Terazinin kefelerinde insan bedeni değil, onuru vardır. Biyolojik, geometrik görüntüleri farklı olsa da, insanlık tarihinde kadın-erkek eşitsizliğini sona erdirecek olan değer tek başına maddi güç değil, asıl olarak insan onurudur. Temel yaşamsal haklar, "insan" olmanın gereğiyle dengede olmalıdır ki, aşk da dayanışma da anlamlı, kaliteli ve sürekli olsun.
Farklı cinslerin ilk karşılaşmalarındaki reflekssel dürtüleri, libidonun etkisini öne çıkarır. “Yabancı” kadınların erkekten ürkme refleksleri "atak hakkının" erkeğe ait sayıldığının kanıtıdır.
Kölelik devrinden günümüze -kısa süren anaerkil dönemi çıktığımızda- pazu gücünün egemenliği, aynı zamanda maddi servet egemenliğini de sağlamış olduğundan, erkek gücü, zaman içinde kendiliğinden “cinsiyet egemenliğini” de içinde büyütmüştür.
Doğanın ve sistemlerin biçimlendirilmesinde kadına rol düşmediğinden, kadınların kişiliği “itaatkarlık” kalıbıyla donup kaldığı gibi, emek değerini direk yoldan sahiplenemek yerine, gizli stratejileri deneyerek kazanmak zorunda kalmıştır.
Karl Marks'ın "alt yapı üst yapıyı belirler" tezine göre, pazu gücüne sahip olmayan kadın aşkını da beden tutsaklığına kurban edebilmiştir. Tarihimizin aşk kahramanları olan Ferhat, Kamber, Mecnun duygularını dışa vurarak geleneksel tabuları aşmaya zorlamasaydı, Şirin, Arzu ve Leyla aşkını haykırmak için ilk hamleyi yapabilecekler miydi? Ve yasaklar olmasaydı, aşıklar aşkları yüzünden dağları mekan tutacaklar mıydı?
Uygar dünyada mızrak çuvala sığmıyor ama, İslam dünyasında minareye kılıf hazırlanabiliyor!
-Erkekler kaburgasından "yaratılan" kadına neden aşık olurlar?
“Libidonun itkisi başrolü oynar” diyor Freud. Ona “erişilmez bir değer biçmesi, erkeğin “köşeye sıkışması”yla…
- Erkeğin kadına aşkı neden kısa sürer ?
Umduğu ile bulduğu arasındaki farkın, kaburgasına yansıyan ağırlığından olabilir.
-Öyleyse Adem’in Havva’ya aşık olması caiz midir?
Bu durumda “değildir” gibi görülüyor.
-Kadının erkeğe aşkı neden uzun sürer?
Ona eşitlenme ve egemenlik paylaşma umudu uzun süreceği için.
-Kadın-erkek eşitliği durumunda genel ilişkiler ne olacak?
“Bir erkek olarak sana mı kaldı kadını erkeğe eşitleme kaygısı!” diyecekler çıkabilir.Desinler, isterlerse tırnağını yesinler:)
Bir çok erkeğe ahmak, nankör ve yorgun savaşçı olarak rol üstlendiren şey, bu ego'tik egemenlik tutkusudur.
Zincirleri kıralım, çünkü yaşamanın tadı heycan, adı mutluluktur da ondan.....
Erkeklerle kadınların temel haklarda eşit olacağı bir toplum hayalini kurmakla işe başladığımızda, heyecanın boyutlarının bile büyüyeceğini hissedebiliriz.
Erkekler gibi eğitilip yetiştirilen kadınların aynı koşullarda çalışıp, aynı ücreti alacağını, "cinsel özgürlük kadın için ne sorunlarla bağlanacaksa, erkekler için de aynısı olacağını, kadınlar için konulan davranış sınırlarının erkekler için de koyulduğunu düşünelim. Sevişme artık başlık parası, nafaka, mehir, vizite kılıfında, "ücreti ödenen" bir hizmet olmamalı. Erkek kadını nikah altında bile cinsel ihtiyaç kapsamında, “çocuklarının anası” ve iki elmanın yarısı gibi değil, iki tamın özgür iradelerinin buluştuğu birliktelik olabileceğini düşünelim.
Düşünmenin bile içimizdeki egoyu "cızz" ettirebildiğini fark edebiliyor muyuz? Çünkü, bilinç altımıza kök saldırılan öğretilerin kaynakları insan doğasının ta ötelerinde olduğunu bile anlamak çok zor!
Geleneklerle özgürlüğün içimizdeki çatışması değil midir bizi kör mutsuzlığa iten gizli neden?
***
Kadının varlığı "erkek bilinci" aracılığıyla kendi bedenini ve dünyayla arasındaki ilintiyi yakalayışıyla belirlenmektedir; genç kızla delikanlıyı birbirinden ayıran uçurum, daha küçük yaşta yaratılmıştır; ondan sonra artık kadın o geçmişini, bir kuyruk gibi, ölene dek ardında sürüyecektir”
Evlilik, kadınla erkeğin dilediği zaman ve alabildiğine uygarca bozabilecekleri karşılıklı ve özgür bir bağlanma olmalıdır.
Kadınla erkeğin gerçekten eşit olabilmeleri için yasaları, kurumları, töreleri, toplumun görüşünü değiştirmek yeterli midir?"
İnsan topluluğunda bütün öbür varlıklar gibi, kadın da uygarlığın ortaya çıkardığı bir ürün değil midir?
Kadının pratikte ekonomik özgürlüğünü elde etmesi tek başına yetmiyor. Bunun yanında kadın fizyolojisine uyum sağlayacak iş koşullarının da doğru sağlanmış olması gerekiyor.
"Kadının kendine yeni bir deri yaratması, sonra da oturup buna göre bir giysi dikmesi gerekmektedir. Erkek gibi yetiştirilen bir genç kız kendini benzerlerinden ayrı hissetmekte dolayısıyla yine toplumun dışında kendine özgü bir varlık halinde kalmaktadır"
"Eğer bir kız çocuğu, çok küçük yaştan başlayarak erkek kardeşinin yetiştirildiği ortamda, aynı istekler ve onurla, aynı ciddilik ve özgürlük içinde, aynı eğitimi alarak, aynı oyunları oynayarak yetiştirilse, aynı geleceğe sahip bulunursa, çevresinde iki anlama yer bırakmayacak biçimde eşit kadınlarla erkekler bulunursa, “Oidipus karmaşası”nın anlamları tepeden tırnağa değişebilir."
"Yuvanın maddi manevi sorumluluğunu baba kadar yüklenen ana, aynı sürekli saygınlığa kavuşacaktı; kız çocuğu çevresinde yalnız erkeklerin değil, her iki cinsin malı olan bir dünya bulacaktı; duygu yönünden babasına eğilim duysa bile ona duyacağı sevgiye bir güçsüzlük duygusu değil, bir yarışma isteği karışacaktı:; çalışma ve sporla değerini göstermesine izin verileceği için, oğlan çocuklarıyla etkin olarak yarışabileceği için elindeki vaatlerle ödünlenen erkeklik organı yokluğu “aşağılık duygusu” yaratmayacaktı; nitekim, kafasına böyle bir fikir sokulmasa ve erkekler kadar kadınlara da saygı duyması gerektiği öğretilse, oğlan çocuğunda da "büyüklük duygusu" olmayacaktı. Böylece, küçük kız, kendine hayranlık ve düş gibi kısır yollardan aşağılık duygusunu ödünlenmeye çalışmayacak, yaptığı işle ilgilenecek, her işe canla başla sarılacaktı".
Eğer özgür bir yetişkin insan geleceğine açık olsaydı, genç kızın erginlik çağının da tıpkı oğlanınki gibi kolayca aşılacaktı;
"Kız erkek bir arada okutulsaydı, o zaman, o yüce erkek efsanesi doğamayacaktı: günlük yaşamın içli dışlılığı ve hilesiz yarışlar ve cinsiyet şifresinin çözülmüş olması bu efsaneyi yıkmaya yetecekti. Karma öğretime yöneltilen suçlamaların, altında hep cinsel tabular yatmaktadır; oysa çocuktaki merak ve zevki yasaklamaya, bilinçaltına itmeye çalışmak boşunadır; böyle bir tutumla, olsa olsa birtakım doyurulmamış arzular, musallat fikirler, sinir bozuklukları doğurulur; genç kızların o aşırı duygululuğu kendi cinslerine duydukları ateşli sevgi, düşsel kara sevdalar ve bunların yanlarında getirdikleri bütün o saçmalıklar ve dağılmalar çok yaşanmayabilirdi. Erkeğe bir yarı tanrı değil de, yalnızca bir arkadaş, bir dost, bir eş gözüyle baktığı zaman, genç kızın en büyük kazancı, kendi varlığının sorumluluğunu yüklenmekten kaçmamak olacaktı."
Kadınlar «yapışkan»dırlar, erkeğin sırtına binerler ve bundan en çok kendileri acı duyarlar; çünkü yazgıları, yabancı bir organizmaya yapışıp onun iliğini kemiğini sömüren bir asalağınkine benzemektedir; onları da özerk bir organizmaya sahip kıldığımız, dünyayla boğuşacak, ondan kendi özlerini çıkaracak duruma geldikleri an, bağımlı olmaktan kurtulacaklardır: onlarla birlikte erkekler de tabi. Ve hiç kuşkusuz, o zaman, iki cins de daha sağlıklı olacaktır.
***
İnsanoğlu-kızı birbirlerinin gözlerinin içine ancak eşit seviyedeyken bakabilir ve onun göz bebeğini kendi şavkında görebilir.
zihni örer
---------------------------------------------------------
Yararlanılan eserler:
"kadın bağımsızlığa doğru/Simone de Beauvoir
değişimin diyalektiği ve devrim/Server Tanilli
------------------------------------------------
Ece Arı'nın (Ak Parti'nin Fikir Kulübü gibi çalışan, Liberalizm-İslam ittifakı bir yapılanma olan)
beni davet ederek tartıştırdığı yorumlarımı, konuya yakınlığı nedeniyle,
buraya taşımayı uygun buldum.
Yazının ilgili bölümü:
KADINLAR HALK FIRKASI..
Evet, belki çoğumuzun zaman zaman aklımıza geldiği halde, “olmaz öyle
şey” diyerek, dile getirmediğimiz, yada feminist damgası yiyerek
horlanmasını muhtemel gördüğümüz, bir parti isminden bahsediyorum. 16
Haziran 1923 de kurulan, Mustafa Kemal’ i bile şaşırtan bu oluşuma, valilik tarafından kadınların siyasi temsili mümkün olmadığı gerekçesiyle, faaliyet izni verilmemiş..
Bizim gibi, demokrasiyi henüz tam manasıyla özümseyememiş ülkelerde,
sadece kadınlardan müteşekkil bir partiye, ne kadar ihtiyaç vardır,
tartışılabilir.
Fakat o yıllarda, böyle bir oluşuma liderlik edebilmiş, cesur yürek
Nezihe Muhittin’i, allayıp pullayıp reklam edecek, destek olacak medya
patronları da yokken, ve toplum olarak çok daha mutahassıp bir sosyal
yapı mevcut iken, isim olarak da olsa, ortaya çıkabilmiş olması, insanı
ister istemez şaşkına çeviriyor..
Hasılı, kendi adıma, muzip hayaller kurmadan edemiyorum..
Nezihe Muhittin, 2007 Türkiye’sinde yaşasaydı, ve 22 Temmuz
seçimlerinde böyle bir parti ile yarışa girip, meclisteki sandalyelerin
yarısını kapsaydı, hele bir de kabineyi kurup, Çankaya ya da kadın
cumhurbaşkanı çıkartsaydı, değmeyin keyfime.
Ortalık güllük gülistanlık olur, Genelkurmayımız da rahat ederdi, Hudson Enstitüsü de..
Üstüne üstlük, istisnasız herkes, gece gündüz meclis tv izlerdi..
Ne gülüyorsunuz, fena mı olurdu yani?
Yorumlar:
Yazan:zihni örer Tarih: Haz 23, 2007
Ece Hanım,
“Kadın Halk Partisi” başlığıyla, Türk toplumunun azgın yarasına parmak basarken, ayrıntıların, aslında daha özgür tartışılamayacağı gibi bir endişe taşımaktayım.
Konu, kadınların meclise girip-girmemesi olarak ele alınırsa, asıl sorunu ıskalamış olacağız!
Kadını tarihlerin yorgun savaşçısı olarak görmek zorundayız. Savaşma gücünü kendinde bulamayan, hep edilgenliğe mahkum olan kadersiz savaşçı.. “Adı bu yüzden yok” belki de…
Mustafa Kemal’in tepeden hediye ettiği temel haklarla savaştırılan kadınlar, aslında bindiği dalı kesmiş olduklarının farkında bile değiller.
Nüfusumuzun yarısı olan kadınların en az %80’i, ve bu yüzdeye “şefkat tahakkümlü” baskı kriterleri, 600 yıllık Osmanlı teokratik (yarı din) yönetiminin kültür empozesi, günümüze nerdeyse kalıp olarak taşınmıştır.
Bu durum aslında yalnızca bize has bir durum da değildir.
Eski Yunan’dan bugüne, kadına yöneltilen suçlamaların hepsinde neden bunca ortak nokta bulunduğunu anlamak kolaydır: kadının içinde bulunduğu durum, birtakım yüzeysel değişikliklere rağmen, hep aynı kalmıştır ve kadının «kişiliği» dediğimiz şeyi oluşturan da işe bu durumdur: kadın «dünya kurulalı beri içinde taşıdığı niteliklerin, içkinliğin kurbanıdır», kadının özünde yadsımacılık vardır, kadın ihtiyatlı ve eli sıkıdır, kadında doğruluk ve titizlik kavramı yoktur, kadın ahlak nedir bilmez, kadın en aşağılık anlamda çıkarcıdır, kadın yalancıdır, oyuncudur, hep kendini düşünür… Bütün bu sözlerde doğru bir yan vardır.
Yalnız, bütün bu davranışlar kadının hormonlarından gelmediği gibi, beyin hücrelerine doğmadan kazınmış da değildir: bunların hepsi, birer kalıp halinde, içinde bulunduğu durum tarafından yaratılmıştır*
Evet, dinlerin “kadın değerleri”, bu koyu paragrafı dikkate almadığından, son yüz yılın insan haklarıyla savaş durumuna düşmekten kurtulamamıştır.
Bu koşulları dikkate almayan kadın millet vekili olsa ne olur, olmasa ne olur.
Çok komik bulduğum Merve Kavakçı’nın kobay olarak türbana endekslenen “savaşı”, özellikle kadınların hangi gaspedilmiş tarihsel haklarını dile getirmiştir.
"Erkeğin akıl yürütmeleri, kadının yaşadığı somut ger çeğe uymaz. Frazer: «Erkekler tanrıları yaratır kadınlar -
bunlara tapar» der. Erkekler kendi yarattıkları putlar önünde tam bir inançla diz çökemezler: kadınlarsa yaşam yolunda o ulu heykellerden birine rastladılar mı
bunları hangi elin yarattığını düşünmeden, uslu uslu yere kapanırlar. Özellikle, Düzen’in Hak’kın bir önderde canlanmasından hoşlanırlar.
“Kocaya itaat, evinin kadını, eksik etek, eksik akıl, yarım miras, yarım şahitlik…” anlayışına karşı savaşmayan kadın modeli, ancak, modern dedkleri kapitalizmin vitrinlerine, klasikleri de örtünün altına gizlenebilir. Oradan, kasete alınmışları tekrarlar durular.
Tıpkı suna vidinliler ve ayşe böhürler gibi…
Yazan:zihni örer Tarih: Haz 25, 2007 Reply
“Kadın Halk Fırkası” başlığının, “özgür kadın-tutuklu kadın” kavramına sürüklemesi kaçınılmazdır.
Burada, politikaya girmesi gereken kadın sayısını gözlemlerken, yukarıda dediğim gibi, içinde bulunduğumuz sömürü sisteminin tıkanıklığını açmaya çalışma çabasından öteye gitmeyeceğini söylemeye çalışmıştım.
Bunu söylerken, kadının bu günkü dışlanan niteliklerinin, tarihteki cinsiyet ayrımcılığından kaynaklandığını demiştim.
Buradaki tartışmalarda görülüyor ki, kadına, tarihin yüklediği bu “statüko kilitli” misyonun korunma çabası sürmektedir. Buradaki arkadaşların yaklaşımlarının ise, biçimsel mantığın algısından öteye geçemediğini görüyorum. Oysa, diyalektik yaklaşımla, kadını bu günlere taşıyan değerlerin nedenleri üzerine yürünmesi gerektiğini saptayabiliriz.
İnsan haklarındaki kazanımlar, insanların örgütlenebildiği güç ölçüsünde kabul görmüştür. Öyle bir güç ki, geriye doğru gidildikçe, popüler güç olarak, “pazu” önde olduğundan, kadınların neden arka planda kaldıkları anlaşılmaktadır.
Sanayileşmeyle birlikte, reklam sektörü ve iş yeri monotonluğunu dikkate alan iş yeri sahipleri, kadınların da vitrine çıkması gerektiğini düşünmüş olmalı ki, kadınları (en azından iş yeri yolunda) D vitamini alır duruma getirmişlerdir.
Alınan bu D vitamini, ve bürodaki yaptıkları işin erkekten aşağı kalmaz yanını keşfettiklerinde, beyinde hangi dürtüleri kışkırttıysa, 1940’lı yıllardan sonra, feminist hareketi başlatma gereğini duymuşlardır.
Feminist harekete katıl(a)mayan kadınlar ise, erkek karşısında hileli eylemleri sürdürmeyi tercih etmiştir.
“zorbalığın bulunduğu her yerde, iki yüzlülük vardır; yasak ve kaçakçılık, aşk ile ticaretin ayrılmaz öğeleridir” diyor düşünür.
Bir de, tamamen statükoya eğilen kadın türleri vardır ki, onlar adına fazla söze gerek duymuyorum (şimdilik).
Yorumcuların, günümüz kadınının erkeğe eşit olmadığını anlatmaya çabalarken, bir de EŞİTLİK kavramındaki anlaşılmazlığın öne çıktığını görmekteyiz.
Kadın erkekten zayıftır, kadın erkekten daha iyi program yapamaz, kadın erkekten daha hızlı koşamaz, kadın….. gibi yaklaşımlara şaşmamak elde değil!
Eşitlikten anladığımız şey, fiziksel, duygusal, zekasal, eylemsel, bilimsel…vs kapasiteler (asla) değildir. Neden bu kısır yaklaşımlara tenezzül ederler anlamış değilim.
Kadın-erkek eşitliğinden kastedilen şey, cinsiyet farkından dolayı, temel insan haklarının eşitlenmesi anlayışıdır.
Buradaki yorumcuların diliyle gidersek, bir kadın bir başka kadına da eşit değildir. Bir erkek çocuktan bir kadın, fiziksel ve kültürel olarak daha fazla yeteneklere sahip olabilir. Bir erkek bir başka erkekten, ya da bir kadın birçok erkekten daha fazla yeteneklere sahip olabilir.
Bu eşitsizlikten dolayı, temel haklardan mahrum edilen erkek çocuk veya yetişkin bir erkek görülmüş müdür?
Evet görülmüştür. Ama farklı kulvarda görülmüştür. Kapitalizm, kadınlarını tamamını, erkeklerin de daha çok ahmaklarını sömürmüştür.
Sevgili Suat dostumun “değişen dünyada feminizm” başlıklı yazısına biraz göz gezdirdim ama, yazı uzun olduğundan, sonunu alamadım. Bu yüzden yorumlamaya gerek duymadım.
Elbette, düşünceler, kendini yenileyerek, asıl amacın İNSAN ONURUNU kurtarmaya yönelik olduğunu düşünüyoruz.
Bu yüzden, feminizm hareketini, insan hakları kapsamından daha özel bir yeri olduğundan dikkate almaktayım. Çünkü, buradaki değerlendirmelerden de görüldüğü gibi, kadına sadece “kadın cinsiyeti” ayırımının sürdüğünü düşünüyorum.
sevgi ve selamlar
***
Yazan:zihni örer Tarih: Haz 26, 2007 Reply
Ece Hanım’a cevap:
Zihni bey,
Değerli katkınız için çok teşekkür ederim..:)
Dinler genellemesini bir kenara bırakıp, islamiyeti baz alırsak;
müslüman kadının, islam öncesi dönemdeki kadından farklı olarak, yüceltildiğini ve daha önce sözkonusu olmayan pek çok hakkının da teslim edildiğini görüyoruz./Ece
Haklısın galiba! İslam dini o zaman bir devrim gerçekleştirmişti ama, daha sonra yerinde saymasının sorumluları kim ise, onları arayalım.
Daha sonraki dönemlerde, bu haklarından mahrum edildiyse, bunun suçlusu islam değil, belki islamCIlardır../Ece
Burası tamamen “arap saçı”. İyi niyetinize de saygım sonsuzdur. Ama, 6-7 asırlık karmaşıklığın sorumlusu, bulunamadığına göre, dinde reform yapabilecek güçlü beyinler de ortalıkta görülmediğine göre….?
Sizin de hemfikir olacağımıza emin olduğum şu ki;
kadını kapitalizm kadar aşağılayan ve pespaye haline getiren hiç bir sistem yoktur zannediyorum../Ece
Evet, ama Dinleri de kapitalizm ile özdeşleştirdiklerinde, (ki öyle yapıyorlar) durum ne olacak!
En son şu meşhur mayo reklamı olayında din eksenli yaygara koparıldığında, ses çıkartması gereken pek çok kadın kuruluşunun gıkı çıkmadı..!!
Konu mayo ve türban gibi giysileri aşmalıdır kadın haklarının erkeğe eşitlenmesi için.
Aşklar neden “sancılı ve de sonlu” oluyor dersin?
Kadın güçsüzlüğü değil, güçlülüğün içinde kendinden kaçmak değil, kendini bulabilmek; varolmaktan istifa etmek değil, varlığını olumlamak üzere sevebildiği gün aşk, hem kadın, hem de erkek için korkunç bir tehlike olmaktan çıkıp, bir yaşam kaynağı haline gelecektir demiş yazar.
Merve hanım eksenli olmasın..
Olayı başörtülü kadınlar üzerinden ele alalım..
Mecliste bulunmak istemeleri niçin tehlikelidir?
Defalarca dile getirdim, o kürsüye çıkabilen nice türbanlı(!!) erkek var iken, kadın üzerinden yaygara koparılması ne kadar adildir?/Ece
"türbanlı erkek" dediğin zaman, hak veriyorum sana.
Ayrıca, bir kısım kadınlar özgürlüğü hakediyor, bir kısım kadınlar haketmiyor demek, adil bir özgürlük anlayışı olabilir mi?/Ece
Bu yaklaşım çok çarpıcı geldi bana. Belki ilk kez, bu konudaki düşüncemi daha da olgunlaştırdım burada. Yani, “modern” dediğimiz kadın kapitalizmin vitrin süsü olarak algılandığı halde dikkat çekmiyorsa ve milletvekilliği sorgulanmıyorsa, TÜRBANLI KADINLARIN DA milletvekilliği sorgulanmamalıdır.
Sorgulanması gereken şey, kapitalizmin hangi fırsat ve kurumları kullanarak, insanları nasıl sömürdüğünü de-şifre etmektir.
İşte ben demokrasiye inancımı [bu ülkedeki..] bu yüzden yitirdim../Ece
“Kullanmayanın demokrasisini kullanırlar” bunu biliyoruz değil mi? Rönesans ve reformlar burada işe yarayacaktı….
sevgi ve saygılarımla..
iki katıyla Sevgili Ece
Yazan:zihni örer Tarih: Haz 27, 2007 Reply
Kadinin ozgurlesmesi? Kanun ile veya aydinlanma felsefesinin gayri tabii bir sekilde enjekte edilmesi ile olmaz. BURJUVALASMAKLA olur. Zihni Orer e tas atayim buradan :)))/Mehmet
Sevgili mehmet(çik),
BURJUVALAŞMAKLa gelecek özgürlük(!), başkalarının köleleşmesine bağlı olduğundan, bu yaratılan (ya da hak edilen) özgürlük değil, transfer ya da vakumlu özgürlüktür(!)
Bu ünlem şudur:köle sahibi olan her efendi, her şeyden önce vicdanının esiridir. Ama dışa öyle yansıtmaz. Hastalıklı halini farklı gösterme çabaları, makam ve para egemenliği tutkusuyla dışa vurur.
Oysa asıl
özü-gür-lük , “bireyin kendi kendisinin efendisi olabilmesidir”./epectefus
***