösterisi!... bu da DOĞU toplumları özelliğimi yoksa?
Öyleyse ne doğu, ne de batı.....Necip Fazıl ne demiş: batı batı diye diye BATTIK!
Bendeniz de diyor ki:
Doğu doğu dedik, biz doğarken öldük! (ben mi dedim bunu? Yok, Orhan Gencebay demişti)
Üçüncü yön, doğru PARADİGMA imiş.
28.6.07
KADIN - ERKEK EŞİT OLSAYDI?
Uygar dünyada mızrak çuvala sığmıyor ama, İslam dünyasında minareye kılıf hazırlanabiliyor!
Erkeklerle kadınların temel haklarda eşit olacağı bir toplum hayalini kurmakla işe başladığımızda, heyecanın boyutlarının bile büyüyeceğini hissedebiliriz.
Düşünmenin bile içimizdeki egoyu "cızz" ettirebildiğini fark edebiliyor muyuz? Çünkü, bilinç altımıza kök saldırılan öğretilerin kaynakları insan doğasının ta ötelerinde olduğunu bile anlamak çok zor!
Geleneklerle özgürlüğün içimizdeki çatışması değil midir bizi kör mutsuzlığa iten gizli neden?
"Kadının kendine yeni bir deri yaratması, sonra da oturup buna göre bir giysi dikmesi gerekmektedir. Erkek gibi yetiştirilen bir genç kız kendini benzerlerinden ayrı hissetmekte dolayısıyla yine toplumun dışında kendine özgü bir varlık halinde kalmaktadır"
"Eğer bir kız çocuğu, çok küçük yaştan başlayarak erkek kardeşinin yetiştirildiği ortamda, aynı istekler ve onurla, aynı ciddilik ve özgürlük içinde, aynı eğitimi alarak, aynı oyunları oynayarak yetiştirilse, aynı geleceğe sahip bulunursa, çevresinde iki anlama yer bırakmayacak biçimde eşit kadınlarla erkekler bulunursa, “Oidipus karmaşası”nın anlamları tepeden tırnağa değişebilir."
"Yuvanın maddi manevi sorumluluğunu baba kadar yüklenen ana, aynı sürekli saygınlığa kavuşacaktı; kız çocuğu çevresinde yalnız erkeklerin değil, her iki cinsin malı olan bir dünya bulacaktı; duygu yönünden babasına eğilim duysa bile ona duyacağı sevgiye bir güçsüzlük duygusu değil, bir yarışma isteği karışacaktı:; çalışma ve sporla değerini göstermesine izin verileceği için, oğlan çocuklarıyla etkin olarak yarışabileceği için elindeki vaatlerle ödünlenen erkeklik organı yokluğu “aşağılık duygusu” yaratmayacaktı; nitekim, kafasına böyle bir fikir sokulmasa ve erkekler kadar kadınlara da saygı duyması gerektiği öğretilse, oğlan çocuğunda da "büyüklük duygusu" olmayacaktı. Böylece, küçük kız, kendine hayranlık ve düş gibi kısır yollardan aşağılık duygusunu ödünlenmeye çalışmayacak, yaptığı işle ilgilenecek, her işe canla başla sarılacaktı".
Kadınlar «yapışkan»dırlar, erkeğin sırtına binerler ve bundan en çok kendileri acı duyarlar; çünkü yazgıları, yabancı bir organizmaya yapışıp onun iliğini kemiğini sömüren bir asalağınkine benzemektedir; onları da özerk bir organizmaya sahip kıldığımız, dünyayla boğuşacak, ondan kendi özlerini çıkaracak duruma geldikleri an, bağımlı olmaktan kurtulacaklardır: onlarla birlikte erkekler de tabi. Ve hiç kuşkusuz, o zaman, iki cins de daha sağlıklı olacaktır.
İnsanoğlu-kızı birbirlerinin gözlerinin içine ancak eşit seviyedeyken bakabilir ve onun göz bebeğini kendi şavkında görebilir.
Yararlanılan eserler:
"kadın bağımsızlığa doğru/Simone de Beauvoir
değişimin diyalektiği ve devrim/Server Tanilli
Yazının ilgili bölümü:
KADINLAR HALK FIRKASI..
Yazan:zihni örer Tarih: Haz 23, 2007
Ece Hanım,
“Kadın Halk Partisi” başlığıyla, Türk toplumunun azgın yarasına parmak basarken, ayrıntıların, aslında daha özgür tartışılamayacağı gibi bir endişe taşımaktayım.
Konu, kadınların meclise girip-girmemesi olarak ele alınırsa, asıl sorunu ıskalamış olacağız!
Kadını tarihlerin yorgun savaşçısı olarak görmek zorundayız. Savaşma gücünü kendinde bulamayan, hep edilgenliğe mahkum olan kadersiz savaşçı.. “Adı bu yüzden yok” belki de…
Mustafa Kemal’in tepeden hediye ettiği temel haklarla savaştırılan kadınlar, aslında bindiği dalı kesmiş olduklarının farkında bile değiller.
Nüfusumuzun yarısı olan kadınların en az %80’i, ve bu yüzdeye “şefkat tahakkümlü” baskı kriterleri, 600 yıllık Osmanlı teokratik (yarı din) yönetiminin kültür empozesi, günümüze nerdeyse kalıp olarak taşınmıştır.
Bu durum aslında yalnızca bize has bir durum da değildir.
Eski Yunan’dan bugüne, kadına yöneltilen suçlamaların hepsinde neden bunca ortak nokta bulunduğunu anlamak kolaydır: kadının içinde bulunduğu durum, birtakım yüzeysel değişikliklere rağmen, hep aynı kalmıştır ve kadının «kişiliği» dediğimiz şeyi oluşturan da işe bu durumdur: kadın «dünya kurulalı beri içinde taşıdığı niteliklerin, içkinliğin kurbanıdır», kadının özünde yadsımacılık vardır, kadın ihtiyatlı ve eli sıkıdır, kadında doğruluk ve titizlik kavramı yoktur, kadın ahlak nedir bilmez, kadın en aşağılık anlamda çıkarcıdır, kadın yalancıdır, oyuncudur, hep kendini düşünür… Bütün bu sözlerde doğru bir yan vardır.
Yalnız, bütün bu davranışlar kadının hormonlarından gelmediği gibi, beyin hücrelerine doğmadan kazınmış da değildir: bunların hepsi, birer kalıp halinde, içinde bulunduğu durum tarafından yaratılmıştır*
Evet, dinlerin “kadın değerleri”, bu koyu paragrafı dikkate almadığından, son yüz yılın insan haklarıyla savaş durumuna düşmekten kurtulamamıştır.
Bu koşulları dikkate almayan kadın millet vekili olsa ne olur, olmasa ne olur.
Çok komik bulduğum Merve Kavakçı’nın kobay olarak türbana endekslenen “savaşı”, özellikle kadınların hangi gaspedilmiş tarihsel haklarını dile getirmiştir.
"Erkeğin akıl yürütmeleri, kadının yaşadığı somut ger çeğe uymaz. Frazer: «Erkekler tanrıları yaratır kadınlar -
bunlara tapar» der. Erkekler kendi yarattıkları putlar önünde tam bir inançla diz çökemezler: kadınlarsa yaşam yolunda o ulu heykellerden birine rastladılar mı
bunları hangi elin yarattığını düşünmeden, uslu uslu yere kapanırlar. Özellikle, Düzen’in Hak’kın bir önderde canlanmasından hoşlanırlar.
“Kocaya itaat, evinin kadını, eksik etek, eksik akıl, yarım miras, yarım şahitlik…” anlayışına karşı savaşmayan kadın modeli, ancak, modern dedkleri kapitalizmin vitrinlerine, klasikleri de örtünün altına gizlenebilir. Oradan, kasete alınmışları tekrarlar durular.
Tıpkı suna vidinliler ve ayşe böhürler gibi…
Yazan:zihni örer Tarih: Haz 25, 2007 Reply
“Kadın Halk Fırkası” başlığının, “özgür kadın-tutuklu kadın” kavramına sürüklemesi kaçınılmazdır.
Burada, politikaya girmesi gereken kadın sayısını gözlemlerken, yukarıda dediğim gibi, içinde bulunduğumuz sömürü sisteminin tıkanıklığını açmaya çalışma çabasından öteye gitmeyeceğini söylemeye çalışmıştım.
Bunu söylerken, kadının bu günkü dışlanan niteliklerinin, tarihteki cinsiyet ayrımcılığından kaynaklandığını demiştim.
Buradaki tartışmalarda görülüyor ki, kadına, tarihin yüklediği bu “statüko kilitli” misyonun korunma çabası sürmektedir. Buradaki arkadaşların yaklaşımlarının ise, biçimsel mantığın algısından öteye geçemediğini görüyorum. Oysa, diyalektik yaklaşımla, kadını bu günlere taşıyan değerlerin nedenleri üzerine yürünmesi gerektiğini saptayabiliriz.
İnsan haklarındaki kazanımlar, insanların örgütlenebildiği güç ölçüsünde kabul görmüştür. Öyle bir güç ki, geriye doğru gidildikçe, popüler güç olarak, “pazu” önde olduğundan, kadınların neden arka planda kaldıkları anlaşılmaktadır.
Sanayileşmeyle birlikte, reklam sektörü ve iş yeri monotonluğunu dikkate alan iş yeri sahipleri, kadınların da vitrine çıkması gerektiğini düşünmüş olmalı ki, kadınları (en azından iş yeri yolunda) D vitamini alır duruma getirmişlerdir.
Alınan bu D vitamini, ve bürodaki yaptıkları işin erkekten aşağı kalmaz yanını keşfettiklerinde, beyinde hangi dürtüleri kışkırttıysa, 1940’lı yıllardan sonra, feminist hareketi başlatma gereğini duymuşlardır.
Feminist harekete katıl(a)mayan kadınlar ise, erkek karşısında hileli eylemleri sürdürmeyi tercih etmiştir.
“zorbalığın bulunduğu her yerde, iki yüzlülük vardır; yasak ve kaçakçılık, aşk ile ticaretin ayrılmaz öğeleridir” diyor düşünür.
Bir de, tamamen statükoya eğilen kadın türleri vardır ki, onlar adına fazla söze gerek duymuyorum (şimdilik).
Yorumcuların, günümüz kadınının erkeğe eşit olmadığını anlatmaya çabalarken, bir de EŞİTLİK kavramındaki anlaşılmazlığın öne çıktığını görmekteyiz.
Kadın erkekten zayıftır, kadın erkekten daha iyi program yapamaz, kadın erkekten daha hızlı koşamaz, kadın….. gibi yaklaşımlara şaşmamak elde değil!
Eşitlikten anladığımız şey, fiziksel, duygusal, zekasal, eylemsel, bilimsel…vs kapasiteler (asla) değildir. Neden bu kısır yaklaşımlara tenezzül ederler anlamış değilim.
Kadın-erkek eşitliğinden kastedilen şey, cinsiyet farkından dolayı, temel insan haklarının eşitlenmesi anlayışıdır.
Buradaki yorumcuların diliyle gidersek, bir kadın bir başka kadına da eşit değildir. Bir erkek çocuktan bir kadın, fiziksel ve kültürel olarak daha fazla yeteneklere sahip olabilir. Bir erkek bir başka erkekten, ya da bir kadın birçok erkekten daha fazla yeteneklere sahip olabilir.
Bu eşitsizlikten dolayı, temel haklardan mahrum edilen erkek çocuk veya yetişkin bir erkek görülmüş müdür?
Evet görülmüştür. Ama farklı kulvarda görülmüştür. Kapitalizm, kadınlarını tamamını, erkeklerin de daha çok ahmaklarını sömürmüştür.
Sevgili Suat dostumun “değişen dünyada feminizm” başlıklı yazısına biraz göz gezdirdim ama, yazı uzun olduğundan, sonunu alamadım. Bu yüzden yorumlamaya gerek duymadım.
Elbette, düşünceler, kendini yenileyerek, asıl amacın İNSAN ONURUNU kurtarmaya yönelik olduğunu düşünüyoruz.
Bu yüzden, feminizm hareketini, insan hakları kapsamından daha özel bir yeri olduğundan dikkate almaktayım. Çünkü, buradaki değerlendirmelerden de görüldüğü gibi, kadına sadece “kadın cinsiyeti” ayırımının sürdüğünü düşünüyorum.
sevgi ve selamlar
***
Yazan:zihni örer Tarih: Haz 26, 2007 Reply
Ece Hanım’a cevap:
Zihni bey,
Değerli katkınız için çok teşekkür ederim..:)
Dinler genellemesini bir kenara bırakıp, islamiyeti baz alırsak;
müslüman kadının, islam öncesi dönemdeki kadından farklı olarak, yüceltildiğini ve daha önce sözkonusu olmayan pek çok hakkının da teslim edildiğini görüyoruz./Ece
Haklısın galiba! İslam dini o zaman bir devrim gerçekleştirmişti ama, daha sonra yerinde saymasının sorumluları kim ise, onları arayalım.
Daha sonraki dönemlerde, bu haklarından mahrum edildiyse, bunun suçlusu islam değil, belki islamCIlardır../Ece
Burası tamamen “arap saçı”. İyi niyetinize de saygım sonsuzdur. Ama, 6-7 asırlık karmaşıklığın sorumlusu, bulunamadığına göre, dinde reform yapabilecek güçlü beyinler de ortalıkta görülmediğine göre….?
Sizin de hemfikir olacağımıza emin olduğum şu ki;
kadını kapitalizm kadar aşağılayan ve pespaye haline getiren hiç bir sistem yoktur zannediyorum../Ece
Evet, ama Dinleri de kapitalizm ile özdeşleştirdiklerinde, (ki öyle yapıyorlar) durum ne olacak!
En son şu meşhur mayo reklamı olayında din eksenli yaygara koparıldığında, ses çıkartması gereken pek çok kadın kuruluşunun gıkı çıkmadı..!!
Konu mayo ve türban gibi giysileri aşmalıdır kadın haklarının erkeğe eşitlenmesi için.
Aşklar neden “sancılı ve de sonlu” oluyor dersin?
Kadın güçsüzlüğü değil, güçlülüğün içinde kendinden kaçmak değil, kendini bulabilmek; varolmaktan istifa etmek değil, varlığını olumlamak üzere sevebildiği gün aşk, hem kadın, hem de erkek için korkunç bir tehlike olmaktan çıkıp, bir yaşam kaynağı haline gelecektir demiş yazar.
Merve hanım eksenli olmasın..
Olayı başörtülü kadınlar üzerinden ele alalım..
Mecliste bulunmak istemeleri niçin tehlikelidir?
Defalarca dile getirdim, o kürsüye çıkabilen nice türbanlı(!!) erkek var iken, kadın üzerinden yaygara koparılması ne kadar adildir?/Ece
"türbanlı erkek" dediğin zaman, hak veriyorum sana.
Ayrıca, bir kısım kadınlar özgürlüğü hakediyor, bir kısım kadınlar haketmiyor demek, adil bir özgürlük anlayışı olabilir mi?/Ece
Bu yaklaşım çok çarpıcı geldi bana. Belki ilk kez, bu konudaki düşüncemi daha da olgunlaştırdım burada. Yani, “modern” dediğimiz kadın kapitalizmin vitrin süsü olarak algılandığı halde dikkat çekmiyorsa ve milletvekilliği sorgulanmıyorsa, TÜRBANLI KADINLARIN DA milletvekilliği sorgulanmamalıdır.
Sorgulanması gereken şey, kapitalizmin hangi fırsat ve kurumları kullanarak, insanları nasıl sömürdüğünü de-şifre etmektir.
İşte ben demokrasiye inancımı [bu ülkedeki..] bu yüzden yitirdim../Ece
“Kullanmayanın demokrasisini kullanırlar” bunu biliyoruz değil mi? Rönesans ve reformlar burada işe yarayacaktı….
sevgi ve saygılarımla..
iki katıyla Sevgili Ece
Kadinin ozgurlesmesi? Kanun ile veya aydinlanma felsefesinin gayri tabii bir sekilde enjekte edilmesi ile olmaz. BURJUVALASMAKLA olur. Zihni Orer e tas atayim buradan :)))/Mehmet
Sevgili mehmet(çik),
BURJUVALAŞMAKLa gelecek özgürlük(!), başkalarının köleleşmesine bağlı olduğundan, bu yaratılan (ya da hak edilen) özgürlük değil, transfer ya da vakumlu özgürlüktür(!)
Bu ünlem şudur:köle sahibi olan her efendi, her şeyden önce vicdanının esiridir. Ama dışa öyle yansıtmaz. Hastalıklı halini farklı gösterme çabaları, makam ve para egemenliği tutkusuyla dışa vurur.
Oysa asıl özü-gür-lük , “bireyin kendi kendisinin efendisi olabilmesidir”./epectefus
17.5.07
İŞ YERİ ÜRETİM SİSTEMLERİNDE YÖNETİM PRAMİTLERİ
Üretim sistemleri ana kurallarını, amacına göre bir ideolojiden alır.
Sınırsız özel mülkiyet biriktirme hakkının olduğu üretim sistemlerindeki yönetim biçimi ile, mülkiyetin kollektif olduğu sistemlerdeki yönetim biçimi arasında fark vardır. En belirgin fark, iş ilişkisinin dizaynında görülür. Bu dizayn, üretim değerlerinin hangi yöne (ceplere) akacağı ile ilgili olduğu düşünülür. Yönetim hiyerarşisindeki diziliş basamakları da daha çok asıl muhatabın beklentisine ve sorgulama tehdidi varsayımına göre farklıdır.
Kapitalist Yönetim Örgütlenme piramidi
herşey dolar için, dolar patron için |
resim buradan |
Böylece işyeri sahibine, (pazarlama faktörü’nün de başarılı olduğunu varsayarsak) maksimum kar sağlanacağı düşünülür.
Yönetim örgütlenme piramitinde görüldüğü gibi, en altta işgören. Onun “sırtında” işgörenlerin arasından seçilen nezaretçi ve hepsinin sırtında kapitalizmin mantığına uygun olarak üst yönetim Patron vekilleri vardır.
İşyeri sahibi, çalışanların değil, kasanın başında duran adam olarak sembolize olur ve tek amacı, ne pahasına olursa olsun, sürdürülebilir kar dır. Burada çalışanların aldığı ücretler yarattığı değere değil, kasaya yakınlığına göre değişmektedir.
Çalışan-amir arasındaki iş ilişkileriyle, zorunlu–sahte- saygı, itaat ve kölelik ruhuna uygun davranışa alıştırılmaktadır.
İşgörenler mutlu oluyormuş gibi göründüğü sürece işinde kalabilmektedir.
--------------------------------------------
her şey makam koltuğu için |
Kamu işyerleri her ne kadar sosyal amaçlı kurulmuş olsa da yönetim piramiti, kapitalist modele göre örgütlenmiştir. Ast-üst ilişkisinde disiplin, otokratik ve itaat kavramı dikkate alınarak kurulmaktadır.
Yönetim piramiti böyle öngörse de, disiplin ve itaat beklentilerini çalışma başarısı değil, çeşitli çıkar ilişkileri belirlemektedir.
Çıkar ilişkileriyse başta siyasi taraftarlık, hemşericilik, işyerinden avanta koparma ve suç ortaklığı ve bundan faydalanma isteği vs. çerçevesinde gelişir.
Kamu işyerleri “arpalık”olduğundan, üst yönetimin iş organizasyonu, araştırma, geliştirme, denetleme, pazarlama gibi kaygıları bulunmamakta. İşgörenler, zaman periyodunun dışında gelişi güzel, belki de onyıllar önce hazırlanan bir üretim programını geleneksel olarak sürdürürler; önünde buldukları görevi yerine getirmektedir. Değişen koşullara göre iş planı önemsenmez. Geleneksel olarak bir işçiden beklenen görev, bir başka
işçinin ona iş hazırlamasına bağlı olduğundan, bir başka işçi de diğerine iş hazırlar.
Üretimin son aşamasındaki bu yapılanma geriye doğru gidildiğinde, kolay ve torpilli işçilerin yığınağı haline gelmiş birimler görülür. Burada bir işçinin yapacağı iş kadrosunda on kişinin istihdam edildiği görülmektedir.
Üst yönetim, siyasi beklentilerinden dolayı, çalışanların en az yarısını, üretimden soyutlayarak, partisine taban nüve oluşturur. İşten kaytarma noktalarını dolduranlar, siyasetçilerin oy deposu denilen yer burasıdır.
Demokratik (özyönetim) örgütlenme piramidi
Sosyalist üretim-yönetim sistemi de diyebileceğimiz bu modelde,(şekildeki gibi) kimse kimsenin sırtına basmamakta, her çalışanın ayakları yerde, işbölümü ve uzmanlık esasına göre iş ayrımı yapılmaktadır.
her şey herkes için |
Sermayenin hem para, hem de politik iktidarı yere yatırılmış, her çalışana birbiriyle ve hedef noktaya doğru yarışma fırsatı yaratılmıştır.
Burada başarılı olmanın hareketi yükselme değil, ilerlemedir. Hayat ileriye doğru yaşandığından çalışanlar birbirlerinden soyutlanmamakta; varlıkta ayrıcalık mutluluk nedeni olmaktan çıkarılmaktadır.
Özyönetim, bir işyerinde işbölümümün demokratik esaslara göre paylaşılması ve somut faydaların çalışanlara adaletli dağıtımıyla motivasyon oluşturma anlayışı sağlar.
Öz yönetimde işletme müdürü, yönetim kurulu, denetim kurulu ve yönetim konseyi, işgörenlerin kendi aralarından seçtikleri kişilerden oluşur. Burada üretim araçlarına sahip bir işveren kesimi yoktur. Mülkiyet çalışanlara da ait değildir. Sosyal mülkiyet söz konusudur.
Örneğin; işyerinin karından çalışanlara refah payı (ve özendirme payı) verildiği gibi, aynı bölgede tüketici konseyleriyle iş birliği içinde, istihdamı yaratacak yatırımlar desteklenir ve yapılır.
Çalışan kişinin kendini üretim araçlarına tutsak olarak görme ve yabancılaşma duygusu, diğer yönetim modellerine göre büyük ölçüde kalkar. Topluma mal olmuş araçları toplum için kullanmanın, çalışana çalışma mutluluğu verdiği savunulur. Bunun sonucunda verimlilik arttığı gibi, çalışanın morali de yükselir.
Kamu ve özel sektörlerin tam arasında bir yerde bulunan yapı, çalışanlarının kendi kendini yönetmesi (özyönetim) bakımından sağlıklı bakış açıları getirmektedir. Özyönetimin, geleneksel iş yönetimi felsefelerine göre daha umut vadeden bir seçenek olduğunun farkına varanlar giderek artmaktadır.
ÖZET:
Kapitalist üretim modelinde toplam fayda, patronun bütçesine giren-çıkan arasındaki pozitif farka göre belirlenirken,
Kamu-kapitalist üretim modelinde geçinecek kadar iş sahibi olunmanın, hükümet partisine tekrar oy vermek için bir cazibe merkezi durumundan öte işlevi yoktur.
Her iki modelde de çoğunluğa varlık sağlamak yerine, sürekli umut sağlamak daha ucuz ve bağımlılığı artıran taktik olarak bakılır.
Öz yönetimde ise, yerel birimlerin özerkliği ile başka yerel birim kümelerinin (konseyler) arz-talep ilişkisi, üretim stratejisinin itici gücü olmaktadır.
Öz yönetim modelinde de bireyin zenginleşmesine fırsat vardır. Birey bu zenginliğini iki amaçla değerlendirir: Birincisi, yaşamını kolaylaştırabilecek tüm olanakları ekonomik gücü ölçüsünde sağlar. Kültürel ve sosyal gereksinimlerini dilediği kadar karşılar.
Tek yapamayacağı faaliyet, yaşamını aşacak (ölüm sonrası) zaman için biriktirme yapamayacaktır. Bu düzeye gelecek varlıklar, yaşayan neslin konforuna harcanacaktır.
Yeni doğan bir çocuğun bile temel gereksinimleri hazır olmuş olacaktır.
Burada belli bir düzeyden sonra, çalışma mesai süreleri kısılırak, sosyal yaşama daha fazla zaman yaratılmış olunacaktır.
Dolayısıyla, diğer düzenlerin bileşke (ortalama) refahından, Öz yönetim sisteminin refahı daha üst noktada olacaktır. Çünkü, burada “EGO”ların tatmini(sizliği)ne gidecek yatırım, toplumsal refahın alt yatırımına harcanacaktır.
Kapitalist ve kamu-kapitalist üretim modelinde, (şekildeki gibi) gelirin karşılığı yaşam düzleminden tepeye doğru akarken, "özyönetim üretim modeli"nde gelir, yatay, yani yaşam düzleminde kalmaktadır ki, bütün insanların erişebileceği bir düzlemdir burası.
Kamu ve kapitalist yönetimin tepeye topladığı getirilerin önemli bir kısmı asalakların geçimi ve konforuna harcandığı için, geriye dönen kısmı kamuda azlarak yok olmaktayken, kapitalist özel mülkiyette stoklanmaya gömülmektedir.
------------------------------------------------------------
ÖZ YÖNETİM KRİTİĞİ
Cumhuriyetforum'da, değerli dostum dr.ekinci ile tartıştığımız, Cumhuriyetforumun (şimdilik) kapanmış olması nedeniyle yukarıdaki ÖZYÖNETİM konusunun (kurtarabildiğim miktarını) kritiğini buraya tekrar alıyorum.
“Halbuki bu şirketi kim kuracak? Nasıl kurulacak? Kaynaklar nereden bulunacak? Çalışanları kimler olacak? “Sunulan özerk yönetim Çok ortaklı Anonim Şirket'e (A.Ş) benzemektedir.” /drekinci,
Hayır, anonim şirketlerde sahipler üretim sürecine katılmazlar. Onlar, kendilerini temsilen bir “koordinatör sınıf” oluşturarak işlerini yürütürler. İşlerinin bir kısmını, mevcut düzen içerisinde taşeronlara da yaptırırlar.
“Böyle bir şirketin sahibi tüm çalışanlar olacaktır diyorsunuz.”/ drekinci,
“Bu sistemde üretim araçlarına sahip bir işveren kesimi yoktur. Mülkiyet çalışanlara da ait değildir. Sosyal mülkiyet söz konusudur.” Demiştim.
Bu soruların cevapları önemlidir”/ drekinci,
Evet önemlidir ve de up uzun bir konudur. Zaman içinde detayları burada açmayı umuyorum.
Kısaca değinirsek, bu sistemin erdemleri öncelikle emekçiler tarafından, (hiç olmazsa teorik yanı) anlaşılmalı.
“Şirket” sözcüğü yerine, “kolektif mülk” deyimi kullandığında, amacının özüne uygun olduğu daha kolay anlaşılacaktır.
En küçük birimden en tepedeki devlete kadar olan kademelerde KONSEYLER BASAMAĞInın, üretim, yatırım ve denetim etkinliklerinin içinde olduğunu düşünürsek, sorularınızın cevabını da basit yoldan vermiş oluruz.
Yorumunuzun geriye kalan kısımları, mevcut şistem içerisinde bir “öz yönetim” varsayımına dayandığından, kaygılarınızın da geçersiz olduğunu düşünüyorum.
Mevcut özel ya da kamu iş yerlerindeki çalışanların örgütsel yapısı bilindiği gibi, üç sınıftan oluşmaktadır: üreten, yöneten (kısmı kendi içinde 5-10 basamğa kadar çıkabilmekte) ve sahip.
Burada yöneten (koordinatör) sınıf, sahip adına bütün kararları alır ve uyguLATIR. Klasik üretim-yönetim modellerinde böyledir. Ancak, modern denilen üretim-yönetim biçimlerinde, “kalite kontrol çemberi” modeli uygulanmaya çalışılır ki bu, “öz yönetim” sisteminin sinsileştirilmiş ve sahte bir kopyasıdır.
Özel sektör yöneticileri sahibinden aldıkları yetkiyle, hem üretim yatırım-satış faaliyetini yürütürler, hem de alttakileri en ucuz çalıştırmanın (baskı dahil) her türlü taktiğini geliştirirler. Az yorulurlar ama çok para alırlar.
İşletmenin tek amacı (ne pahasına olursa olsun) kar'ını yükseltmektir.
Kamu*kapitalist sistemde ise, amaç işsizliği önlemek diye tanımlansa da, torpil ve iktidar partisine taban oluşturma amacı önceliği alır. Burada da hak edilmemiş kazançlar öncelik almıştır.
Şekilleri incelerseniz görülür ki, piramitde asıl üretenler en altta, diğerleri çalışanların üstündedir.
Özyönetim modelinde ise, dediğiniz amaçlar edinilmektedir. O üçgen piramidin tepesinden tutularak, yan yatırılmış bir konum alır. İşte DEVRİM budur. O zaman ne olur? Çalışanların ayakları gibi, koordinatörlerin ayakları da yere değer. Yani, onlar da üretim faaliyetlerinde yalnızca TARİF ve komuta ile yetineceğine, elini taşın altına sokarak, yani örnek olarak iyi üretmenin kılavuzluğunu yaparlar.
Konsey üyeleri sabit olmayacak, işinde ehil olan ve sorunlara hakim olanlar arasından çalışanların oyu ile seçilecektir.
Öz yönetimden amaç belli kesimlerin parasının miktarını artırmak değil, kazanılmış olan paraların, öncelikle bulunduğu bölgenin ekonomik ve sosyal gereksinimlerini karşılayacak yatırımlara harcamak olacaktır.
Özyönetimin konsey halkaları ve onların aldığı kararların faydalı etkileri, göle atılan bir taşın kenara doğru yaptığı halkalara benzeyecektir. Sorunları çözüm aşamaları, içten dışa doğru ve ulus aşırı boyutlara kadar çıkacaktır. Tabi bu ivmeler, denge ve doyum sürecinde yaşanacaktır.
Kurulu bir fabrikada, bir işyerinde şu veya bu şekilde üretim organizasyonları düşünülebilir, uygulamaya koyulabilir. Ancak böyle bir fabrikanın kurulma aşamasında kaynak nerden bulunacaktır. Bulunan kaynak fabrikada hak iddia edecektir. ./dr.ekinci
Başka bir yazıda önce kamulaştırma demiştim.
Öncelikle sosyalist adımın atılması gerekiyor. Üretim araçları ve ulusal servet öncelikle kamulaştırılmalıdır. Daha sonraları, hazır kurulu fabrikaların faaliyetleri devam ederken, bir çeşit "havada ikmal" taktiği uygulanabilir. İş yerlerinin kurlu sermayesi ve genel giderleri bellidir önceden. Ulusal kaynaktan ayrılacak işletme faliyeti asgari fonu, iş yeri konseyinin kullanımına verilecektir. İş yeri konseyi, bu fonu yönetmelik çerçevesinde kullanacaktır. İşyeri kazancından ulusal havuza aktarılacak (bir çeşit vergi) miktarı, günün koşullarına ve makro-ekonomi gereklerine göre uzmanların vereceği karara bağlı olacaktır.
Bunu çalışanlara da veremezsiniz. Özelleşti. Özel bir patron aldı. Artık tüm karı zararı , üretim organisazyonu, pazarlaması, rekabeti vs bu patron sorumluluğuna girer. Artık burada özerk bir yönetim de kuramazsınız. Ne dersin?/ drekinci,
Sosyalizme geçiş bir devrim niteliği kazanacaksa (ki öyle olmazsa yaşatmazlar) servetin geçmişi sorgulanmalıdır. Biraz acıtır ama, eskisinden daha mutlu olma garantisi olacaktır.
Burada öz yönetimin ayrıntılarını ve pratik uygulamalarını anlatmak yerine, ana mantığını ortaya koymak niyetindeyiz. Yoksa, elbette her sektörün ve her zaman dilimin dayatacağı farklı koşullar olabilecektir. Bir uzmanlar kadrosunun ince ayrıntıları tartışıp, güncellemesi gereken bir düşüncedir.
Bir fabrika veya üretim kooperatifi daha kurulma aşamasındayken mutlaka bir kaynağa ihtiyaç duyar. Bu kaynak ise insanların birikimlerinden sağlanır. Birikimler ise bir başka alanda çalışmanın ürünüdür. (ya bir kapitalistin kapitalist işleyiş içinde çalıştırdığı işçilerin sömürüsüne dayalı birikim olabilir. Veya tek tek çalışanların ihtiyaç fazlası birikimlerinden olabilir. Birincisinde fabrikayı tek bir patron kurabilir. İkincisinde ise pek çok insanın kısıtlı birikimlerinden yaratılan kaynak olabilir./dr.ekinci
Sosyal demokrasinin kapitalizme hizmeti bu olsa gerek. Kooperatifçilik örneği...
Oysa, sosyalist sistemin ÖZ YÖNETİMİ’nin, bu günkü kooperatifçilik uygulamasından farkı, kolektif mülk ortaklarının çalışma zorunluluğu olmasıdır. Çok iyi bileceğiniz gibi, sosyalizmde çalışmadan kazanmak olmayacaktır. Özel durumlar hariçtir tabi.
Burada, Sosyalizme yumuşak geçişten söz ediyoruz. Egemenlere yutturabilirsek. Yutturamadığımız yerde başka seçenekler girmelidir devreye tabi.
“Tüm servetler öncelikle KAMULAŞTIRILMALIDIR” ön koşuluna bağlıyoruz ÖZ YÖNETİM uygulamalarını.
Kamunun elinde olan nakitler+kurulu iş yerleri+bunları işletecek teknik iş gücü bilgileri..vs, ülke çapında homojen bir dağılımla paylaştırılacaktır.
Devlet, "otokontrol mekanizması" olarak kullanacağı bir kaynağı elinde bulunduracaktır (merkez bankası gibi).
Yurt çapında işleyen (üreten) fabrikaların ya da başka sektörün tıkanan yerlerinde, (yerel kaynaklardan sağlanamayacak yardımları) devreye sokacaktır. Bu tür alışveriş arz ve talep işleri, birim konseylerinin bölge konseylerine ileteceği bilgiler doğrultusunda gerçekleşir Kaynak budur özetle.
Bahsettiğin özerk yönetim. Çalışanların sahibi olduğu üretim aracı ancak üretim kooperatifleri şeklinde olabilir. Böyle kooperatiflerde kaynağı üyeler verse bile çalışan durumda olmaları gerekmiyor. Dolayısıyla biraz soyut gibi kalıyor./ drekinci,
Fabrikayı kişiler kurmamaktadır ki, çalışmaMA hakkını kullanabilsin? Kolektif mülk demiştik. Üretim aracının ne tek başına sahibi, ne de mirasçısıdır. Sahip olduğu şey, üretim aracının (emeği karşılığındaki) getirisidir.
Şöyle bir örnekle açıklamaya çalışayım pastadan pay alma durumunu:
Bütün çalışanların bir havuzun içerisinde, bir lastik botun üzerinde durduğunu düşünün (kolektif iş organizasyonu). Havuz fabrikadır. Bot, üretim aracıdır. Çünkü, üzerinde oturmaktadır. Amaç suya batmadan, (zarar etmeden) yükselmektir. Havuzdaki su ise, üretimden gelen kazançtır.
Havuza su akıtan musluğu açıyoruz (çalışıp üretmek). Havuza su doldukça, suyun seviyesi yükselecektir (kazanç). Suyun seviyesiyle birlikte botlar ve üzerindekiler de eşit yükselecektir( ekonomik büyüme). Yükselmedeki hız, girişteki musluğun kapasitesine ve suyun debisine bağlı olacaktır. (yatırım-teknoloji-performans).
Havuzdaki su, botları rahat yüzdürecek düzeye (ortalama geçim düzeyine) geldiğinde, hatta havuz suyunun taştığında (kâr) taşkın suların, başka yatırım alanlarına oy birliği ve başka yerel konseylerin talebine göre kaydırılması sağlanacaktır.
Taşan suları kimse evindeki tanklarda stoklama yapamayacaktır (kapitalizm).
Bu havuzun fazlalıklarıyla yapılan başka yatırımlardan kar gelmesi gerektiğini söyleyeceksin?
Evet, asıl refah bu aşamadan sonra oluşacaktır. Yani, bu ikinci yatırımdan gelen getiriden payını alacak olan birinci havuz sahipleri, yaşam standartlarını bir basamak üste çıkarmış olacaklardır. Aynı zamanda, toplumun diğer işsiz kesimine ÜRETİM ARACI kazandırmıştır.
Yani, kazancının ana parası üretime geçtiğinde, ana para topluma terk edilmiş, kazancının belli oranı kendisine akmaya devam etmiştir.
“Halbuki bu şirketi kim kuracak? Nasıl kurulacak? Kaynaklar nereden bulunacak? Çalışanları kimler olacak?“Yani bir şekilde kurulmuş bir şirkete yönetim biçimi öneriyorsunuz”/ drekinci,
Mevcut sisteme hizmet eden, onun işini kolaylaştıracak bir öneri değildir bu sistem. Kaldı ki, üretenlerin özne (yönetimde) olmadığı bir (kapitalist) sistemde, öz yönetimden söz edilemez. Ancak, “Japon modeli” dediğimiz “kalite kontrol çemberi” modelleri uygulanabilir ki, avanak kitleler bunu hazmedebilir ancak. Çünkü, sektör başarılı olup da karını artırdığında, üreten sonuçtan pay alamazken, sektör zarar ettiğinde bedelini daha çok çalışanlara ödettirirler.
Kapitalist Yönetim Örgütlenme Piramidi ile Kamu Kapitalist Yönetim Örgütlenme Pramidi alt başlık yazı içeriklerinde, kasaya yakın bir yerde hanedanlık ve onun üyelerinin durumları gözden geçirildi sanırım
Kapitalist yönetim piramidinde en tepede duran üst yöneticiler, en fazla para alanlardır. Görevleri de aşağıdan yukarıya para aktarma faaliyetini yürütmektir.
Sevgili zihni
Kimse sermayesini alın fabrika kurun sizin olsun demez./ drekinci,
Elbette, zaten bu düzenin bunalımını aşmak için icat edilmiş bir sistem olarak önermek "uzatmaları oynamaktan” başka anlamı olamayacaktır.
İsdemir devlet aracılığı ile kuruldu. Devletin ve toplumun malı.
Adı toplumun da getirisi torpil mekanizmasında buharlaşıyor.
Sevgili zihni
Kişiler kurduğu fabrikada neden çalışmak zorunda olsun ki? Zaten bir başka alanda çalışmaktadırlar
Birikimleri bir başka alanda bir başka üretim için kaynak olmaktadır. Ve bu kaynaktan dolayı bir gelir elde etmeleri de doğal olmalıdır.
Evet gelir elde etmeleri doğaldır. Ancak, elde edilen gelirden kendisi “zenginleşme ya da refah” payını alırken, servet biriktirme yerine, eline geçmeden, yine içinde bulunduğu konsey tarafından alınacak kararlarla, daha çok istihdam yaratma eylemine girmesi koşuldur.
Kişinin sahipliğine akacak gelirin sınırı, kendi ömrü boyunca yaşayabileceği sınırsız tüketim karşılığıdır. Yapamayacağı tek şey ise, kendi ölümüyle birlikte sahip olamayacağı şey, üretim aracıdır.
Çünkü, üretim aracına sahip olanlar, bir kısım insan üzerinde egemenliğin ilk kurumu kurmuş olacaktır. Bu daha sonraları, (kapitalizmde olduğu gibi) siyasal egemenliğe ve toplumu her yönüyle kontrol altında tutmaya kadar gidecektir.
Başka deyişle biriken servet, daha doğmamış olan nesiller için değil, öncelikle yaşayan muhtaçlar için harcanacaktır. Sistem böyle devam ettiğinde doğal olarak, toplum, yeni doğacak çocukların dahi yaşamsal gereklerini garantiye almış olacaktır.
Sonuç itibariyle. Sosyalist bir kamulaştırma ve merkezi organizasyon şart. Ancak kamulaştırmada adaletsizlik olmaması için kamulaştırılan üretim araçlarını maddi karşılığı sahiplerine ödenerek, kamu tarafından satın alınarak yapılmalıdır./dr.ekinci
Sosyalizme geçiş bir devrim niteliği kazanacaksa (ki öyle olmazsa yaşatmazlar) servetin geçmişi sorgulanmalıdır. Biraz acıtır ama, eskisinden daha mutlu olma garantisi olacaktır.
Demokratik (özyönetim) Örgütlenme Pramidi alt başlığı içeriğinde ise eşitlik, hak, hukuk ve adalete uygun insanca yaşama ön görülmektedir. Bilmem yanlış mı düşünüyorum?/ drekinci,
Aynen düşündüğünüz gibi.
14.5.07
BİNDİĞİ DALI KESENLER
Uydur-kaydır konu kıvamında olsa da, mizah edebiyatına hizmetim olsun istedim.
Olayın aslı 80'li ya da 90'lı yıllarda ABD’de geçer. Ülkemizdeki benzer parçalarla bir araya getirdiğimizde, mizaha giden bir yol haritası çıkabilir düşüncesindeyim.
Lorel Badbit (yanlış yazmış olabilirim), kocasının çapkınlığından, sapıklığından ve saplantılarını engelleyememekten dolayı krize girmiş. Bu adamı kendime nasıl bağlarım da uslandırırım diye günlerce, aylarca bir çözüm düşünmüş.
Kocasını bir şekilde ikna etmiş olacak ki, doktora gitmişler; kontrolde adamın hormonal kapasitesinin üst beyin kontrolünden çıktığı tespit edilmiş. Durum öyle olsa da, adam tedaviyi reddetmiş.
Bir gece yine kadıncağızın uykusu kaçtığında sabaha kadar çözüm düşünmüş. Zor adamı hiçbir tedavi ve telkinin ikna edemediğine inandığından, o günün akşamında bir uyku hapıyla adamı komaya sokup, erkeklik organını kökünden kesmeye karar vermiş. Ve dediğini yapmış.
Böyle bir olayın kamuoyuna ilk kez taşmış olması, hukuksal, psikolojik, sosyolojik, edebiyat, ahlaksal, etik, metik… ne varsa yaşam kurallarına dair, her konuya vurulmuş, sınır ötesi tartışma konusu olmuş.
Bizde de çok şey yazılıp söylense de, Aziz Nesin’in bu konuda ne düşündüğünü merak edip sormuşlar:
"Üstad, herkes bir şeyler diyor, sen ne diyorsun bu işe? Türk erkekleri karısını aldattığında, sapıttığında, Türk kadınları böyle mücadele ve cesaret örneği verebilirler mi?
Aziz Nesin cevap vermiş, "Türk kadınları hoca fetvası üzerine yaşarlar. Bu yüzden benim gibi ateyizleri değil, Nasreddin gibi Hoca'ları dinlerler, 2.3. ve 4.lüğü kabullenir, yine de bindiği dalı kesmezler"
1.4.07
toplumların talep-dönüşümü süreçleri
1-Geleneksel Toplumda:
İŞLEM MANTIĞI:1+1=1 insan eder
İŞLEM SONUÇ NEDENLERİ: Egemen olan krallar ve derebeyler, insan topluluğunu bir sürü gibi görürler. Emretmenin ve itaatın dışında bir iletişim şekli geçerli değildir. İŞ YOK İNSAN ÇOK, az ile yetinme kaygısızlığı ve örgütsüz toplum.
BEYİN HAREKETİ : Beyin hareketine ihtiyaç yok. Sadece bedensel itaat için koşullanmak var. “iman” bu toprağın ürünü olsa gerek.
SONUÇ: Geleceğe, sorumsuz, isteksiz ve yoksul bir toplum devreder.
2-Sanayi toplumunda:
İŞLEM MANTIĞI :1+1=2 insan eder
İŞLEM SONUÇ NEDENLERİ: Sanayi toplumunda çoğulculuk önemlidir. Ağır sanayide büyük işler çok sayıda insan gücüyle yapılabilir. Belki de “birlikten kuvvet doğar” sözü ve “beygir gücü kavramı” daha çok, bu dönem için geçerlidir. İş ağır, insan çok, ücret düşük, makineye köle gerek.
BEYİN HAREKETİ:Yönetici, beyninin sol lob komutuyla para hesabı yaparken, çalışanlar, beynin sağ lob komutuyla duygusal-romantik dünya ile yetinirler. Güncel ihtiyaçların karşılanması yeterlidir.
Zamanla, artan ihtiyaçların farkına varırlar, yeni talepler ve örgütlenme düşünceleri gelişir.
SONUÇ: Zengin-yoksul ikileminde süren bir hayat ve sınıfların egemenlik savaşları politik arenada sürer. Çalışanların sosyal güvenlik talepleri artmaya başlar. Örgütlenmenin önemi fark edilir.
3-Bilgi toplumunda:
İŞLEM MANTIĞI: 1+1=3 …ya da, 4,5, 6 insan eder
İŞLEM SONUÇ NEDENLERİ: Teknolojinin milenyum hızıyla geliştiği günümüzde, yaratıcılığın ortaya çıkarılması için beygir gücü yerine beyin gücü daha fazla önemsenir. BİLGİ VE ÜSTÜN PERFORMANSA GEREKSİNİM VARdır.
Örgütlü çalışanlar ile başa çıkmak zordur ve masraflıdır.
Verimi 3, direnme ve isteme gücü 1 olan daha karlıdır.
Benim karım (param) çoğalsın, altta kalanın canı çıksın anlayışı egemendir.
BEYİN HAREKETİ: Beyindeki duygusal zeka (EQ)’yı çalıştıran sağ lob’uyla, mantıksal zeka (IQ)’yı çalıştıran sol lob’unun fonksiyonlarının bütünleşmesiyle, sayısal-sözel yetenekleri taşıyan multi fonksiyonlu uzmanlık oluşur.
SONUÇ: Çalışma yaşamında sosyalleştirmenin hilesi bulunmuştur. Süpermen modeli yönetici-uzman insan modeli peşine koşturulur. Empatik ve sinerjik ilişkiyi “az”a razı etmekte ve ürününü ytturabilmekte kullanabilen yani,
Psikolog-Mühendis-pazarlamacı özelliğinde bir insan ortaya çıkar.
açıklama devam edecek
18.3.07
SOBELENDİM
Bende Zihni Beyi sobeliyorum o zaman.Zihni Bey , eger kabul ederseniz, siz hangi esyalarinizi kullanmayi daha cok seviyormussunuz ögrenelim bakalim...
denmişti,
BURAYA TIK DE zaman ayırdığım konular resimlensin (söz ile değil, maus ile:))
Taşı kime atsam?
En esrarengiz olan kimler var listemde?
XSİ
eleştiri uzmanı, daha sonra "kritize"ye daveyt edeceğim. İyi bir i,nsan.
KNZ Mekanına sık uğramasa da bir şans? Knz yüreği en iyi için çarpan iyi bir dost.
MİSAL konuksever ve dostcanlısı cici bir kız.
yeterli sanırım. neverland 3 demişti.
Sobelendiniz bay ve bayanlar.
Beklemekteyim.
16.3.07
"BLOG" VE GÜNÜN YAZISI
Kağıt ve daha ötesinde ağaç katline giden yolun önemli oranda kapanmasını sağlayacak bir elektronik devrim gibi... profesyıonel yazarlığa atılacak adımların ilk basamağı ve kitap basımevi lobilerinin de bir anlamda kaprislerinin kırılmasına yarayan fırsaltlar bütünü.
Günlük hayata dair sosyal paylaşım, haberleşme, amatörce ve maliyeti en düşük çapta topluma kendinden birşeyler katma fırsatı... velhasıl blog kısaca var olmanın mikro fırsatı olarak topluma kendinden birşeyler katmayı kışkırtan bir araç olarak bakabiliriz.
günün yazısı
Duygularımın refleksine gün ışığı düştü bu gün.
Yaşamın canlı kalma kılıfına iç yaptığım anlam, yörüngemde turlar atmaya başladı.
Kuantumun kulakları çınlarcasına, güneşin fotonlarına çarpan mağnetizmam, miktarı bilinmedik enerjilere boğdu beni.
Saksıdaki sardunyalarımın cilvesine "nü" çeken, penceremde sevişen kumruların şahitliğine sığınmanın rahatlığındaki kıvancım, duygularımın bileşkesini kurmaya yetti.
Ertelemişim sanki ciğerimi yakan ve sağ duyuma sol çakan çirkinliklerin görüntüsünü! Mantığımın arada bir bahar uykusuna tatil çekmesi elimden çıkabilmekte.
Duygularımın ılık-ataklığı, yağmur öncesi sisin yarı saydamlığına çanak tuttu sanki.
Yoksa, gerçeklerin süzmesiz görüş alanını miyoplaştırma fark edişsizliğine dalmışlık mı?...
Ne ise, bir tad, bir uçukluk, bir melankoli sıcaklığının örtbas ettiği dinginlik….
Müzikler bir başka çalıyor bu gün.
Bütün renkler, 301’den yargılanmaya gönüllü...
Enflasyon ve sevgisizlerin tansiyonu, Evangeline Lilly’nin mayosunda
Ama no money nobody’de
Kedilerin ibadeti “Mart”tın, ozon canavarına yenik düşmesiydi belki de yitirme korkusunu aşka çeviren.
Vuralım gitarın tellerine bu gün, bir günlüğüne “serseri” olmaktan ne çıkar.
5.3.07
TOPRAKTAN BETONARMEYE YOLUM
.........Başka dünyaların da varlığını görebildiğimiz tek pencere, pilli radyomuzun hoperlörüydü. Çocuk aklımzla, radyodan gelen seslerin, kasanın içinde mekan tutmuş, cin-peri olduğunu düşünmek kaçınılmazdı. Cin-peri, çocuk aklını zapt etmenin en ucuz araçlarından biri olarak, daha öncelerden yüreğimizin taze köşegenlerine monte edilmişti . Hep karanlıklarda, gizli yerlerde saklanan cellatlarımızdı onlar. Özellikle kadın ve çocukları "hızaya getirebilme"nin dini şantajlarından biriydi. Büyüklerin hayatını, değerlerini, inançlarını dayatmanın alternatif sopalarındandı "cin-peri-şeytan" üçlüsü. Gelenek kelepçesinde kıvranan büyüklerimizin tarzını taklit etmek, hayatımızın en katlanılabilir çerçevesi sayılırdı......
İlk Okul sevdamızı "vatan sevgisine" ittiren güçler "başka dünya" varlığına hayal kurmamızı engellemeye bir araç icat edemiyorlardı. Bu fırsatı ganimet bilerek, uygarlık yolculuğunun işaret taşlarını böyle döşeyebilmemi kışkırtıyorlardı adeta.
....................
On yaşımda köyün gelinlik kızlarının çeyizlik işleme bezlerine resimler çizerken, kabımın darlığının farkına varıyor, yörenin kapanıklığına ve karanlığına inat, farka koşmanın güdüsüyle coşuyordum.
Makarayı duvarda yürütmek projesi…..
Kağnı arabalarına koşulan, sırtı nodurdan yaralanmış öküzlerin isminden önce “..afedersiniz..”ifadesi ve ağır yükün altında düştüğü zaman, kesilip etinin yendiği ve kent yaşamına girdikten sonra göreceğim, “aslan, kurt ve tilki” gibi asalak karakterlerin egemenliği ve benzer bir sürü şeyler?
Dinamizm, ilerleme, yenilik, yaşamda ne varsa kavrama, ona dokunma ve yenisini yaratma güdüsü, ham hayallerimin işlenmesine istekliliğim, ardımdan esen yelin itkisiydi.
O bir teknoloji büyüsüydü, o bir hız ve özgürlük müydü? Yoksa kırmızı atımın toprak yollardaki rahfan gidişinden daha fazlası mı?
Okuma sevdası böyle doğdu içimde. Tarlanın beden gücüne bağımlılığıyla, bedenimin okuma sevdasına bağımlılığında, aşığın platonik tutkunluğundan habersiz olan sevgiliyi oynamak kalıyordu bana.
Makara resim öyküsü bu yola çoktan itmişti beni. Yerin yedi kat dibinden, yer yüzüne kaç milim çıkabileceğimin de gururu....
Toprak ve Betonarme arasındaki yol, bize reva görülen, dayanacağımız hayat diye elimize tutuşturulan, iki ucu boklu değnek değil miydi!
Topraktan fırlayıp betonarmeye savrulan hayat kütlem aklımı şüphe, itiraz, isyan ve yeni arayışlara yoruyordu.
Kültürel ve siyasal gelenek, din ve bunların öznesi olan zenginliğin gücü sopa gibi tepemizde duruyorken...
O kültürün hayattan tad alma kompleksine etkisini törpüledi. Paylaşılanlar ile paylaşılamayanlar arasındaki farkın şifresine çomak sokabilmeyi çoktan tetikledi.
"Acıları bal eylemeye" katlanma sabrının, platonik aşkların ve arabesk hayatların kökü üzerindeki toprak kalkmalıydı; yerine beton kütleler dökülmeliydi.
..........................
Sürekliliğini boşvermişlik ile boşbulmuşluk arasındaki kör döngüden alan baskın kültürün gizine mum ışığı yakabilmek için, aşk ve kan testine vurduğumuz bir başın tansiyonu olacak bu öykü....
24.1.07
MİLLİYETÇİLİK
ve
"kendi milletini sevmek" diye özetlenebilirse, bu sözcüğün üzerinde felsefe yapmaya değer ve kelimenin önündeki yaldızlı perdenin ardındakileri de görmek, yaldızlı perdenin "önyargıya çanak tutmasını engelleyebilir.
Öncelikle, karargahı dışarda olan emperyalizmin sivri dişlerine karşı ilk dikilecek tavır, MİLLİYETÇİLİKtir.
(Geleneksel (doğmatik) milliyetçilikte bunun tersi olması daha olasıdır. Kör milliyetçiliği emperyalizmin avlama olanağı daha yüksektir. Örnekleri de yaşanmıştır bu durumun.)
Miliyetçilik ancak oraya kadar. Çünkü, insanlar artık bulunduğu coğrafyalara sığmayacak kadar artma doğrultusundadır. Doğaya yayılma ve egemen olma iddiasını milliyetçilikle sürdüremez. Milliyetçiliğin buradan sonrası, sınır engellerinin yükseltilmesiyse, ki başka şey olamaz, başka ulusların iyilerinin farkında olamamak büyük kayıptır.
Bu anlamda, kendi milletimin kötüsünden, başka milletlerin iyisi benim için iyidir. Daha açıkçası, kendi milletimin insanlığa zararlı olanlarından, başka milletlerin insanlığa yararlı olanlarını yeğlerim.
Siyasal, geleneksel, liberal, yayılmacı milliyetçiliğin birbirine dönüşme olasılığı çok fazla olduğu düşünülür. Bireyi tamamen devlet karşısında yok sayar.
Oysa sosyalizmin kollektifçiliği böyle değildir. O özgürlüğü her şeyin önünde tutan " özgür bireylerin oluşturduğu bir topluluktur."
Milliyetçilik kuruntunun bataklığını besleyemeye elverişli bir anlayıştır.
Milliyetçilik, evrensel değerlerin önemini kıskanmaya, kendi içinde doğmayan üstün değerlere değer vermemeye elverişli bir anlayıştır.
Milliyetçilik, işbirliği değil, kıskançlık ve nefret üzerine kurulu rekabetin ruhunu taşır bağrında.
Bunlara rağmen, ANTİ MİLLİYETÇİLİK, kendi milletinin insanlarından nefret etme anlayışı ASLA DEĞİLDİR.
Nasıl ki göle atılan bir taş düştüğü yerden kenara doğru yayılan halkalar yapar, göl kenarına kadar halkalar büyüyerek genişler; milliyetçiliğin hareket alanı bu kadar sınırlı ve yereldir.
Bir okyanusa atılan taş için de geçerli olmaz milliyetçiliğin bakış açısı.
Dedim ya yukarıda, milliyetçiliğin doyum noktasından sonra hedef büyültülmezse, kısırlaşmaya başlar.
Hedefin büyültülmesi ise, enternasyonalizmi zorunlu kılar.
z.ö.
8.1.07
demokraside seçmen akordu
Bir odacılık mesleğinde tahsil aranırken,
Bir şirket, çalıştıracağı insanda eğitim ararken,
Hayatın bir çok alanında eğitim zorunlu tutulurken,
Toplumu yönetecek ve yaşamsal geleceğini güvenceye alacak bir hükümetin çıkarılması neden cahil çoğunluğun kararına terk edilsin?
Neden cahillik ödüllendirilsin?
Cahillik kişinin elinde değil, sistemin çarkında yuvalanmıştır diyebilirsiniz.
Öyleyse, bu sistemin çarkına çomak sokmanın da bir ateşleyicisi olsun bu teori.
Bu kadar sıradan bir iş midir hükümet belirleme işi?
Bilgisiz-kaygısız insanların, kendine yararı olamayanların, hakkını aramayı bilmeyenlerin bu ülkeye yararı olacakları seçmede nasıl doğru karar verebilir?
Ehliyet eğitimini almamış bir insana nasıl araba kullanma yetki ve hakkını vermiyorsanız,
Eğitim düzeyine de seçme hakkını “orantılı” vermelisiniz.
Çünkü, biri bilgisizlikten dolayı kendi canı ve birkaç canı yok etme riski taşıdığı halde,
ikincisi, bir neslin geleceğini yok etme riski taşımaktadır.
Bu önerinin, temel insan haklarını zedeleyeceğini asla düşünmüyorum. Kaldı ki mevcut durum, temel toplum haklarını ve dolayısıyla insan haklarını arama mekanizması olan bilgi edinmeyi fazlasıyla ihlal etmektedir.
Ehliyetli insanların toplumu yönetmesi, ayrıca cahilliğin de ortadan kalkmasına,
toplumun her zaman daha ehliyetli insanlar tarafından yönetilmesine, kalkınmanın ve genel yararın daha hızlı kazanılmasına katkı sağlayacaktır. Oyunun oranını beğenmeyen kişi kendini bilgililer havuzuna atmak için azıcık çaba sarf edecektir.
Bir şirket ya da kamu yöneticisi çalışanını terfi ettirmek ve daha kaliteli sonuç almak için iş bilgisinin geliştirilmesini isteyebiliyorsa, demokrasinin asgari kültürünü edinmek için de bir müeyyidesi, kışkırtıcısı olmalıdır.
.................
***
Görüldüğü gibi, yazılanların içeriği bire bir aynı olmasa da, benzer konuya dokunan ilk yazı bu sayfada yazılmıştır./Araştırma tarihi:16/10/2023